Pazar Politik

Londra’nın parkları-İngiltere Yazıları IV

Abone Ol
Buckingham’a doğru yürürken bu alakasız yerlerden getirilip Londralı olmuş hayvanları görmek, bende “modern dönemin zerinde güneş batmayan medeniyetinin emperyal başkenti” Londra’da olduğum düşüncesini pekiştiriyordu.

Loading...

Şimdi sizinle Waterloo’da trenden inip Hyde Park’a kadar biraz laflayarak yürüyelim istiyorum. Çıkıştaki merdivenin yan duvarına Normandiya’da hayatını kaybedenlere dair bir levha çakmışlar. İsimlere göz gezdirdikçe alışık olunmayan bir tek isim göremediğimi fark ediyorum, ne bir Yahudi ismine rastlıyorum ne Müslüman’a, D-Day’de, Müttefik ordularında bir tek gayri-Anglosakson yok muydu, bu da bir resmi tarih yazımı ütülemesi mi, sorunun cevabını bilmediğim için çok da üstünde durmuyorum. İndiğimiz yer, Mecidiyeköy’ü andıran berbat bir işhanları diyarı ama şöyle önce sola sona sağa birkaç yüz metre yürüdüğümüzde her şey başkalaşıyor. Karşımızda, meşhur London Eye. Hiç durmadan ilerleyen dev bir gözün çevresinde otuz kadar kişinin sığışabileceği cam kabinler var, giriyorsunuz, bir turu kabaca yarım saat sürüyor, şehri tepeden izlemek için güzel bir etkinlik… diyeceğim ama biraz şüpheliyim. London Eye ile karşı kıyıdaki Big Ben -ve Parlamento Binası- arasında bir köprü var sadece. Big Ben ne kadar Londralıysa bu London Eye da bir o kadar değil; Big Ben, İngilizler, London Eye ise sadece turistler için. Bu tezat Londra’nın birçok yerinde karşıma çıkıyor, özellikle Thames boyunca ve benim bu şehirle arama bir mesafe girmesine yol açıyor. London Eye’da bir tur döndükten sonra büyülenerek çıkan insanlara bakıyorum, “çok Londralı” bir şey yaptıklarından eminler, “yapılacaklar listesine” bir çentik atmanın gururlu gülümsemesi yüzlerinde. Oysa, İngiltere, eğer her şeyden önce “gelenek” demekse bence bu London Eye “yapılmasa da pekâlâ olabilecekler” arasında yer alabilir. Böyle diyorum ama yılda yaklaşık üç milyon insanın benim gibi düşünmediğini öğreniyorum -bu sayıya istediği halde zamansızlık, yükseklik korkusu, pahalılık gibi çeşitli sebeplerden binemeyenleri de eklerseniz muhtemelen onların haklı olduğunu düşünebilirsiniz. Gene de her ne kadar kulelerden şehir izlemeyi sevsem de, benim için Londra’yı Londra yapan en son şeylerden biri, bu cam kabinlerden şehri izlemek. Daha gelir gelmez London Eye’a sataşmaya başladım, ama bu şehrin beni bir türlü sarıp sarmalayamayan bir gri soğukluğu var ve bu hissin üstesinden gelemiyorum. “İstanbul’un aksine, organik bir çeşitliliğin değil, mekanik bir düzenin labirentlerinde dolaştığımı hissediyorum,” diye yazmış Ahmet Davutoğlu, Medeniyet ve Şehirler’de, sanırım bohemi, sıcakkanlılığı, salaşlığı dışlayan bu “mekanik düzen” beni rahatsız ediyor. Köprüden geçip Big Ben’e bakalım, birkaç adım ilerde Westminster Abbey, bu civardaki hemen her yapı hakkında bir kitap yazılabilir -yazılmıştır da. Başka yerde geleneği icat edebiliyorsunuz, işte London Eye da bunlardan biri ama İngiltere bence yaşatılan geleneklerle kendini yeniden tanımlayan bir ülke.
Daha gelir gelmez London Eye’a sataşmaya başladım, ama bu şehrin beni bir türlü sarıp sarmalayamayan bir gri soğukluğu var ve bu hissin üstesinden gelemiyorum.
Şöyle etrafımıza bir bakalım, gördüğümüz her şey uzun bir tarihle bağ kurduruyor bize: Westminster Abbey’deki üstünde taç giyilen “İskoç taşının” bile kültür içindeki önemi çok büyük. Ama biz şimdi bu binaları bırakıp biraz yeşile gidelim. Kendimizi bulacağımız ilk park St. James, ince uzun yolu takip edersek Buckingham’a çıkacağız. Az önce, Londra’daki “mekanik düzenliliği” hiç sevmediğimi söyledim. E şimdi bakıyoruz etrafımıza, burada o “mekanik düzenlilikten” eser yok. O yüzden de Londra’nın parkları, misal New York’un pozör Central Park’ından bana çok daha güzel geliyor. Daha birkaç adım attık ki yanımızda tuhaf kuşlar, daha önce bilmediğimiz türden hayvanlar görüyoruz. Macar ördeği, su tavuğu, daha pek çok şey. Bir hayvanat bahçesinde değiliz, bu hayvanlar özgür, isterse çırpar kanadını gider istediği yere. Ama gitmiyor, artık Londralı olmuş onlar da. Buckingham’a doğru yürürken bu alakasız yerlerden getirilip Londralı olmuş hayvanları görmek, bende “modern dönemin zerinde güneş batmayan medeniyetinin emperyal başkenti” Londra’da olduğum düşüncesini pekiştiriyordu. Nasıl ki hayvanat bahçeleri dünya hükümranlığını iç kamuoyuna anlatmanın bir aracı olarak düşünüldüyse, bu parkın kafeste tutulmayan ama bir yere gitmeyen tuhaf hayvanları da bu düşüncenin çok daha rafineleşmiş bir şekli. Böyle böyle, Buckingham yolunu yarıladık sayılır. Su tavukları burada, Macar ördekleri burada, e biz de buradayız, işte az önce de bin bir benzemez hep beraber London Eye’daydık… Bu saray varlığıyla her şeyi gönüllü olarak kendine çekiyor. Ahım şahım görkemli olmayan bir saray bu Buckingham, bütün gücünü geçmişten alıyor. Ben tabii içine girmedim ama Murat Belge’nin Başka Kentler Başka Denizler’in dördüncü cildindeki “Teşrifatlı Londra” bölümünde okuduğuma göre sarayın içi eşsiz bir sanat koleksiyonuna ve değişmeyen ritüeller ile sıkı sıkıya sahip çıkılan bir geleneğe sahip. Bütün bu birikim, başka hiçbir süse ihtiyaç duymadan -kültürle hiçbir alışverişi olmayan görgüsüz Arap şeyhlerini düşünün- her saat binlerce insanın tıklım tıklım buraya gelmesini sağlıyor.
Buckingham Sarayı varlığıyla her şeyi gönüllü olarak kendine çekiyor. Ahım şahım görkemli olmayan bir saray bu Buckingham, bütün gücünü geçmişten alıyor.
İstikametimiz Green Park, bu ilk girdiğimizden daha büyük. Ama burada çok oyalanmadan çıkacağız, gene de görüyorsunuz, ha deyince bitmiyor. Etrafımızda cıvıl cıvıl insanlar, frizbi oynayanlar, âşıklar, bira tutkunları… bazı kadınlar “fırsat bu fırsat” deyip bikinilerini giyip güneşleniyorlar. Çimlerin üstünde bir sereserpelik var, kimse o açılır kapanır “yönetmen koltuklarında” oturmuyor, doğayla iç içe -organik çeşitlilik. Artık karşıdan karşıya geçip Hyde Park’a gidebiliriz. Bu tabii hepsinden büyük, içinde yapay bir gölet de var. Şimdi başkaca hiçbir şey yapmadan göletin yanında bir “fish and chips” ve soğuk bira ısmarlayabiliriz. Artık sadece ânın tadını çıkarmamız lazım. Şu karnımız bir doysun, biraz sonra bir tane de şişe bira alır, şu ağaç diplerinden birine uzanıp yaprakların arasından mavi gökyüzünü izleriz.