Loading...
Daha gelir gelmez London Eye’a sataşmaya başladım, ama bu şehrin beni bir türlü sarıp sarmalayamayan bir gri soğukluğu var ve bu hissin üstesinden gelemiyorum.Şöyle etrafımıza bir bakalım, gördüğümüz her şey uzun bir tarihle bağ kurduruyor bize: Westminster Abbey’deki üstünde taç giyilen “İskoç taşının” bile kültür içindeki önemi çok büyük. Ama biz şimdi bu binaları bırakıp biraz yeşile gidelim. Kendimizi bulacağımız ilk park St. James, ince uzun yolu takip edersek Buckingham’a çıkacağız. Az önce, Londra’daki “mekanik düzenliliği” hiç sevmediğimi söyledim. E şimdi bakıyoruz etrafımıza, burada o “mekanik düzenlilikten” eser yok. O yüzden de Londra’nın parkları, misal New York’un pozör Central Park’ından bana çok daha güzel geliyor. Daha birkaç adım attık ki yanımızda tuhaf kuşlar, daha önce bilmediğimiz türden hayvanlar görüyoruz. Macar ördeği, su tavuğu, daha pek çok şey. Bir hayvanat bahçesinde değiliz, bu hayvanlar özgür, isterse çırpar kanadını gider istediği yere. Ama gitmiyor, artık Londralı olmuş onlar da. Buckingham’a doğru yürürken bu alakasız yerlerden getirilip Londralı olmuş hayvanları görmek, bende “modern dönemin zerinde güneş batmayan medeniyetinin emperyal başkenti” Londra’da olduğum düşüncesini pekiştiriyordu. Nasıl ki hayvanat bahçeleri dünya hükümranlığını iç kamuoyuna anlatmanın bir aracı olarak düşünüldüyse, bu parkın kafeste tutulmayan ama bir yere gitmeyen tuhaf hayvanları da bu düşüncenin çok daha rafineleşmiş bir şekli. Böyle böyle, Buckingham yolunu yarıladık sayılır. Su tavukları burada, Macar ördekleri burada, e biz de buradayız, işte az önce de bin bir benzemez hep beraber London Eye’daydık… Bu saray varlığıyla her şeyi gönüllü olarak kendine çekiyor. Ahım şahım görkemli olmayan bir saray bu Buckingham, bütün gücünü geçmişten alıyor. Ben tabii içine girmedim ama Murat Belge’nin Başka Kentler Başka Denizler’in dördüncü cildindeki “Teşrifatlı Londra” bölümünde okuduğuma göre sarayın içi eşsiz bir sanat koleksiyonuna ve değişmeyen ritüeller ile sıkı sıkıya sahip çıkılan bir geleneğe sahip. Bütün bu birikim, başka hiçbir süse ihtiyaç duymadan -kültürle hiçbir alışverişi olmayan görgüsüz Arap şeyhlerini düşünün- her saat binlerce insanın tıklım tıklım buraya gelmesini sağlıyor.
Buckingham Sarayı varlığıyla her şeyi gönüllü olarak kendine çekiyor. Ahım şahım görkemli olmayan bir saray bu Buckingham, bütün gücünü geçmişten alıyor.İstikametimiz Green Park, bu ilk girdiğimizden daha büyük. Ama burada çok oyalanmadan çıkacağız, gene de görüyorsunuz, ha deyince bitmiyor. Etrafımızda cıvıl cıvıl insanlar, frizbi oynayanlar, âşıklar, bira tutkunları… bazı kadınlar “fırsat bu fırsat” deyip bikinilerini giyip güneşleniyorlar. Çimlerin üstünde bir sereserpelik var, kimse o açılır kapanır “yönetmen koltuklarında” oturmuyor, doğayla iç içe -organik çeşitlilik. Artık karşıdan karşıya geçip Hyde Park’a gidebiliriz. Bu tabii hepsinden büyük, içinde yapay bir gölet de var. Şimdi başkaca hiçbir şey yapmadan göletin yanında bir “fish and chips” ve soğuk bira ısmarlayabiliriz. Artık sadece ânın tadını çıkarmamız lazım. Şu karnımız bir doysun, biraz sonra bir tane de şişe bira alır, şu ağaç diplerinden birine uzanıp yaprakların arasından mavi gökyüzünü izleriz.