Pazar Politik

Lavazza ve Martini

Abone Ol
Eski afiş ve reklamları severim, burada da yabana atılmayacak bir seçki var, ama kadının ve cinselliğin kahvenin bu kadar önüne geçmesini güzel bulmadığımı ifade etmek istiyorum. Lavazza, kahve satışı için kadın bedenini hayli cömertçe kullanmaktan çekinmemiş.

“Torino gastronomisi”nde şehrin dünya çağında şöhrete sahip iki markasından bahsetmiştim; kahveci Lavazza ile vermutçu Martini.

Önce merkezde sayılabilecek Lavazza Müzesi’ne gidelim, sonra trene atlayıp birkaç aktarma yaparak Pessione’deki Martini Evi’nde alırız soluğu.

Evvela şunu kabul etmek gerekiyor, burası bir kahve müzesi değil, bir şirketin müzesi, dolayısıyla zengin bir kültürle karşılaşmayacağımı tahmin ediyordum.

Doğal olarak Lavazza ne zaman kuruldu, kim kurdu, zaman içinde nasıl dönüştü gibi bilgilerin yer aldığı salonu gezerek başlıyorsunuz.

Girişte boynunuza ucunda bir kahve fincanı olan askı takıyorlar, siz de bu fincanı ilgili yerlere koyarak bir ekranın başlamasını sağlıyorsunuz, böylece kahve nasıl toplanır, nasıl yıkanır, nasıl kurutulur gibi bilgileri okumak yerine daha hareketli görsellerle izliyorsunuz.

Bu da bana yirmi birinci yüzyıl müzeciliği üstüne düşünme fırsatı verdi.

Resim galerisi falan değilse gittiğiniz yer, insanları eğlendirmeniz gerekiyor.

Malum, “artık kimsenin durup ince şeyleri anlamaya vaktinin olmadığı” bir çağdayız ve zaman her geçen gün daha da hızlanıyor.

Bu tempoya ayak uyduramayanların çağın gerisinde kalacaklarını, daha kötüsü çağın dışına düşeceklerini düşünüyorum.

Lavazza da sadece bilgilendirici yazılarla değişimi gösteren objeleri sergilemekle yetinmemiş, çeşitli animasyonlarla girenlerin iyi vakit geçirmesini sağlamaya çalışmış.

Eski afiş ve reklamları severim, burada da yabana atılmayacak bir seçki var, ama kadının ve cinselliğin kahvenin bu kadar önüne geçmesini güzel bulmadığımı ifade etmek istiyorum.

Lavazza, kahve satışı için kadın bedenini hayli cömertçe kullanmaktan çekinmemiş.

Çıkışta vişneli-kahveli alkolsüz bir kokteyl ikram ettiler, daha doğrusu “kahteyl” -“coffeetail”-, oldukça lezzetliydi.

Gelelim, Martini Evi’ne.

Tatlı içki pek sevmem ama Martini’nin benim için ayrı bir yeri vardır.

Beyoğlu Anadolu Lisesi’nde okurken, harçlıklarımı biriktirir, The Marmara’nın lobisine gider ve pahalı bir içki içerdim.

Hiç unutmuyorum, ilk gidişimde Martini Rosso ısmarlamıştım.

Bir ay kadar sonraki ikinci seferinde de Martini Bianco.

O yüzden Martini benim nispeten pahalı bir içkiyle tanışmam anlamına gelir.

Martini Evi’nin Torino’ya yakın olduğunu öğrenince gelmek istedim.

Burası da bir şirket müzesi ama ondan çok daha fazlasına sahip.

Tesadüfen, trenden inip hemen karşısındaki Martini Evi’ne girdiğimde saat beşe on vardı, meğer tam beşte rehberli bir tur varmış, kaydoldum.

İki saat süren bu rehberli turda, önce şarabı Martini’ye dönüştüren aromatik kökleri ve bitkileri görüyorsunuz.

Yavşan, tarçın, papatya, süsen kökü, portakal kabuğu…

Martini’nin olmazsa olmazı yavşanın Almancası “vermut”, içkinin adı oradan geliyor.

Ardından birkaç yüz senelik üzüm ezme teknelerini geziyorsunuz.

Martini, müzeyi sadece şirketle sınırlı tutmamış, dünyanın çeşitli yerlerinden getirdiği koleksiyonları da burada sergiliyor.

Martini’nin formülü gizliymiş, bugün dahi formülü bilen bu ikisi hariç sadece birkaç kişi varmış. Vermut, 1863’te Luigi Rossi tarafından bulunmuş ve çok tutmuş, birkaç sene içinde dünya pazarında hatırı sayılır bir yer elde etmiş.

MÖ 3.-4. yüzyıldan başlayarak çömlekler, sürahiler, kadehler…

Beklenmedik ölçüde zengin bir koleksiyon ve bu iki bölümü gezmeniz elli dakika sürüyor.

Akabinde rehberle buluşuyor ve fabrikayı gezmeye başlıyorsunuz.

Dünyadaki bütün Martiniler, bu fabrikada üretiliyormuş.

Usta Harmanlayıcı -Master Blender- ile Çeşnicibaşı’nın -Master Herbalist- Martini için ne kadar önemli iki insan olduğunu görüyoruz.

Martini’nin formülü gizliymiş, bugün dahi formülü bilen bu ikisi hariç sadece birkaç kişi varmış.

Vermut, 1863’te Luigi Rossi tarafından bulunmuş ve çok tutmuş, birkaç sene içinde dünya pazarında hatırı sayılır bir yer elde etmiş.

Vermutun dört bileşeni var: şarap, şeker, aromatik bitkiler ve alkol.

Ben Martini Rosso, kırmızı şaraptan; Bianco ise beyaz şaraptan üretiliyor sanırdım, öyle değilmiş, ikisi de kokusuz beyaz üzümden yapılıyormuş -Rosso’ya kırmızı rengi karamel veriyormuş.

Esas Martini, ilk günden beri değişmeyen formülünde “trebbiato” ile “cataratto” üzümlerinden üretiliyormuş.

Son dönemlerde köpüklüsü haricinde iki yeni Martini daha piyasaya çıkmış: “Nebbiolo” üzümünden yapılan Rubino ile “misket” üzümünden yapılan Ambrato.

Doğal olarak, Ambrato, en tatlıları.

Rubino ile Torinloluluklarının da altını çizmişler.

Rehber bizi “şarap meydanı”, “damıtım evi” ve “katedral” dediği fabrikanın üç bölgesine götüreceğini söyledi.

Takıldık peşine gidiyoruz, bu esnada fabrikadaki üretim de devam ediyor.

Şarap meydanına çıktığımızda TIR’lar fabrikaya şarap yüklüyorlardı, daha sonra Usta Harmanlayıcı’nın sırası geliyormuş.

Fabrikayı dönen tepelerdeki boruları gösterdi, şarabı fabrikanın kısımları arasında onlarla naklediyorlarmış.

Martini, kendi markasıyla yetinmeyip fabrikanın içine çok güzel bir müze kurmuş. Pessione’de başka hiçbir şey yoksa da sadece Martini Evi için gitmeye değer.

Damıtım evi, girişteki bitkileri koklayabildiğiniz, çok güzel kokan bir bölüm.

Bitkilerin çoğu Pessione’ye çok yakın bir köyden tedarik ediliyormuş.

Katedral dedikleri yerse üretim merkezi.

Şarapla bitikler dört gün metal tanklarda bekledikten sonra çökelti filtreleniyor, sonra ikinci filtreleme işleminin ardından şişeleniyormuş.

200 bin litrelik kırk tankta, senede 100 milyon şişe üretim yapılıyormuş.

Fabrikanın 6.6 milyon litre kapasitesi varmış.

Katedralden çıktıktan sonra da degüstasyon vardı: Köpüklü beyaz, Rubino ve Rosso.

Martini, kendi markasıyla yetinmeyip fabrikanın içine çok güzel bir müze kurmuş.

Pessione’de başka hiçbir şey yoksa da sadece Martini Evi için gitmeye değer.