Cumhuriyet Halk Partisi’nin kuruluşunun 100. yılı münasebetiyle tüm CHP’liler yediden yetmişe coşkulu bir kutlamayı geride bıraktı geçtiğimiz günlerde. Tüm partililerin sosyal medya hesaplarında eşzamanlı şekilde paylaşılan içeriğe ister istemez bir iletişimci refleksi ile baktım ve içeriği o gözle okumaya çalıştım. Bir iletişimciyseniz, sosyal bilimlerin ezelinden beri tartışılan “Sosyal Bilimci tarafsız olabilir mi?”ye daha da fazla maruz kalıyorsunuz; hele ki gazeteci iseniz. Biz, meşhur HİT’çiler, iletişim fakültelerinin “Gazetecilik” ve “Radyo, Sinema ve Televizyon” bölümlerine nazaran daha “Minnoş” görüldüğümüzden midir, Halkla İlişkiler ve Tanıtım’cıların iletişime eleştirel bakışı pek de ciddiye alınmaz. Ne de olsa bizim işimiz “PR”. Ama inanın o iş bile bize kalmıyor, elinizi sallasanız “PR”cı, elinizi sallasanız “Basın ve Medyadan Sorumlu bilmem neyin bilmem nesi”.
Anlatmaya çalıştığım şey medyanın Türkiye gibi, “melez demokrasi” demek zorunda kalıyorum affınıza sığınarak, ile yönetilen ülkelerde siyaset tarafından şekillendirilmesi değil aslında, burada oturup medyanın siyasete, siyasetin medyaya olan aşkından bahsedecek değilim ki bu, hepimizin malumu. Söylemeye çalıştığım, bireysel şekilde yapabildiğimiz eleştirel okuma. Elimden geldiğince yakalamaya çalıştığım bu bakış açısı ile dikkatimi, okurun aklında kalma olasılığı en muhtemel iki kısım olan ilk birkaç kelime ve son birkaç kelimeye verdim. “Kökleri yüzyıl geçmişe…” diye başlayan bu metin “CHP varsa Cumhuriyet vardır, Cumhuriyet var oldukça CHP de var olacaktır.” şeklinde bitmekte. İlk kelimeler evet, tam da konunun özü ile ilgili bir girizgah ve çok yerinde. “CHP varsa Cumhuriyet vardır” kısmı beni asıl rahatsız eden kısım oldu. CHP’nin varlığından veya Cumhuriyetin var oluşundan değil rahatsızlığım; ve hatta Cumhuriyetin varlığını kendi var oluşuna bağlayan kibrinden dahi değil rahatsızlığım. Cumhuriyet tarihini bu kadar sahiplenmiş bir siyasi partinin tek partili ve çok partili dönemdeki “kararsız” duruşunu da katmayacağım bu yazıya hatta; rahatsızlığımın sebebi bu da değil. Rahatsızlığımın tek sebebi Cumhuriyet’i tekeline alarak her söyleminde bu durumu kullanan bu siyasal partinin “söyledikleri ile yaptıklarının birbirini tutmuyor oluşu” benim rahatsızlığım.
Seçim döneminde evet hepimiz birlikte “birleşe birleşe kazanacağız.” sloganını çok sevdik, çünkü ayrışmaktan çok yorulmuştuk. Karşımızdakine sorgusuzca güvenip sırtımızı yaslayabileceğimiz “ortak”larımıza çok ihtiyacımız vardı. Yalnız taraflardan bazıları birleşe birleşe kazanmayı yanlış anlayarak “benzeye benzeye kazanacağız”ı yaşamaya başladı. Ki bu “bağzı” tarafların, kendilerinden ödün verdikçe seçim sonu sandıklarından “antipati” çıktı. Hem Cumhur hem Millet İttifakı bileşenlerine ayrı ayrı bakarsanız şayet demek istediğimi anlayacaksınız ki, kim hangi duruşundan ödün vermedi ise şu an kamuoyunda kendi tabanından “tam not” ile ilerlemekte. Fakat kim ki önüne gelen her duruma kendi ideolojisine rağmen uyum sağlamaya çalıştı ise şu an kendi tabanında sonsuz bir güvensizlik söz konusu; başta CHP olmak üzere.
Taraflardan bazıları birleşe birleşe kazanmayı yanlış anlayarak “benzeye benzeye kazanacağız”ı yaşamaya başladı. Ki bu “bağzı” tarafların, kendilerinden ödün verdikçe seçim sonu sandıklarından “antipati” çıktı.
“Cumhuriyetin yılmaz bekçisi” Cumhuriyet Halk Partisi hakkında kamuoyunun da huzurunu kaçıran, örneğin malum Sadullah Ergin adaylığı bir yana, Adalet ve Kalkınma Partisi öncülleri Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu ile ittifaka gidilmesi bile baştan aslında “n’oluyoruz?’ şeklindeydi hepimizin gözünde fakat o meşhur “birleşe birleşe kazanacağız” yok mu… Bunların hepsini yine sineye çekmiştik fakat seçim sonrası oraya çıkan, ki bence en rahatsız edici kısım burası, “danışman krizi”ydi. “Danışman olarak atandım” diyenler, “Hayır, yok öyle bir şey.” diyenler, “Atanmış da olabilir, atanmamış da olabilir” diyenler, “O zaman atanmıştı ama şimdi vazgeçtik.” diyenler… Diyenler de diyenler. CHP’nin kendi içinde hepimizin partide ne iş yaptığını bir türlü anlayamadığımız, liyakatsizce yapılmış ıvır zıvırdan sorumlu Genel Başkan Yardımcısı atamaları, üzerine malum Halk Tv “anlaşması”, Mansur Yavaş ve İ. Melih Gökçek arasında aslında o kadar da tatsız hadiseler olmadığı iddiaları “like”lar ile önümüze düşerken Cumhuriyet Halk Partili olmayan bende bile müthiş bir güven problemi oluştu, ki o 100 yıllık tarihi ile övünen partinin 100 yıllık seçmeninde yaşanan güven problemini varın, siz düşünün.
100 yıllık bir parti geçmişiniz varsa ve siz Mustafa Kemal Atatürk gibi sıradan olmayan bir parti kurucusunun koltuğunda oturuyorsanız, zannediyorum ki parti geçmişinize biraz daha hakim olmalısınız. Partiniz hangi şartlarda kurulmuş, hangi yollardan geçmiş, bu süreçte neler yaşanmış, neler kaybedilmiş, neler feda edilmiş bunları ezbere biliyor olmanız gerekir. “Kemalizm” dediğimiz ideolojinin katılığı ayrıca tartışılır fakat, dönemi “kazanmış” olmasının nedeni belki de katı ve dik duruşuydu; bilemiyoruz fakat az-çok tahmin edebiliyoruz. CHP seçmeni bu kadar “sağa-sola savrulmaya” alışkın mı yoksa bu durumdan rahatsız mı, Ali Mahir Başarır’ın “Tabanımız küsse de yine CHP’ye oy verir.” demecinde, kendine biçilmiş olan “etkisiz eleman” rolüne tepki gösterir mi, bunların hepsinin cevabını yerel seçimde alacağız.
Önümüzdeki süreçte Cumhuriyet Halk Partisinin seçimleri kazanmak gibi bir endişesi ve ideali var ise hemen şu an şu dakika genel seçimlerden bu yana izlemiş olduğu politikayı bir kenara bırakıp her şeyden önce seçmeninin güvenini kazanmaya odaklanması gerekmektedir. “Güven kazanma” dediğimiz şey ise Türkiye gibi sıcak kanlı ülkelerde aslında çok da zor bir adım değil; yalnızca biraz netlik, biraz parti ideolojisinin özellikle “Atatürkçülük”ün arkasında durma ve her zaman başkalarını eleştirirken birinci sırada saydıkları “liyakat”e önem vermekten geçiyor. Biz, yerel seçim seçmeninin istediği sadece bu.
Tabii 100. yılında sandıkta yüz yılın şokunu yaşamak istemiyorsa…