Bir mektubun elimize ulaşmasını beklediğimiz o ortalama on gün boyunca yaşadığımız heyecan, merak, özlem, o ciğerimizi dağlayan hasret durumunu artık saniyeler içinde gelen mesajlar -“sayesinde” veya “yüzünden” mi kullanacağımıza siz karar verin-  yaşayamadığımız için mi tüm öfkemiz?

Görevim itibari ile hemen hemen her hafta bambaşka demografik özelliklere sahip yepyeni insan gruplarıyla tanışıyorum ve dersimiz iletişim olduğu için ister istemez literatürün dışına çıkıp gündelik sohbetler de yapıyoruz, yapmak zorunda kalıyoruz. Çünkü, hedefimiz: İletişim.

Uzun zamandır gözlemlediğim durumların başında kendim gibi artık 40’ına merdiven dayamış ve daha da üstü yaşlarda olanların hala bir şeylere umudu kalmışken, daha düşük yaş grubuna sahip “genç”lerin-20 ila 30 yaş arasını işaret ediyorum- hayata dair hiçbir umudunun kalmamış olduğu geliyor. Bu durumu fark ettiğimden beri özellikle iletişim konusunda hangi noktada farklılaştığımızı düşünmeye de başladım. Çünkü iletişimin, yaşamsal bir öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Hayatın yapı taşlarından biri kanımca. Sosyalleşebilmemiz için, sevebilmemiz için, sevilebilmemiz için, küsmemiz için, barışmamız için, savaşmamız için, sevişmemiz için, doğmamız için ve hakkını vererek ölebilmemiz için bile; kısacası hayata dahil olabilmemiz adına iletişim dediğimiz sanatı becerebilmemiz gerekiyor. Peki iletişimi becerebilme arzusunu nerede ve neden kaybettik; bunun üzerine de çok düşündüm ve gençleri de bu konuda düşünmeye zorladım. İnsanlarla 8 saatlik mesaileri boyunca devamlı sıcak iletişimde bulunacakları, bulunmak zorunda kalacakları bir meslek seçtilerse çünkü, bunun üzerine düşünmek zorundalar. Dersimizde yazılı iletişimden bahsederken, artık mazimizde tatlı bir anı olarak kalan “mektup”tan bahsetmeye başladığımızda, iletişimden kopuşun nedenlerini karşılıklı olarak anlamaya başladık aslına bakarsanız. Hemen “Tabii ya! Teknoloji…” diyenleriniz olacaktır. Tüm suçu teknolojiye atabilir miyiz, ben sanmıyorum. Çünkü insan olmanın içinde bir yerlerde o malum mesajlaşma uygulamasında saniyeler içinde karşısındaki insana ulaşmak yerine, en kalbi duygularla kalemi kağıdı eline alıp duyguları içinden taşarcasına sözcük üretmek yatıyor olmalı diye düşünüyorum. Sanırım biz iletişimi bu çağda yalnızca karşımızdaki insana fiziki anlamda ulaşmak olarak algılıyoruz. Mesajım gitti mi veya sesim duyuldu mu, gerisi çok da mühim değil. Bir duyguya dokundum mu, o insanda manevi herhangi bir etkim oldu mu; bunlarla çok ilgilenmiyoruz. Kendimizi manevi olarak bir insana açmak, ona satırlarca içimizi dökmek, bir cümle yazıp diğer cümleye geçmeden birkaç dakika dalıp gitmek; bakın bu duyguları yaşamaya karşı bir dürtümüzün, isteğimizin kalmayışı bence insani olarak bizi çok kötü yerlere sürüklüyor. Çünkü insan olmak biraz da bu yollardan geçiyor bana kalırsa. “Sana kalmıyor” diyenleriniz de çıkacaktır. Ama itiraf edin, hepimiz bir gün posta kutumuzda adımıza yazılmış, içten, candan duygular barındıran bir mektup görmek isterdik.

Yalnız, yazımın konusu duyguların, yaşamın veya iletişimin hızlı tüketimi üzerine bir eleştiri değil. Bunun nedenlerini teknoloji çağında arayacak da değilim. Ki dedim ya, istersek uzaya çıkalım, isterseniz ışınlanma icat edilsin, manevi duyguların “insan” türünde var olması gereken bir refleks olduğunu düşünüyorum. Hepimizde o veya bu şekilde zaten var. Ve düşünün, bu duyguları hakkı ile yaşayamadığımız için mi hep gerginiz acaba? Bir mektubun elimize ulaşmasını beklediğimiz o ortalama on gün boyunca yaşadığımız heyecan, merak, özlem, o ciğerimizi dağlayan hasret durumunu artık saniyeler içinde gelen mesajlar -“sayesinde” veya “yüzünden” mi kullanacağımıza siz karar verin-  yaşayamadığımız için mi tüm öfkemiz? Hani bazı akşamlar yiyip de sindiremediğimiz yemeklerin midemizi rahatsız etmesi gibi, duyguları da ağır ağır günlere yayarak yaşamadığımız için kalbimiz de bir hazımsızlık mı yaşıyor? Bilemiyorum…

Ama bildiğim, en azından kendi yaşamımda gözlemlediğim kadarıyla, bir şey var. Bu iletişimsizlik halinin en büyük sebeplerinin başında yıllardır var olan korkunç eğitim sistemimiz bayrağı taşıyor. 40’lı yaşlarında veya daha büyük yaşlardaki dönemdaşlarım ile dersimde iletişim kurmaya çalıştığım genç arkadaşlarım arasındaki en büyük fark, bu eğitim. Hatta eğitim ve öğretim diyelim.

Bu fikrimi yıllardır dile getirmekle birlikte, son dönem öğretim sisteminde yapılan değişiklikleri heyecanla ve mutlulukla takip ediyorum. Geçtiğimiz günlerde sınıf tekrarının geri geldiğini, öğrencilerin devamsızlık durumları ile ilgili takiplerin sıkılaştırıldığını zaten okumuştuk. Özellikle bu hafta Resmi Gazete’de yayımlanan Milli Eğitim Bakanlığı Okul Öncesi Eğitim ve İlköğretim Kurumları Yönetmeliği’nde Değişiklik Yapılmasına Yönelik Yönetmelik beni çok heyecanlandırdı. Yönetmeliğe göre daha önce 45 puan olan ders geçme notunun Türkçe dersi için 70’e, diğer dersler için 50’ye çıkarıldığını öğrendik. Bu maddenin benim için ne anlama geldiğini, beni ne kadar mutlu ettiğini bilemezsiniz. Yıllardır çocukların hem derslerinde, hem sosyo-kültürel ve iletişimsel başarısızlıklarının altında yatan sebebin anadillerini layığı ile bilmemeleri olduğunu söyler dururdum. Sanıyorum Sayın Bakan ve/veya ekibi de benim gibi düşünmüş olacak ki bir insanın eğitiminin öncelikle anadilinde başlaması gerektiğine karar vermiş ve bu fikrini hayata geçirmiş.

Çünkü bakın, yıllardır kendini ifade etmekten uzak, tabir-i caizse “iki lafı bir araya getiremeyen” çok başarılı doktorlar, mühendisler, bilim insanları, akademisyenler her yerde karşımıza çıkıyor fakat ne kendilerini düzgün ifade edebiliyorlar ne de karşısında kendisini düzgünce ifade etme yetisine sahip olan insanları anlayabiliyorlar. Bu nedenle de insanlar arasında var olan iletişimsizliğe, anlaşmazlığa bir tuğla da onlar koyuyorlar. Fen Bilimciler bana kızacaktır, kızabilirler. Daha önce deneyimlemedikleri bir durumu, kişinin hayatında eksiklik olarak görmemesi normaldir. Hani şey gibi düşünün: “Kitap okumuyorum, eksikliğini de hissetmiyorum” gibi… E, hiç okumadın ki bilesin.

İletişimi hayatınızda beceremiyor oluşunuz onu önemsiz bir kavram yapmaz, kitap okumuyor oluşunuz kitap okumayı gereksiz bir aktivite yapmaz, Türkçe’ye hakim olamayışınız “Aman ne var ya, dilekçe mi yazıyoruz?” deyişinizi meşrulaştırmaz; aksine sizi komik duruma düşürür. Ve siz, giderek bir “mektup”un insanın içine nasıl dokunduğunu unutan, karşısındaki insana vakit ayırmanın değerini anlayamayan, mesajla gelen “günaydın”ın sanallığından medet uman bir “şey”e dönüşürsünüz. O nedenle Sayın Bakan’a bir iletişim ve -zaten anlamışsınızdır- mektup aşığı olarak, Türkçe’yi öğretim sürecinde hak ettiği konuma getirmeye çalıştığı için müteşekkirim.

Şimdi sizi de düşünmeye davet ediyorum, yukarıda size “sayesinde veya yüzünden mi kullanacağınıza siz karar verin” demiştim. Siz olsanız hangisini kullanırdınız? Tercihiniz sizin maneviyatınız ile ilgili çok şey söyleyecek… Ha, farkı anlayamıyorsanız da, biraz daha kitap okumanızı öneririm.