Siyaset ve politika arasındaki bu ayrımı hatırladıktan sonra bugüne baktığımızda; deprem ve sel felaketleriyle yıkılan kentlerimizin sayısının her geçen gün arttığı ülkemizde; kentlerin siyasete mi politikaya mı ihtiyacı olduğunu yüksek sesle sormamız gerekiyor. Genel seçimlerden arda kalan “siyasi” tartışmaların gölgesinde, hararetle yerel seçimlerin tartışıldığı günlerden geçiyoruz. Özellikle muhalefet cephesindeki ittifak ve değişim tartışmaları; genel seçimde iki kutuplu olan siyasi hayatımızı, yerel seçim öncesi çok kutuplu hâle getirmiş durumda. Muhalefet cephesinde siyaset yapmaya çalışan sıradan bir parti üyesinin bile atlatmakta zorlandığı genel seçim “travması” sonrası, sıradan seçmenin hâleti ruhiyesi “boşvermişlik” ve “umutsuzluk” olarak özetlenebilir. 2019 seçimlerinde Millet İttifakı’nın başarısıyla kazanılan Belediyelerden “kazanılacak-kaybedilecek belediyeler” olarak bahsedilirken; ittifakın partileri birbirine rakip olmaya doğru emin adımlarla ilerliyor. Muhalefete yönelik felaket senaryolarına, medya eliyle de pompalanan başarısızlık ve kaybetme ruh hâline sıkışmış yerel seçim tartışmalarında konuşulmayan tek bir şey var: Kentler. Yerel seçimin esas öznesi olan kentleri ıskalıyoruz.  Dar ve ufuksuz siyasetin sığlığında, kentler ve kent politikaları gölgede kalıyor.

Bu yazı, suni ve kurgulanmış olandan gerçek olana bir davet yazısı.

POLİTİKA KENTTİR VE KENTLER POLİTİKTİR Toplumsal düzeyde “karşıtların birliğini” temsil eden kent, politikanın da temellerinin atıldığı mekandır. “Politika (politics)” Eski Yunan’da “şehir” anlamına gelen “polis” kelimesinden türemiştir. Politika, kent ile başlar. “Siyaset” ise Arapça bir kelime olup, kökeni itibariyle “seyis (at bakıcısı)” ile ilişkilidir. Yani siyaset, “atın idare edilmesi”dir. Bu durumda siyasetçi de “atı idare eden” oluyor. Hatta Eski Mısır’da, kentlerin hem tanrısı hem de kralı olan firavunların taş kabartma tasvirlerinde, bir ellerinde dizginlerle temsil edilmeleri tesadüf değildir. Politikanın çıkış kaynağı “polis”ler yani kentler, insanların vatandaşı olmaktan gurur duydukları bir topluluk olarak örgütlenmişti. Bütün vatandaşların şehrin ortak işleriyle ilgilenmeleri hem bir hak hem de bir vazife olarak kabul ediliyordu. Bu kentlilik ve vatandaşlık geleneği, yüzyıllar boyunca farklı coğrafyalarda, şehir devletlerinde devam eden bir aidiyet olarak gözlemlenebilir. Ta ki Sanayi Devrimi ile birlikte kapitalizmin kentleri kuşatma altına almasına ve gururlu, vakur kentlinin birer “yabancılaşmış” üretim gücü hâline dönüşmesine kadar. AT TERBİYECİLERİNİN DİZGİNLERİNE DEĞİL, KENT POLİTİKALARINA İHTİYACIMIZ VAR… Siyaset ve politika arasındaki bu ayrımı hatırladıktan sonra bugüne baktığımızda; deprem ve sel felaketleriyle yıkılan kentlerimizin sayısının her geçen gün arttığı ülkemizde; kentlerin siyasete mi politikaya mı ihtiyacı olduğunu yüksek sesle sormamız gerekiyor. Cevap çok net: felaketi her gün yaşayan kentlerimizin “at terbiyecilerinin dizginlerine” değil, kentlerin özgünlükleri ve güncel sorunları üzerinde temellenen “politikalara” ihtiyacı var. Afetlerle yok olan şehirlerimizde hiçbir vatandaşımızı enkaz altında bırakmamak, sel sularında sürüklenip gitmesine izin vermemek; kısacası “kimseyi arkada bırakmamak”, için kent politikalarına ihtiyacımız var.
Yıkıma uğrayan şehirlerimizin bu yok oluşunun nedeninin, sermayeye ve yandaşlığa teslim edilmiş olmalarından kaynaklandığını hepimiz biliyoruz ama yeniden üretilen “kentsel rant hegemonyasına” karşı bir türlü bu döngüden kurtulamıyoruz.
SİYASETİN KOLAYCILIĞI Genel seçim atmosferinde yerel seçime doğru giderken, muhafazakâr milliyetçiliğin hakim söylemine eklemlenen anti-laik, Talibanvari çıkışlar, yalan bilgilere dayalı algı operasyonları ile bu sürecin yürütülmesi iktidarın ana hedeflerinden biri olarak görünüyor. Muhalefetin “kafayı kaldırmasına” izin vermeden denenmiş ve başarıya ulaşılmış yöntemlerle aynı siyasi popülist döngünün tekrarını yaşatmaya kararlılar. Yıkıma uğrayan şehirlerimizin bu yok oluşunun nedeninin, sermayeye ve yandaşlığa teslim edilmiş olmalarından kaynaklandığını hepimiz biliyoruz ama yeniden üretilen “kentsel rant hegemonyasına” karşı bir türlü bu döngüden kurtulamıyoruz. Bunun en önemli nedeni siyasi ve kentsel patronaj ilişkilerinin AKP iktidarı döneminde vatandaşlar açısından vazgeçilemez, istendiği zaman çıkılamayacak bir girdap hâline gelmiş olması. Sosyal hakların ve devlet güvencesinin yerini partiye sadakat/itaat aldığından, ayakta kalmak için başka bir çıkış yolunun kalmadığına dair inanç ve buhran kentlerimiz üzerine de çökmüş durumda. Bu çarkı kırmanın ve sel sularında sürüklenip gidenlere can simidi olmanın tek yolu yerel seçimler sürecinde, siyasi kolaycılığa kaçmadan politik alanda söylem geliştirmekten geçiyor.  Yerel yönetim seçimlerinin öznesinin partiler değil, kentler olduğunu hatırlatıp, yeni bir kent hareketi başlatmak gerekiyor.

Peki bu nasıl olacak?

KENT İŞİ, SANAT İŞİ…

Medyada yerel seçim sürecine ilişkin tartışmalar partiler üzerinden yürütülürken, konuşan bilirkişilerin uzmanlıklarına bakıldığında, ağırlıklı olarak; gazeteci, araştırma şirketi sahipleri ve hukukçular tarafından sürdürüldüğünü görüyoruz. Bu eksendeki tartışmaların siyasi arenanın dışına çıkıp, kentlerin kronik sorunları ve kent politikalarına dair bir bilgi üretmesi elbette beklenemez. Tartışmaların bir süre sonra siyasi magazin ve partilerin kulis bilgileri etrafında dönüp durması da bunu kanıtlıyor zaten.

Konunun esas muhatabı olan ve çalışma alanı kentler olan meslek odaları ve akademinin ilgili bölümleri ise konunun tamamen dışında kalmış durumda. İktidar tarafından sürekli baskı altında tutulan meslek odaları, neyle, nasıl mücadele edeceğini şaşırmış durumda sürekli basın açıklamaları yaparak, davalar açarak kentlerdeki kanun tanımaz hegemonyaya karşı sesini yükseltmeye çalışıyor. Çok değerli ve dünyadaki kent üzerine tartışmaları çok yakından takip eden akademi camiamız ise üretiyor, düşünüyor, tartışıyor. Ancak Türkiye’de hiçbir dönem beceremediğimiz gibi bugün de akademinin bilgisi siyaset alanına sirayet edemiyor. Siyasal partilerin yönetim kadrolarında ve Mecliste kentler üzerine uzmanlaşmış kadroların yokluğu nedeniyle de siyaset akademiden beslenemiyor ve kent üzerine bütüncül politikalar üretilemiyor. Bu kısır döngüden çıkmak için siyasi partilerin kentlere ve belediyelere bakış açısını değiştirmesi gerekiyor. Öncelikle kent ve kent yönetiminin bir kamu görevi olarak, siyasetin kayırmacı kolaycılığına teslim edilemeyecek kadar önemli bir görev olduğunun idrak edilmesi gerekiyor. Örneklerini çok yaşadığımız, “kendi adamlarına teslim edilmiş” belediyelerin ve etki alanı olan kentlerin durumları ortadayken, başarı için ne olmaması gerektiğini yeterince deneyimlenmiş olmalı.
Kent ve kent yönetiminin bir kamu görevi olarak, siyasetin kayırmacı kolaycılığına teslim edilemeyecek kadar önemli bir görev olduğunun idrak edilmesi gerekiyor.

Kenti yönetmenin ve planlamanın bir sanat işi olduğuna inananlardanım. Çok katmanlı bir toplumsal organizma olarak kentlerin, içinde barındırdığı birbirine karşıt öğeyi, düşünceyi, talebi, farklı var olma biçimlerini; birbiriyle uyumlu özgün bir bütün hâline getirmenin yolu, kenti bir sanat eseri olarak ele almakla mümkün. Ancak bu bakış açısıyla, kentlerin biricikliğini (özgünlüğünü) korurken bir yandan da belediyecilik hizmetlerinde üst bir standart yaratılabilir.

ÂDEM-İ MERKEZİYETÇİ KENT HAREKETİ

Her kentin kendine özgü karakteri ve sorunları var. Merkeziyetçi bir anlayışla en tepeden bütüne ilişkin alınan kararların, TOKİ’nin tüm coğrafyaya yayılan beton bloklarıyla, karakterini kaybetmiş kentlere dönüşeceği ise bir başka görsel deneyim olarak dikkate alınmayı hak ediyor.

Bu nedenle muhalefet partileri yerel seçim sürecinde “Âdem-i Merkeziyeçi” bir anlayışla; genel siyasi tartışma ve kutuplaşmadan sıyrılıp, yerinden yönetim modellerinin en güçlü savunucusu olmayı başarmalıdır. Yerel seçim sürecinin, öznesi “kent ve kentlilerin sorunları” olan bir eksene taşınması gerekiyor.

Yazımın başlığında, bu yıl UNESCO Dünya Mimarlık Başkenti ödülünü alan Kopenhag şehrinde gerçekleşen Dünya Mimarlar Kongresi’nin “Kimseyi Arkada Bırakmamak” temasını ödünç aldım.

Yakın zamanda derin acılar yaşayan kentlerimizde çok sayıda vatandaşımızı arkada bıraktık, bırakmak zorunda kaldık. Yaşadığımız çaresizlik duygusunu sıradanlaştırmamak için siyaset alanının dışında bir başka kent mücadelesini ve hareketini başlatmanın zamanı gelmedi mi?

Kimseyi arkada bırakmayacağız. Başladık ve devam edecek.