Türkiye’de adaletsizlik ve hukuksuzluktan en çok etkilenen kesimlerin başında KHK’lılar geliyor. Adeta sudan sebeplerle işlerinden olup tekrar işlerine dönmesi zorlaşan ve pek çok sebeple kamu hizmetinden ve özel sektörde çalışmaktan “men edilen” bu kesimin dertlerini KHK’lı bir ceza hukuku doktoru Günal Kurşun anlattı. Ben KHK’lıyım. Biliyorum, damgalanmış birisi gibi konuştum, ama durum gerçekten de öyle. KHK, yalnızca 150 binden fazla kamu çalışanını işinden atan bir uygulama değil, aynı zamanda da bu insanları toplumdan soyutlayan, temel insan haklarını kısıtlayan bir araç olarak uygulandı. 6 yıldır bu uygulamanın çeşitli yönlerden baskıladığı insanlar, neredeyse en temel vatandaşlık haklarını kullanamadılar. Yalnızca kamu sektöründe çalışamamaktan söz etmiyorum, özel sektörde de çalıştırılmadılar. Mesela Adana’da bir öğretmen, KHK’lı olduğu için iş bulamayınca hemen her mahallede bulunan zincir marketlerden biriyle görüşüyor ve kabul alıyor. Elbette, asgari ücretle… Evraklarını tamamlayıp işe başlayacağı aşamada marketin yöneticisine SGK İl Müdürlüğü’nden telefon geliyor, “teröristi işe almak üzeresiniz, o kişi KHK’lı, bize talep gelince sistemimizde kırmızı ışık yanıp uyarı yazısı çıkıyor, emin misiniz?” Böyle bir telefon konuşmasından sonra hangi market yöneticisi risk alır ki? Mesele yalnızca çalışma hakkıyla sınırlı değil elbette. Çalışamayan KHK’lıların herhangi bir sigortası da olmadığı için, hasta olursanız gideceğiniz şehir hastanesinde sağlık hizmeti de alamıyorsunuz. Bunu önlemenin tek yolu, genel sağlık sigortası kapsamında talepte bulunup aylık 194 TL tutarındaki priminizi her ay kendiniz ödemeniz. İki ay ödenmediği durumda yine sağlık sigortasından yararlanamayacaksınız. “Ucuz bir meblağ, ödesinler” demeyin, hiç para kazanamayan, çocuğuna süt alamayan, bırakın lüks harcamaları, en temel insani ihtiyaç alımında kırk defa düşünmek zorunda olan insanlar için ucuz bir meblağ değil o! Hiç iyi bir şey olmayacak mı? Ben bu satırları yazmak için bilgisayar başına oturduğumda güzel bir haberle de karşılaştım. Eskiden Hukuk Fakültesinde öğretim üyesi olmanın verdiği refleksle, internetten ilk önce Resmi Gazete’yi açtım. O da ne? Anayasa Mahkemesi, avukatlık talebinde bulunan, ilgili barosu ve Türkiye Barolar Birliği bu talebi uygun görüp baro levhasına kaydını yaptıkları halde Adalet Bakanlığı tarafından “hakkında verilmiş mahkûmiyet kararı var” denerek dava açılan, bir ay sonra da avukatlığı düşürülen eski bir hâkim hakkında, “mahkumiyet kararı henüz kesinleşmemiştir, masumiyet karinesi diye bir şey var, bireyin hakkı ihlal edilmiştir” anlamına gelen bir karar vermiş. Harika, çünkü ben de aynı durumdayım! İstanbul Büyükada’da 2017 yazında önce göz altına alınan, daha sonra da tutuklanan insan hakları aktivistlerinden biri olduğum için 100 günlük Silivri eğlencesi sonrası serbest bırakıldığım halde, yargılamanın sonunda 25 aylık hapis cezası aldım. “Örgüte üye olmamakla birlikte yardım” suçundan. Hangi örgüt olduğu mahkeme sırasında çok sordum, “kokteyl örgüt” yanıtını aldım. Dosyam Yargıtay’da iki yıldır hareketsiz biçimde bekliyor, onanırsa yatarımdan kalan 88 günlük cezamı tamamlamak üzere tekrar cezaevine gireceğim. Olsun, Anayasa Mahkemesinin kararından ben de yararlanabileceğim, çünkü eski hakimle aynı tünelden ben de geçtim, hem de iki kez… Benim de 23 sene önce aldığım avukatlık ruhsatnamemi ve masumiyet karinesini yok sayarak avukatlık yapmam idare mahkemesi kararıyla iki defa engellendi. İki dosyam da Danıştay’da sıra bekliyor. Olsun hemen bir dilekçeyle oradaki dosyaya yeni emsal kararı ekleteyim diye düşünüyorum. Peki, Danıştay’daki hakimlerin masumiyet karinesinden haberleri yok mudur? Mutlaka vardır, olmuştur. Benim dosyamda, o eski hâkim beyin dosyasında, benzer beş bin KHK’lı hukukçunun dosyasında karar veren idare mahkemesi hakimlerinin, bölge idare mahkemesi başkan ve üyelerinin masumiyet karinesi gibi, hukuk fakültelerinin mini mini birinci sınıflarına öğretilen en temel kuralı bilmemeleri mümkün mü? Bilirler elbet, Danıştay üyeleri de biliyorlardır. İçlerinde masumiyet karinesi hakkında makale ve kitap yayınlayanlar var; ama bu ülkede bilenler bilmeyenlere hiç anlatmıyorlar ki… Bilenler de duruma göre ya bildiklerini unutuyorlar ya da bilmiyormuş gibi davranıyorlar. Altı yıl sonra, “züğürt tesellisi”… O yüzde yazının başında güzel bir haberle karşılaştım dedim. Masumiyet karinesi gibi çok temel bir hakkımızın altı yıl sonra tespit edilerek sahibine, ülkenin en üst düzey mahkemesinin kararıyla teslim edilmesi güzel tabii, ancak küçük bir sorun var: Ömür geçti. Böyle olacağını az çok 12 Eylül sonrası, 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’yla üniversiteden ihraç edilen öğretim üyelerinin macerasından biliyorduk. Onlar yedi yıl sonra kürsülerine dönebildiler, ama insan ömrünün ortalama yetmiş sene olduğu, çoğunluğu kırklı-ellili yaşlardaki KHK’lıların şunun şurası verimli yaşayabilecekleri 15-20 yılları kaldığı göz önüne alındığında altı yıl beklemek… En verimli çağlarını bekleyerek geçiren bir kitleye uygulanan nefret söylemi en başlarda bir AKP yöneticisinin ağzından “ağaç kökü yesinler” cümlesiyle telaffuz edilmemiş miydi zaten? Hiçbirimiz o ağaç kökünü yemedik.
En verimli çağlarını bekleyerek geçiren bir kitleye uygulanan nefret söylemi en başlarda bir AKP yöneticisinin ağzından “ağaç kökü yesinler” cümlesiyle telaffuz edilmemiş miydi zaten? Hiçbirimiz o ağaç kökünü yemedik.
Toplumu, özellikle de muhalefeti bölmek, bir “ustalık eseri” değil mi onlar için? Bölünmemeye çabalıyoruz. Şu anda sıradan insanlar da değil, politik olarak bilinçli, eğitimli kesimde bile “KHK’lıların sorunları büyük oranda çözüldü” algısı yok mu sanıyoruz? Hiçbir sorunumuz çözülmedi ki! Bu algıda, durmuş bir saatin günde iki kere doğruyu göstermesi misali, birkaç ayda bir güzel kararlar veren yüksek yargının kabahati çok büyük. Aslında yaşıyor taklidi yapan bir Anayasa Mahkemesi, ceza hukukunun temel kuralları uygulanıyormuş gibi yapan bir Yargıtay, beyin ölümü gerçekleşmiş kişinin bazı kaslarının oynaması gibi “Lazarus refleksi” gösteren bir Danıştay’ımız var. İlk derece mahkemelerinde görev yapan yargı mensuplarını ayrı bir kategoride değerlendirmem gerek, çünkü onlar “büyük baskı altındalar”. Yazık tabii, onların da çocukları var büyük şehirde iyi okullarda okumak isteyen, onların da eşleri lojmana yakın bir okulda öğretmenlik yapıyor, iyi-kötü kurulu düzenleri var. Şimdi bir tayin, olmadık bir Doğu Anadolu ilçesine, olmaz yani, ne gerek var. İşte o büyük baskı, hoşa gitmeyen kararların verilmesini engelliyor, örneğin masumiyet karinesi gibi çok temel hukuk kurallarını uygulatmaz hâle dönüştürebiliyor, hatta “ya tutuklarsın, ya tutuklanırsın” özdeyişiyle özetlenen şekilde, aslında hiç inanmadıkları bütünüyle hukuka aykırı kararları vermelerini sağlıyor. Peki ya haysiyet? Öyle ya, haysiyetiyle taksi şöförlüğü yapsa, lojman, tayin, makam arabası olmayacak. Çünkü bizim KHK’lıların çocukları iyi okulda okumasa da olur, eşleri “aman eşimden ötürü beni de atarlarsa” diyerek her türlü haksızlığı sineye çeker… İnsan olanın, yaşadığı anın farkında olmamasına imkân yok. Sadece KHK’lılara değil, şu anda görev yapan hâkim-savcılara da bu yaşadıklarını yaşatanlar dışında -ki onların en büyük cezalarının yaptıklarının farkında olmaları olduğuna inanıyorum-, durumdan memnun olan da yok. Hâkim-savcılardan kahraman olmalarını beklemek yerine, gerçekten tarafsız ve bağımsız yargılama yapabilecekleri bir atmosferi yeniden kurgulamamız gerekiyor. Bunu yaparken de o atmosferi zehirleyebilecek her türlü faktörün, başta siyasi baskının engellenmesi koşuluyla. Bu Türkiye’de yapılabilir mi? Çok zor, ama mümkün. Mesele, şu anda toplumdan böyle bir talebi yükseltebilmekte. Mesela “hâkim-savcılar üzerinde o kadar baskı kurdun ki, aslında hukukun gereği olan ama senin işine gelmeyen hiçbir kararı korkudan veremiyorlar. Sırf bunun için sana oy vermeyeceğim” diyen kaç seçmen var? Toplumdaki soyut adalet talebinin ne kadar somutlanabildiğini ya da gerçekten böyle bir talep olup olmadığını önümüzdeki ilk seçimlerde hep birlikte göreceğiz. İktidarın tekrar seçilmesi olasılığında ise, her şey şimdi olduğundan daha kötü olacak, ama şu da bir gerçek ki bu kötü durumda en az etkilenen kitlelerden biri KHK’lılar olacak. Malum, en alttaki düşse de o kadar acıtmıyor, daha çok can acıtan, yukarıdan düşmek. Hazır mıyız?