Kemalizm, düşünsel arka planını ve fikri altyapısını büyük ölçüde Rönesans ve Aydınlanmanın pozitivizmine dayandırıyor ancak Türkiye’deki Aydınlanma’nın başka bir gözde değerlendirilmesi gerekiyor. Tarık Çelenk Türkiye Aydınlanmasını, Avrupa Aydınlanma’sıyla karşılaştırmalı olarak inceledi.
Sayın Kılıçdaroğlu’nun dindar mahallenin talebi üzerine geçenlerde gerçekleşen helâlleşme toplantısı duygusal ve mahiyeti itibariyle oldukça dikkat çekiciydi. Bu toplantı önceki temaslar dikkate alındığında terapistlerin de ilgisini cezbedecek düzeydeydi ve belki de en sahici olanıydı. Zira mütedeyyin mahalle, Kılıçdaroğlu’nun çabalarını başından beri ciddi bir kuşkuyla karşılamıştı ve bu toplantıları, önceki yıllarda Adnan Oktar grubunun Atatürkçü camiayla, Gülen grubunun ise sol ve liberal camiayla kurduğu yapay ilişkilerle benzeştiriyordu. Bu son toplantı, muhtemelen, bu özdeşime dair ezberin bozulmaya başlayışını teşkil edecek nitelikteydi.
Ancak tam da bu arada, Türkiye’nin en saygın psikologlarından biri olan Prof. Dr. Üstün Dökmen’in “Başörtülüden terapist olmamalı” demeci yavaş yavaş kabuk bağlamaya çalışan bu yarayı tekrar kaşınmasına neden oldu. Türkiye’de ciddi bir kesim Dökmen’in bu çıkarımından başörtülülerin ikinci sınıf vatandaş olduğunu kastettiği anlamını çıkarmakta. CHP’yi merkezine alan politik kesim ise bu durumun kendilerinin mahalleyi ikna çabaları bağlamında çok gereksiz ve zamanlaması uygun olmayan bir çıkış olduğu kanısında.
Aslında kendi yaşım kadar Erzurum’dan hukukum olan Üstün Ağabey, özel hayatında dini inanç ve pratiklerini disiplinli olarak yaşamaya çalışan birisi. Annesi Sabahat Hanım Cumhuriyetin ilk döneminin altın kuşağından. Kendisi hem o zamanın İstanbul Üniversitesi Tarih bölümünü hem de Hukuk Fakültesini çift anadal yaparak bitirmiş. Mithat Sertoğlu’nun arkadaşlarından. Sabahat Hanımın babası da Abdülhamid’in saray ekibinden. Sabahat Teyze döneminin sıkıntılarını yaşamış, Atatürk’ü sanırım dünya gözüyle de görmüştü. Annesi de, Üstün Dökmen gibi, özel hayatında itikatlı ve pratikleri uygulamaya çalışan samimi bir Müslüman, ancak Atatürk devrimleri ve aydınlanma anlayışına da sıkı sıkıya bağlı bir insandı.
Bazen Üstün Ağabeyi zamanı durdurmak şartıyla, bir yönüyle Atatürk’ün eğitim politikalarının yılmaz bekçisi, İnönü döneminin milli eğitim bakanı Hasan Âli Yücel’e benzetirim. Yücel de özel hayatında mutasavvıf bir Müslümandı (muhtemelen başta Atatürk ve arkadaşlarının birçoğu da böyleydi). Bugünden farklı olarak, o nesiller mutlak bir özel alan-kamusal alan ayrımı yapmayı, özel alanda Müslümanlığa samimi hislerle tâbi olurken, kamusal alanda Cumhuriyetin “sivil din” olarak tesis etmeye çalıştığı seküler ulus-devlet yurttaşlığını tümüyle benimsemiş ve bu ikili dengeyi yaşamlarına tatbik etmişlerdi.
Türk tipi Aydınlanmanın hedefi İslami skolastik bakış açısının şekillendirdiği Anadolu’da bir zihniyet devrimi gerçekleştirmekti. Bu noktada Aydınlanmacılarımızın felsefi referansı on sekizinci yüzyıldaki Fransız Aydınlanmasıydı.
Öte yandan, insanların özel alanında İslam varlığını kendi rutini içinde sürdürürken kamusal alanda İslam’ın etkisi kırılmaya çalışıyordu ve bu, en baştakilerden en alttakilere dek, inanan herkes için zorluk yaratıyordu. Örneğin, annemlerin lisede okuduğu 1931 basımı tarih kitabında Hz. Peygamber’in (a.s) ilham yanılgısından, meleklerle cinlere nasıl samimi inandığından ve döneminin çok özel bir düşünürü olduğundan bahsedilmekteydi. Babam da bilimsel olarak evrenin nasıl bir tesadüfle oluştuğunu lise ders kitaplarında okuduklarını anlatırdı.
Yani gündelik pratikle, devletin aşılamaya çalıştığı bilgi kaynakları birbiriyle ince bir gerilim içindeydi. Hiç şüphesiz, Cumhuriyetin veya Türk tipi Aydınlanmanın hedefi İslami skolastik bakış açısının şekillendirdiği Anadolu’da bir zihniyet devrimi gerçekleştirmekti. Bu noktada Aydınlanmacılarımızın felsefi referansı on sekizinci yüzyıldaki Fransız Aydınlanmasıydı. Teorideyse, Cumhuriyetin kurucu kadroları dâhil, 1870’li, 1880’li yıllarda doğanlardan 1910’lu yıllarda doğanlara kadar genişçe bir nesli gençliklerinden itibaren etkisi altına alan Auguste Comte’un pozitivizm anlayışı ve 1880’lerden 1960’lara kadar tüm dünyaya etkisi yayılan sekülerleşme üzerine kurulmuştu. Pozitivist yaklaşım, dünyayı ve toplumsal yaşamı tümüyle dünyevi unsurlarla açıklamayı ilke edinmiş; III. Cumhuriyet dönemi Fransa’sının Kilise karşıtı atmosferiyle ve Bismarck Almanya’sının Katolik Kilisesine karşı açtığı kültür savaşıyla yükselen bir anlayışla, yukarıda belirttiğimiz nesillere hem Fransız hem Alman modelini sunmuştu.
Temelde Aydınlanmacılık gibi, pozitivizm de ilerlemeci bir tarih ve toplum tasavvurunu benimsiyordu. Bu yolda bir toplum mühendisliğini de olanaklı kılıyor ve şehirlileşen kitleleri belli bir din-dışı ahlaki prensip çerçevesinde terbiye etmeyi amaçlıyordu.
Yararlandığımız Fransız Aydınlanması Batıdaki birçok Aydınlanma gibi referansını 16. yüzyılın Rönesans birikiminden almaktaydı.
Bu Avrupalı kaynakların etkisi altında şekillenen Kemalizm toplum mühendisliği konusunda belli ölçüde başarı edebildi. Belki de bizi bir Üçüncü Dünya ülkesi olmaktan kurtardı. Ancak devrimlerin yan etkileri olarak bugünlere, parçalanmış ortak aidiyet ve kutuplaşma sorununun da mirasını bıraktı.
Yararlandığımız Fransız Aydınlanması ise Batıdaki birçok Aydınlanma gibi referansını 16. yüzyılın Rönesans birikiminden almaktaydı. Rönesans, pek çok bakımdan, bugünleri şekillendiren felsefe ve bilimsel devrimlerin belirleyicisiydi. Rönesans’ın ne anlama geldiği ve içeriği ne yazık ki Türkiye’de yeterince incelenmedi. İttihatçılığın aceleciliği gibi, Kemalist Aydınlanmacıların da eylem önceliği yüzünden bu büyük konu ülkemizde pek anlaşılamadı.
Genellikle sanata açtığı yeni kapılar üzerinden yorumlanan Rönesans, özünde ilerlemeci bir tarih anlayışı içermiyordu. Tersine, Rönesans’ın anlam arayışı tamamen gerçeği antik bir geçmişte aramaya dayalıydı. Yani yüzü ileriye değil, geriye dönüktü. Rönesans’ın farklı yerlerdeki filozofları, başta Bruno, Agrippa, Campella ve Ficino Antik Yunana ve Roma’ya, Akdeniz uygarlığının engin birikimine dönüp bakarak bir yeniden doğuşu aramıştı.
Daha sonra, onların etkisiyle Kopernik, Newton, Descartes ve Leibniz gibi kuramcılar Antik Mısır ve Antik Yunan dönemlerine ait metafiziğe ilgi duymuşlardı. Kadim irfan ve hermetik geleneği Kiliseyle uzlaştırarak dünyaya yeni bir yorum getirmeye çalıştılar. Dahası, Rönesans düşüncesi hiç de modern seküler bir hat üzerinde ilerlememişti. Ortaçağ skolastiklerinin ve onların alternatiflerinin merak konularından bazıları, modern bilimsel devrimleri yapanların zihin dünyasında epey büyük bir yer tutuyordu. İroniktir ki bu isimler, Pisagor ile sayıların gizeminden, simyadan ve doğal büyüden yola çıkarak maddenin çekim gücünden fizik dünyanın deneysel modelinin oluşumuna öncülük ettiler. Paganlık ve mistik Hıristiyanlıktan gelen kaynaklarla modern bilimin temellerini oluşturdular.
Bizde tanımlanmış bir “Karşı-Aydınlanma” hareketi olmadı. Ancak Filibeli Ahmet Hilmi, İsmail Hakkı İzmirli, Peyami Safa, Nurettin Topçu, Cemil Meriç ve Erol Güngör gibi düşünürlerin arayışlarını kısmen bu tanıma yaklaştırabiliriz.
Bu hermetik (yorumlamacı) gelenek, İttihatçıların ve Cumhuriyetin kurucu yöneticilerinin de bir kısmının üye olduğu Masonluk, Gül-Haç Kardeşliği ve Altın Şafak Cemiyeti gibi inisiyatik elit örgütlerde hep devam etti. Bu örgütler Aydınlanma felsefesinin, modern bilimin, merkantilist ve kapitalist ticaret ağlarının ve dünya siyasetinin şekillenmesinde (rollerini çok abartmamak gereğiyle birlikte) hep yer aldılar ve Batı modernitesinin (gizemli ama) olağan bir parçası kabul edildiler.
Bu hattın beslendiği düşünce akımlarının bir kolu daha olduğunu belirtmek gerek. Katı ve sömürge kültüründen beslenen Fransız Aydınlanmacılığına karşı Alman İdealizmini ve Romantizmi kaynak alan Hamann, Herder, Fichte, Schelling, Hegel, Schleiermacher, Schopenhauer’in öncülük ettiği metafiziği de göz önüne alan bir yaklaşım Alman Aydınlanmasının bir yerinde hep var oldu. Oxford Üniversitesinden Prof. Isaiah Berlin, bu akımı “Karşı-Aydınlanma” olarak isimlendirip ele aldı ve başka referanslarla güncelleştirdi. Benzer şekilde, Püriten bir yorum esaslı Jonathan Edwards ve Thomas Jefferson’ın öncülük ettiği on sekizinci yüzyıl Amerikan Aydınlanması da dini bir hoşgörüyle şekillenip on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl boyunca Fransız pozitivizminin mirasına karşı bir duruşu temsil etti.
Bizde tanımlanmış bir “Karşı-Aydınlanma” hareketi olmadı. Ancak Filibeli Ahmet Hilmi, İsmail Hakkı İzmirli, Peyami Safa, Nurettin Topçu, Cemil Meriç ve Erol Güngör gibi düşünürlerin arayışlarını kısmen bu tanıma yaklaştırabiliriz. Bu yeni kavramsal anahtarlarla kendi modernite tecrübemize baktığımızda, özel alanda dindar, kamusal alanda seküler olan simaların zihin dünyalarından başlayıp bu ayrımın kökenlerine inebilir; yüzü geriye dönük olarak ilerleyebiliriz.
Rönesans’ın yeniden doğuş anlamı gibi, Türk düşünce dünyası da kendi köklerine ve evrenselleşmiş asli ve alternatif tüm kaynaklara komplekssizce bakıp bir yeniden doğuş, bir diriliş tecrübe edebilir. Tabii bunun için evvela Rönesans döneminin yani erken modern Avrupa’nın şafağının doğru okunması, anlaşılması gerekmektedir. Görüldüğü gibi karşı aydınlanma dahil düşünce tarihi modern dönemde birçok aydınlanma ile tanıştı. Bilimsel düşüncenin en cazip yanı da müphemlik kavramıdır.
Terapist tartışmalarının ardında Kemalist aydınlanmanın bizlere hangi tip aydınlanmayla rekabetçiliği sağlayabileceğini veya müphemliğinin neden olamayacağını dün için olmazsa bile bugün için sorgulatması gerekiyor.
İşte o zaman, basmakalıp ve yüzeysel ifadelerle “Aydınlanmacı”, “gerici” gibi kavramlar yerine bunların ayrıntıda çok büyük ölçüde çeşitlendiğini, sınırların zannedilenden çok daha geçişken ve müphem olduğunu görürüz. Daha açık, daha derinlikli bir entelektüel altyapı eşliğinde konuşabilme imkânı buluruz. İşte o zaman başörtülü ya da Atatürk rozetli terapist olur mu tartışmalarını daha doğru bir yerden yapabiliriz.