Söyleşi: Aylin Kaplan Fotoğraflar: Hakan Bintepe KarmaDrama, binbir emekle açılmış bir tiyatro. Her sezon özenle seçilmiş ve çalışılmış oyunlar, mekanın tasarımından oyunların üretimine kadar alternatif bir çaba... KarmaDrama’nın öyküsü Beyoğlu’nda başlıyor. 2010’da zirve yapan “soylulaştırma” projesi onların da kendilerini Beyoğlu’nda yabancı ve rahatsız hissetmelerine yol açıyor. Böylece KarmaDrama Kadıköy’e taşınıyor ve yoluna burada devam ediyor. Söğütlüçeşme’de metrobüsten indiğinizde rahatça ulaşabileceğiniz, düzayak bir mekanda, KarmaDrama sahnesinde buluşuyoruz Damla Özen ve Togay Kılıçoğlu ile. Daha sonra anlıyorum ki mekanın her şeyi bilinçli ve özel olarak tercih edilmiş. Söyleşiye başlamadan önce Özen kahvelerimizi hazırlıyor. O sırada yoldan geçerken selam verenleri, yorulup kapının önündeki sandalyede oturan yaşlı bir kadını, ziyarete gelen dostları görüyorum. KarmaDrama yalnızca bir tiyatro değil, daha söyleşiye başlamadan bunu anlıyorum. O, mahallenin yerleşik ve çok da sevilen bir parçası. Bu yüzden “Tiyatro bir temas işi; sokakla, semtle...” derken yoldan geçen mahalleliye el sallamaları daha anlamlı oluyor. KarmaDrama ailesi yarışmalardan, daha doğrusu yarıştırılmaktan hoşlanmıyor. O yüzden kendi alternatif ödül törenlerini oluşturmuşlar: “Körler sağırlar birbirini ağırlar!” KarmaDrama, mekanıyla, kadrosuyla, oyunlarıyla, felsefesiyle, kente, topluma bakışıyla sizi şaşırtacak, mutlu edecek ve mutlaka uğramalıyım dedirtecek bir tiyatro. Gelin şimdi Damla Özen ve Togay Kılıçoğlu ile sohbetimize kulak verin. Damla Özen ve Togay Kılıçoğlu, ikisi de tiyatro sanatçısı. 2009’da tanışmaları üzerine hayatları da kesişiyor. Birlikte yaşamaya karar verdikten sonra aynı zamanda sanatsal olarak da bir arada olmaya, birlikte bir şeyler yapmaya karar veriyorlar. Karmadrama’yı da 2009’da kurmuşlar, “O da birlikteliğimizle aynı yaşta” diyorlar. Damla Özen de Togay Kılıçoğlu da o zamanlar Beyoğlu’nda Galata civarında yaşıyorlarmış. Orada Dans Buluşma adlı sahnede çalışmalarını yürütürken bir yandan da mekan arayışları başlamış. Galata’nın o döneminden bahsederken Özen,“Sıkıntılı zamanlarıydı. ‘Soylulaştırma’ projesinin ivmelendiği, pik yaptığı noktalardandı” diye anlatıyor. Mahalledeki insanlarla ilişkileri iyi olmasına rağmen tiyatro için tuttukları bir yerde başlarına gelenleri hiç unutmadığını söylüyor: “Bir yer tuttuk, tokalaştık, anahtarı aldık falan. Sonra geri aldı...” Kılıçoğlu: İçki içecek misiniz, çok ses çıkar mı, çok gürültü yapar mısınız, çok insan gelir mi diye sordular. Eee tiyatroya insan gelsin diye uğraşıyoruz! [caption id="attachment_56666" align="aligncenter" width="696"] Damla Özen[/caption] Özen: Ben bi dakika neden bu soruları soruyorsunuz geçen sefer sormadınız böyle sorular dedim. Burada şekerci dükkanınız var, bu mahallenin insanısınız, bu mahallede esnafsınız... Biz de dükkanınıza talibiz. O günlerde bir hafta önce şey olmuştu hatırlar mısınız; Tophane’de bir resim galerisine saldırı olmuştu. Bu yüzden mi böyle yapıyorsunuz, içki falan soruyorsunuz diye sordum ben de. Geçiştirdi. Dedim ki, içki içmeyiz falan demem size, niye diyeyim. Biz içeriz. Ama tabii ki burada alkol satacak, alkollü bir mekan açacak değiliz. Ama sizin bunun altında sormak istediğiniz başka bir şeyse biz zaten bu yatırımı hiç yapmayalım. Kılıçoğlu: Sonra rant yükseldi zaten, evler için de dükkanlar için de geçerli. Oradaki soylulaştırma ya da soysuzlaştırma neyse, bin liralık yerlere 2 bin 3 bin eurolar istenmeye başlandı. 40-45 yıllık esnaflar, avizeciler, camcılar , kuru temizlemeciler... Bunlar çok eski kökenli esnaflar, bunların dükkanları satın alınmaya başlandı birtakım ticaret erbapları tarafından. Onlar mesela kuru temizlemeciyi alıp füzyon mutfağı kurdular. Camcıyı, içinde bir tane iki tane çok özel (!) giysi satılan dükkanlara çevirdiler. Doğal olarak sokak birdenbire değişmeye başladı. Sonra bu dükkanları satın alanlar orada kuru temizlemeci, tesisatçı olmamasından şikayet etmeye başladı! Ee sen aldın ama adamın dükkanını, 45 yıllık geçmişini, tarihini aldın! 2010 kültür başkenti meselesiyle başladı bu iş. 2010 müthiş bir kırılmaydı. “YUVAYA, KADIKÖY’E DÖNELİM” Özen, Galata’daki dönemi “Biz kültürel olarak da yabancı kaldık oraya, uyum sağlayamadık yaşayan olarak. Füzyon mutfak... Şehirliyiz ama yine de ekmek banarak yemek yediğimiz bir kültürümüz var” diye anlatıyor. Kılıçoğlu ise yaptıkları işin, tiyatronun insana değen bir şey olduğuna dikkat çekiyor ve ekliyor: “Kocaman bir tabakta küçücük bir yemek getirip önüne konduğu zaman, ve hesap istendiğinde sadece bir kağıtla muhatap oluyorsam, mekanla irtibat kuramıyorsam benim için yabancı bir unsur olur. Bir irtibatım, temasım yok. Git buradan diye itiyor.” Özen ve Kılıçoğlu, 2010’da kentin hızlanan dönüşümüyle birlikte tiyatro yaptıkları ve evlerinin de bulunduğu sokağın proje sokak olmasının ardından “Hadi yuvaya dönelim, Kadıköy’e dönelim” dediler ve Karmadrama’nın Kadıköy’deki, çocukluklarının da geçtiği yerdeki öyküsü böylece başlamış oldu. “TİYATRO BİRAZ DA TEMAS İŞİ...” KarmaDrama’nın sokakla, semtle kurduğu ve de kurmak istediği ilişkiyi aslında Galata öyküsünü dinlemeden de hissedebiliyoruz. Kılıçoğlu’nun sohbetimiz sırasında “Tiyatro biraz da temas işi...” derken kastettiği, rahat ulaşılabilir, dışarıdan görünebilir olması, komşu esnafın sohbetimize başlamadan önce gelip hasta olan Kılıçoğlu’na geçmiş olsun diye iyi dileklerini sunabilmesi, ya da bir başka komşunun kızının düğünü olduğu için prömiyere gelemediğine üzülüp diğer oyunun ne zaman olduğunu sorması... Özen de KarmaDrama’nın mekanının düzayak olmasını, girişinin yekpare cam olmasını bilinçli olarak tercih ettiklerini ve hep böyle bir mekan aradıklarını söylüyor: “Sokaktan geçen birinin rahatça içeriyi görebileceği ve girebileceği bir mekan... Biz bireysel olarak da sınıfsız bir dünyaya inanan insanlar olarak ürettiğimiz sanatın mekanına da sanatın yapılış şekline de yansımasını istiyoruz. Sanat bir zümreye ait değildir. Gombrich der ‘Sanat adı verilen bir şey yoktur aslında, yalnızca sanatçılar vardır’; herkes sanatçıdır. İfadedir çünkü bu. O yüzden biz herkesle temas edebilecek kadar iletken bir biçimi olsun istedik mekanın.” SANATIN SÖYLEDİĞİ SÖZLE DIŞARIDAKİ İNSAN ARASINDAKİ BİR KÖPRÜ Kılıçoğlu: Bir köprüsün çünkü sen. Sanatın söylediği sözle mahalledeki, dışarıdaki insan arasındaki bir köprüdür tiyatro. O sözü bu mekan bağdaştırıyor, buluşturuyor. [caption id="attachment_56660" align="aligncenter" width="696"] Togay Kılıçoğlu[/caption] Mahalledeki insanlar ya da oyuna başka yerlerden gelenlerden mekanın şeffaflığına, oyuncularla iç içe olmasına dair nasıl tepkiler verdiklerini soruyorum. İlk yanıtı Kılıçoğlu veriyor: “Aşure bile getiriyorlar.” Özen de bu açık biçim, küçük salonların daha eskiden başladığını da hatırlatarak izleyicilerin samimi ve sıcak bulduklarını, sevdiklerini, seyirci olarak deneyimlediklerinde de çok mutlu olduklarını anlatıyor. GÜN YÜZÜ GÖRMEDEN, ŞEHRİ GÖRMEDEN GİDİLEN TİYATROLAR... Kılıçoğlu: O alışılmış ezberin dışında bir yapısı var. Biz de böyle bir şey istiyorduk. Normalde nasıldır tiyatrolar; bir sürü merdivenle aşağı indiğin ya da yukarı çıktığın yapılardır. Buraya baktığınızda da aslında evet belki bir cafe olabilir, insanların bu kadar kolay ulaşabildiği şey o oluyor çünkü. Tiyatroya bu kadar kolay ulaştıklarını görünce insanlar önce şaşırıyorlar. O ezber  bozuluyor. İçeride oyun seyredip deneyimleyen de açık alanla çok yakın temas halinde bir oyun seyrettiğinde ilk başta rahatsız oluyor; çünkü oyuncu, bir-bir buçuk metre ötesinde oynuyor ve çok gerçek. Ama oyunun sonunda müthiş etkilenmiş olarak çıkıyor. Mesela bir akademisyen arkadaşımız tiyatro mekanları üzerine tez yazıyor. Bütün mekanları geziyor, bize de geldi. ‘Ben bir tiyatroya gittim gün yüzü görmedim, yolculuğum dahil. Şehri görmeden, insana değmeden ben tiyatroya ulaştım, oyun bitti tekrar şehri görmeden evime gittim. Çünkü metroyla gidiliyor, yeraltında metrodan indiğin istasyondan direkt o salona çıkış var. Eee ben sokakla temas etmeyen bir şeyi nasıl kabul edebilirim. Ama tezime bunu da almak zorundayım. Ama sizin burası direkt temas eden bir yer. İki ucu görebiliyorsunuz’dedi. Eskilere bakın Kenter Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu bunlar mesela girişinin bileseremoniyle, burası tiyatro diyen o ruhu taşıyan; fuayesine girdiğinizde inanılmaz hoş... AKM keza, Küçük Sahne, Taksim Sahnesi, Aziz Nesin... Bunların bir ritüeli var. Baktığınızda bu kırmızı halı, camdaki perde bile (oturduğumuz yerdeki halıyı ve girişteki perdeyi işaret ediyor) bu ritüellerden bir tanesi bir izlek. Bunlar işte o sıcaklığı katıyor insanlara. "98 YAŞINDAKİ ANNAANNEMİZ DE GAYET RAHAT GELİYOR" Diğer türlü bilmem kaçıncı katta merdivenle çıkılan bir yerde asansör de yoksa siz belli bir seyirci kapasitesini, yaş grubunu, öteliyorsunuz. Ama buraya engelliler de gelebilir, 70-80 hatta 98 yaşındaki annaannemiz de gayet rahat geliyor, giriyor ve oyunu seyrediyor. Özen: Bir kere zaten ailelerimiz giremeyecekse neden yapıyoruz! Kılıçoğlu: Neden biz birtakım bedensel sıkıntılarla daha da fazla zorlayarak, zaten gelmesini istediğimiz seyirciyi öteleyelim ki. Burası bir su deposuydu, Salı Pazarı’nda su satanların su depoladığı bomboş bir dükkandı. Biz aldık yeniledik bu hale getirdik. Baktığınızda metrobüs, otobüs, minübüs, otopark tüm ulaşım olanaklarının yakınında. SEYİRCİMİZ EN BÜYÜK ÖDÜLÜMÜZ KarmaDrama sanatın ödüllendirilmesi konusunda da altentif bir bakış açısına sahip. karmadrama.com internet sitesine girdiğimizde bizi “Seyircimiz en büyük ödülümüz. Meslektaşlarımızla yarıştırılmak ve ödül için oyun oynamak istemiyoruz. Jüri kimliğinizi kapıda bırakıp gelirseniz, başımızın üstünde yeriniz var. Çünkü bizim için en değerli ödül, seyircilerimizin varlığı ve alkışları olmuştur her zaman” sözleri karşılıyor. Ben de, yarıştırma ve yarıştırılma konusunda ne düşündüklerini soruyorum. Özen: “Ödüller dünyada da bizde de her yerde var. Aslında teşvik edici, onore edici de olabilir. Ama yarıştırıyor? Özen: Sadece yarıştırmakla da kalmıyor aslında. Rekabet dediğimiz şey kapitalizmin tam da kendisinin en çok nemalandığı, ürün topladığı alan. Öyle bir şey yaptığınız zaman bu sefer nitelik-nicelik birtakım kriterlerden ödün vererek devam etmeye başlıyorsunuz ve genel geçer şeylerle hareket ediyorsunuz. (Bu sırada yoldan geçen bir tanıdık el sallıyor ve Özen özür dileyerek konuşmaya ara verip el sallayanın yanına gidiyor. Kılıçoğlu ile devam ediyoruz.) Kılıçoğlu: Devlet seni sanatçı olarak tanımıyor. Sanatçının tanımı yok çünkü. Girin bakın yasada böyle bir tanım yok. Ticari kodlamadan bahsediyorum, bir doktorun, mühendisin, konsomatrisin hepsinin var, tiyatro sanatçısının yok. Bu acı bir şey. Sosyal bir devlet mantığı ile insanlara kültür sunayım diye bir tanımlama yoksa eleştiri mekanizması da olamıyor. Eleştiri mekanizması nedir, oyun seyredeyim bu konuda bi şey yazayım. O da muallakta ve kaypak bir zeminde duruyor. Çünkü altı dolu değil. Halbuki bir sürü tiyatro eleştirmenliği ve dramaturji bölümleri var. Buradan mezunlar var ama buna teşvik edilmiyor ya da tercih etmiyorlar. Bu kısmı da geçtim bir de şu var; ödül verelim! Peki kim denetleyecek, kim kriter olarak değerlendirebilecek. Orada da ahbap çavuş ilişkileri devreye giriyor. ‘Siz bize bilet verin de biz size ödül verelim’... Böyle ödül mekanizması mı olur!Bu danışıklı dövüş. ‘Sen bana bedava bilet ver, ben seni seyredeyim, sonra geleceğim ödül vereceğim!’ Medyada bu hale gelmeye başladı; ‘Sen bana şu kadar bilet ver, ben senin hakkında istediğini yazayım.’ Ama yaptığımız şey bu değil ki. Bazı ekipler ve bazı tiyatrolar var olmaya çalışınca bu tuzağa düşüyorlar. Ödül için oyun yapalım, ses getirsin... KÖRLER SAĞIRLAR BİRBİRİNİ AĞIRLAR ÖDÜL TÖRENİ Özen: Hiç sansüre gerek yok; bu bayağı körler sağırlar birbirini ağırlar durumu. Her yerde böyle çünkü buradan nemalanıyorlar. Bunun da bir ligi var, biz futbol takımı mıyız! Hadi onlar milyon dolarlar kazanıyor, ya biz! Herkes bir lige aitmiş gibi davranıyor halbuki öyle bir şey yok. Tekrar söyleyeyim bu körler sağırlar birbirini ağırlar durumu. Biz de buna karşıyız. O yüzden adını “Körler sağırlar birbirini ağırlar” koyduğumuz bir ödül törenimiz var. Herkes almak istediği ödülü alıyor. Mesela Van’da da biri tiyatro yapıyor ve ben şu ödülü almak istiyorum diyorsa mail atabilir biz de yollarız. Bütün ödüllerin sadece İstanbul’da oynanan oyunları gözetmesinden de söz ediyor Özen ve Kılıçoğlu. İnternet sitesinde de tüm bu eleştirileri nedeniyle “Bizi birbirimizle yarıştırmayın” yazdıklarını söylüyorlar. JÜRİ KİMLİĞİNİ DIŞARIDA BIRAK, GEL Kılıçoğlu: Birlikte yol almamız lazım, meslektaşız biz. Bu sokakta yan yana beş tane tiyatro olduğunu ve beşinin de Hamlet oynadığını düşünün. Beş tane yoğurt yiyişi var yiğitlerin. Özen: Beş Hamlet izleyeceksiniz, bundan büyük zenginlik mi olur. Kılıçoğlu: Ama beşi birbiriyle yarışmaya kalkarsa hepsi mesela “Ben 8.30’da oynayacağım” derse... Herkes farklı saatte oynasın birini kaçıran diğerine gelsin, herkes mutlu olsun. Ama hayır, çünkü bu temelde devletten gelen sosyal olmayan zihniyet yavaş yavaş sirayet edinceinsanlar da birbirini kırmaya başlıyor. O zaman beni neden yarıştırıyorsun! Bizim çok iyi, çok sevdiğimiz arkadaşlarımız var; o ödül mekanizmasının jürisindeler. Sınıf arkadaşımız olan var, can ciğer arkadaşlarımız var... Özen: Hocalarımız var... Kılıçoğlu: Gelme, demiyoruz tabii ki. Biz şöyle diyoruz: “Jüri kimliğini dışarıda bırak, gel. Başım üstüne. Ben sana davetiye de vereyim. Ama ben jüriyim bana davetiye ver deme sakın.” "TOPLUMUN HIZLI TÜKETTİĞİ UNSURLARI KULLANARAK REKLAM YAPMAK, BUNUN ÖZRÜ YOK" Özen: Çok önemli hocalarımız vardı, mesela Sevda Şener, şimdi aramızda değil. Eskiden bir oyun çıktığı zaman o oyun için nasıl bir eleştiri yazacak diye beklerdik. Dekorundan oyunculuklarına, ekolüne, kostümlere, ışığına her şeyine mutlaka bir dipnot verirlerdi ve bunlar bir ışık tutardı. Ama bu şu demek değil: Bu oyun harika, muhteşem, gülmekten gebereceksiniz falan! Düşünebiliyor musunuz, böyle bir cümle kurarak bir oyunu methetmek kadar alçaltıcı bir şey olamaz. Kılıçoğlu: Toplumun hızlı tükettiği unsurları kullanarak reklam yapmak, bunun özrü yok. Hak veriyorum çünkü evet bir yanı ticari bir mesele. Çok ünlü birisini oynattığınız zaman onun üstüne yüklenirsiniz, insanlar onu görmeye gelecek, onu da anlayabilirim. Fakat o kişinin ünlülüğünün üstüne bütün oyunu kurduğunuz zaman oyunun yazarı, içeriği yok oluyor. Nasıl sahnelenmiş bunlara bakmayıp kim oynamış, komik mi... ama bunlar değil ki kriterler. Kim yazmış, kim yönetmiş, eskiden bunlardı önemli olan. Özen: Biz hiçbir şekilde ne mağduruz ne de mağduriyet çıkarıyoruz. İktidarı da falan da gölge etmesinler başka ihsan istemeyiz. Bir tercihimiz var. Bu tercihin “koşulsuzluktan” gibi algılanmaması gerekiyor. Koşulsuzluktan değil, biz bunu tercih ettik. Bu alanı, bu metrekareleri  tercih ettik. Onun için burada var oluyoruz. Ve insanlarla öyle iletişim kurmaya çalışıyoruz. Kılıçoğlu: “Alternatif tiyatrolar” denir mesela. Yanlış bir terminolojidir bu. Tiyatronun alternatifi tiyatro olamaz. Alternatif mekan olabilir. Ama aynı tiyatroyu yapıyoruz. Aynı tiyatro sanatını aynı kurallarla gerçekleştiriyoruz. Sunuşumuz, yazışımız; alternatif bir yorumla sahnelemek diyebiliriz. Bu çok keyifli bir iş. Elbetteki gönüllülük istiyor. O başka ama biz, bu şartlarda bunu yapmayı tercih ettik. Anlatmayı istediğimiz hikayelerimiz var. O hikayelerin en etkili bir şekilde ulaşabildiği birebirlik bu. Böyle bir mantıkla gidiyoruz. Yoksa “onlar da fakir” yok öyle bir şey. Biz burayı elimizde hiç paramız yokken tuttuk ama bir sahnemiz oldu. Hayallerimiz vardı. “OĞLUM HEP İNTİHARI DÜŞÜNÜYORDU, ŞİMDİ ARTIK DÜŞÜNMÜYOR” Özen: Soma’ya gittik mesela katliamdan sonra. Kukla perdesi gönderdik vs. Şimdilik sokak tiyatrosu yapıyor oradakiler. Belli yerlerde salonlarda oynuyorlar. Soma’da Mekansızlar diye bir tiyatro var, içlerinden bir tanesi de gerçekten madenci. Siz orada mı çalıştınız? Özen: Soma Katliamı’ndan sonra tanıştık ve ilişkimizi devam ettiriyoruz hala. Oradaki çocuklara gittik, oyun oynadık. Kılıçoğlu: Kütüphane yaptırdık mesela oraya. Sahne dışında da birçok alanda da faaliyet gösteriyorsunuz, Soma örneğinde olduğu gibi. Biraz bunlardan bahsedebilir misiniz? Özen: İstanbul Modern’de görme engellilerle çalıştık. Kılıçoğlu: Drama tekniklerini kullanarak heykel ve heykel sanatını anlattık. Onlar kendileri yaptılar. Diyalize bağlı gençlerle çalıştık. Evden diyalize, diyalizden eve giderlerken biz araya tiyatroyu soktuk. Onlar tiyatroyla uğraşmaya başladılar. Hayata tutunma sebeplerinden oldu. Bir veli vardı, gelip dedi ki “İyi ki bu çalışmayı yaptınız. Çünkü benim oğlum hep intiharı düşünüyordu, şimdi artık düşünmüyor.” Depremden sonra Van’a giden ekipler de vardı... Kılıçoğlu: Biz de götürmek istedik oyunumuzu ama götüremedik. Dediler ki sizin oyun açıkta oynanabilecek bir oyun değil. Kapalı mekana da oradaki kimseyi sokamazdık depremden sonra. Boynumuz büküldü. Yapamadık dedik. Bir şey yapmak istedik olmadı dedik. Birkaç ay sonra Ataşehir ya da Kadıköy Belediyesi’ydi, dedi ki biz oradaki bütün gençleri buraya getirdik. Hepsini bir tiyatroya götürmek istiyoruz, 100 kişi falandı. Biz de Halis Kurtça Kültür Merkezi’nde oynuyoruzo sırada. Hayatlarında ilk defa tiyatro seyredenler vardı. Biz yine oynamış olduk yani onlara. Özen, daha küçükken ailesinin kendisini AKM’ye götürdüğünü ve buralarda tiyatronun gönlüne düştüğünden bahsediyor. Ve AKM’nin şimdiki halinin ne kadar acı verici olduğundan... Kılıçoğlu: Biz belki en zor tarafını seçmiş durumdayız. Sadece bir eser yaratıp sahnede eseri seyirciye sumak değil bizim yaptığımız. İnsana değen sanat üretmeye çalışıyoruz. Özen: Sınıf ayrımı kalkıyor ortadan, çünkü kolektif bir iş yapıyoruz. Hiyerarşi yok. Evet günlük hayatın bir parçası. BENİM KOMŞUM TİYATRO Kılıçoğlu: Geçen sezon Kadıköy Tiyatroları Platformu’nun, bizim de dahil olduğumuz, ortak bir projesi vardı. O projenin isim annesi Damla’dır: “Benim komşum tiyatro.” Nedir bu; buradaki tiyatrolarla mahalleleri paylaştık. Bize de düşen iki mahalle vardı. İki mahalleden müracaatlar geldi. İşte kadınlar, erkekler, gençler, yaşlılar herkes var. Seyirci yetiştirmek üzerine bir projeydi bu. Seyirci bu işin mutfağını öğrensindi. Onları oyuncu yapmak, onlara oyun oynatmak değildi. Bu fuayeden girdiğinden itibaren burası nasıl inşa edildi, ticari olarak nasıl dönüyor, bir oyuna nasıl hazırlanılıyor, bir oyuncu ne gibi kaygılar duyuyor, ne gibi kaynaklara başvuruyor... Bütün hepsini öğrensin. Ve dört ayın sonunda bu insanlar artık müşkülpesentler olmaya başladılar çünkü seyrettikleri şeyi sevmemeye başladılar. Her şeyi alkışlamıyoruz artık dediler. Özen: Biz buranın inşaatına başladığımızda yan komşumuz olan amca geldi, “Ne yapıyorsunuz?” diye sordu. “Tiyatro” dedik. “Böyle tiyatro olmaz” dedi. Tabii alıştığının dışına. İlk önce öyledir ya hani bize bir tık mesafeli gelen şeyi iteriz. Öyle amcacığım, falan dedim. Şimdi torununun da elinden tutup getiriyor çocuk oyunlarına. Yavaş yavaş, temas ede ede, değe değe… Bu temasın Ovacık’a kadar uzadığını anlatıyorlar. Mesela Ovacık belediyesi çok iyi bir örnek. Ovacık Belediyesi’nden bugün ballarımız geldi. Hepimiz burada bal, nohut, fasulye alıyoruz. Bu dönemlerde kilo kilo ballar, fasulyeler, nohutlar oluyor burada. Çünkü orada iyi bir şeyler oluyor. Kılıçoğlu: Adını baştan koymak gerekiyor. Ben para kazanmak için yapıyorum diyorsan öyle de. Ben ticaret yapacağım, para kazanmak için tiyatro yapıyorum de. Biz mesela insana değmek için, insan biriktirmek için tiyatro yapıyoruz. Bir derdimiz var insana anlatmak için, tabii ki biz de para kazanacağız. Ayakta durması gerekiyor ki buranın biz de insanlara anlatabilelim. Tamam ama asli işimiz en önce para kazanmak değil. BÜYÜK YATIRIMLI MEKANLAR DA YÜZDE 18 KDV ÖDÜYOR BİZ DE! O yüzden ambalajlayıp, süsleyip, püsleyip sunmuyorsunuz... Kılıçoğlu: Biz büyük yatırımlı, ardında holding destekli mekanlarla mücadele edemeyiz. Onun koyduğu prodüksiyonlarla, yurtdışından getirdiği birtakım müzikallerle nasıl mücadele edeyim. Ama işin adaletsiz tarafı şu: O da yüzde 18 KDV ödüyor ben de. Burada tekrar sosyal devlete gidiyoruz. Devletin kültür sanat politikası yok. Pırlanta yüzde sıfır. Tamam pırlanta kadar değerli görmeyebilirsin ama... “DON CORLEONE; ARTIK LEGALLEŞMEMİZ LAZIM DER...” Özen: Kapitalizm öyle bir şey ki; ben kansere benzetiyorum, sürekli metastaz yapıyor ve sürekli daha güçlenerek, yok edene kadar ilerliyor. Metalaştığı zaman biz nasıl sanattan bahsedeceğiz, içerikten bahsedeceğiz, insanlara ulaşmasından ve insanlara bir katkı, bir alan açması, bir pencere açmasıyla ilgili konuşacağız? O yüzden bence mesela büyük yatırımlı salonların Türkiye’deki varlığı yekten uzun uzun konuşulacak bir şeydir. Çünkü tekeldir. Ve o tekelle birlikte ben bugün büyük yatırımlı ve vakıflarca desteklenen hiçbir büyük tiyatro festivaline bilet alamaz oldum. Mesleğim, öyle değil mi? Yurtdışından gelecek şeyleri izleyebilmeliyim. Yok, yapamıyoruz. Zenginler için bu şey gibi, God Father’da çok güzel anlatır onu Don Corleone; artık legalleşmemiz lazım der. Çünkü o kadar bıkmış ki kandan, ölümden, vakıf kuruyor! Bu onun gibi bir şey. Sürekli oluyor; “Afrikadaki açlar için hep birlikte bir foundation kurduk” çok şahane! Geçen Louis Vitton bileklik gördüm instagramda, gerçek deri kullanıyor, o bilekliği aldığın zaman Ortadoğu’da bir çocuğa yardım etmiş oluyorsun, aa hadi ya! Alabilen kim? Neden? O yüzde 1. Sonra “Louis Vitton’dan bilekliğimi aldım rahatladım”. Değil işte! “SEVMİYORUZ ÇÜNKÜ BANKALARI” Özen: Biz minimal yaşamaya, nasıl yaşıyorsak o şekilde konuşmaya çalışıyoruz, mümkün olduğunca böyle bir düsturla ilerlemeye çalışıyoruz. Kredi kartı geçmiyor burada, biz de kullanmıyoruz sevmiyoruz çünkü bankaları. Kılıçoğlu: Burada nescafe içemezsiniz, coca cola yok. Meyve sıkacağı var mesela, kışın meyve alındığında meyve sıkılır. Özen: Erenköy Şerbetçisi arkadaşımız... Kılıçoğlu: Türk Kahvesi vardır, filtre kahve de Kurukahveci Mehmet Efendi’den alınır, gibi... Tiyatro öğrencileri, konservatuvar öğrencileri kimliğini gösterdiğinde parasız girerler buraya. Çünkü nasıl öğrenecekler, bizle nasıl meslektaş olacaklar yarın öbür gün? Örnek görmesi lazım. Ben burada bir öğrenciye 100 lira desem nasıl verecek o parayı, veremez. Biz ki para kazanan insanlar olarak festival yapıldığında İKSV’nin tiyatro festivaline para verip gidemiyoruz. Ne ustalar geliyor... AVM’LERE KARŞI AVR’LERİ KURDUK Özen KarmaDrama’nın girişinde bulunan cam rafı göstererek “Baktık ki alışverişten azade edemiyoruz kendimizi o zaman AVM’lere karşı AVR’leri başlataım dedik. Alış Veriş Rafları kurduk” diyor. KarmaDrama’nın girişinde bizi karşılayan rafta KarmaDrama ailesinin tanıdıklarının kendi ürünleri sergileniyor ve onlarla dayanışma amaçlı satılıyor. Özen anlatıyor: Arkadaşlarımızın el emeği göz nuru şeyler. Kübra’nın reçelleri var mesela, kendi yapıyor kendi paketliyor getirip koyuyor. Bir arkadaşımızın kız kardeşi var, oğlu ile yaşıyor, onun yaptığı takılar var. “Kadın Sesleri” kitabı var, kadınların yazdığı kadın öyküleri. Hatay’dan salça var, tuzlu yoğurt var; onları da İstanbul’dan Hatay’a yerleşen arkadaşlarımız üretiyor. Erenköy şerbetlerimiz var... Muğla’ya yerleşen bir arkadaşımız, ki özellikle ağaç kesmiyor; kurumuş, kesilmiş, doğada o halde bulduklarını alıp işleyip o şekilde ahşap oyuncaklar yapıyor. Yani alışveriş mi yapacaksınız, buyurun! Bunun illa bir marka olmasına gerek yok. Büyük markaların hali zaten ortada, çocuk işçi çalıştırıyorlar, insani olmayan koşullarda ucuz işçi çalıştırıyorlar... [caption id="attachment_56662" align="aligncenter" width="696"] Alış Veriş Rafları (AVR)[/caption] Kısa AVR turumuzun ardından Özen mekanda kullandıkları malzemeleri anlatıyor. Mekanda “ekopan” diye bilinen bir malzeme kullanılmış. Ağaç olmayan, geri dönüşüm ile yapılan bir malzeme. “ÜRETİMİMİZİ DE DÖNÜŞTÜRE DÖNÜŞTÜRE VAR ETMEYE ÇALIŞIYORUZ” Mekanda bulunan diğer ihtiyaçlar, dekor  malzemeleri hepsi bugüne kadar hem kendilerinin hem dostlarının biriktirdikleri, anıları olan şeyler. Bugüne kadar ellerinde tuttukları ya da arkadaşlarının evinde olup da kullanmadıkları malzemelerle bezenmiş. Özen devam ediyor: Meyve sıkacağımız hediye, o duvardaki annemin gelinliği, Togay’ın teyzesinin pikabı... Hepsinin bir hikayesi var. Kapının önünde duran sandalyeler oyunda kullanıldı mesela. Hep dönüştürerek, ziyankarlık etmeden, yaşamda kapladığımız alanla birlikte üretimimizi de dönüştüre dönüştüre  var etmeye çalışıyoruz. Sanat aslında herkese temas edebilir bir şey, öyle olmalı.Biz mesela burada Salı ve Cuma günleri pazardan dönen teyzelerle de o temas halindeyiz. Pazardan torbalarıyla dönenler kapımızın önündeki sandalyelerde oturup mola verirler. “SANAT BİR SINIFA AİT DEĞİL” Sanat o kadar erişilemez bir şey değil. Bir sınıfa ait değil. Neden insanlar bu kadar robot gibi yaşasınlar. Neden insanlar bu kadar antidepresan kullansınlar. Bir sürü şeyle sağaltabilirler. Bu sağaltmanın, biraz olsun düşünmeye başlamanın, sorgulamaya başlamanın en güzel yollarından bir tanesi. Tiyatro, tiyatrodaki mekanın kullanımı, sanatın ne olduğu ve olması gerektiği üzerine sohbetimizin ardından soruyorum; “Peki ya insanlar size nasıl ulaşabilir?” Özen yanıtlıyor: Bize ulaşmak için web sitemizi kullanabilirler: karmadrama.com. Ama eğer yok yetinmem diyen olursa, mesela ben öyle bir insanım gerçek ses duymak istiyorum, sitemizde iki tane telefon numarası var biri Togay’ın, biri benim. Kılıçoğlu:Tiyatronun telefonu olarak verdiğimiz numaralar bizim kendi telefonlarımız. Araya sekreter falançıkmaz. Direkt ya Damla ya bana ulaşabilirler. Özen:Telefonla ulaşmak dışında buraya gelerek de bilgi alabilirler.Pazartesi hariç genelde açığız. Sosyal medya hesaplarımız da var (Twitter: @karmadramasahne) Kılıçoğlu: Biletlerimizi de direkt buradan alabilirler. Hiçbir online satış yeri ile çalışmıyoruz. Çalıştık ağzımız yandı. KARMADRAMA EKOL BAŞLIYOR Özen: Atölyelerimize gelirsek, çocuklarla tiyatro yapıyoruz, yetişkinlerle yapıyoruz, bir de Cumartesi sabahları tai chi chuan var. Kılıçoğlu: Bunların dışında 2 senelik bir okul açtık. Profesyonel meslek edinmek isteyenler için. Ocak’ta başlayacak. Şuan kayıt formu doldurup başvuru yapılabilir. KarmaDrama Ekol ismi, 7 eğitmenin 2 sene boyunca sanat tarihinden sahne ve rejiye kadar; ses, şan eğitimine kadar... 2 sene boyunca haftanın 3 günü sabah 11’den akşam 7.30’a kadar süren bir eğitim olacak. Bir yılda 600 saatlik bir dersten bahsediyoruz. Başından beri konuştuğumuz şeyler hep bizim bakış açımıza yönelik üretimler. Biz nasıl bir eğitim isterdik, nasıl bir şey olmalıydı dediğimizde verdiğimiz yanıtı uygulamaya çalışıyoruz. Amacımız insanları oyalamak, onların parasını almak değil. Sadece para kazanmak için yapmıyoruz bunu. [caption id="attachment_56663" align="aligncenter" width="696"] KarmaDrama'nın bugüne kadarki oyunlarının afişleri[/caption] Atölyelerden bahsettikten sonra oyunlara geliyoruz. Bugüne kadar neler sahnelendi, yeni sezonda KarmaDrama izleyicileri hangi oyunları seyredecek? Kılıçoğlu anlatıyor: Bu sezon dört yeni oyun var, geçen sezonki oyun da devam ediyor. Ama önce en başından anlatmaya başlayayım. “Pablo Neruda Lütfen Ölmeyin Sevgili Ozan” adlı oyunu, Pablo Neruda’ın 1965-1973 yılları arasındaki hayatını, onun günlüğünden, romanlarından, onunla ilgili bir oyundan derleyerek yapmıştık. Daha sonra Arnold Wesker’in “Kökler”i, işçi sınıfını anlatır ona bir yorum getirdik. “Kahvede Şenlik Var”, Sabahattin Kudret Aksal’ıniki döneminin ara geçiş dönemi eserlerindendir ve kocaman bir şiirdir aslında. Günümüz bakış açısıyla baktığınızda tamamen postmodern teknikle yazılmış bir eserdir. İnsan ilişkileri, kadın erkek ilişkileri, evlilik, şirketler evlilikleri, ülke evlilikleri... bütün hepsini yorumladığımız bir eser oldu. “Kod Adı Limonata”, bir kadın ve bir erkeğin iki jenerasyonun, Avrupa ve Amerika kültüründe yetişmiş iki insanın bir gününü anlatır. “Paplo Neruda Lütfen Ölmeyin Sevgili Ozan”ı 2014’te revize ederek yeniden sahneledik. Özen: O neden önemli, çünkü “Lütfen Ölmeyin Sevgili Ozan” aslında kendi ülkelerinden sürgün edilen ozanları anlatacak bir çatı. Kılıçoğlu: Evet bu bir çatı aslında. Daha sonra bunun serisi olan eserler de gelecek. Bu ana başlık. Kendi yerinden yurdundan edilmiş, sürgün edilmiş, ötelenmiş bütün ozanları anlatmak derdimiz. Hatta kendi ülkesinde sürgün hayatı yaşamış olanlar... İlk akla gelen Nazım Hikmet vardır mesela ama biz herkesin ilk aklına gelen isimleri değil de; Halil Cibran’ı işlemek istiyoruz mesela. Can Yücel mesela, kendi ülkesinde ötelenmiş ve dışlanmış bir şairdir, ozandır. Dünya üzerindeki böyle ozanları bulup anlatma projesi aslında. “Zeytin Çekirdeği” bir kadın yazarın eseri. Bu Dersim’deki bir kayıp kuşağı anlatır. Üç kuşak kadın hikayesi. Anne, onun kızı ve onun da kızı ve bu üçünün bir hesaplaşması bir hastane odasında. Dördüncü kuşak gelirken... “Neon”, Civan Canova’nın bir eseri. Sağolsun bizim ilk göz ağrımızdı Civan abi, “Alın oynayın” dedi, hiç oynanmamıştı. Özgür Erkekli yönetti. Damla ile ben oynadık. Çok keyif aldığımız bir oyundu. Özen: “Kod Adı Limonata”yı da biz Türkçe’ye kazandırdık KarmaDrama olarak. Kılıçoğlu:Evet onu Damla çevirdi ve Türkiye prömiyerini yaptık. Özen“Zeytin Çekirdeği” de dünya prömiyeri oldu. O da yeni bir oyundu  ve yazan kişinin ilk yazarlık ve yönetmenlik deneyimiydi. Kılıçoğlu: “Nigar” bir dans performans. Bir genç kızın ilk aşık olduğundan evlenmesine ve evlilik yaşamına kadaki süreci 40-45 dakikalık bir sürede tek bir dansçının dansla anlattığı bir eser. Özen: Aytül Hasaltun’un projesidir o. Kılıçoğlu: “Kelebek Etkisi”, ismi değişerek “Kelebek Etkisi” oldu. Mustafa Gezer’in “Al gülüm ver gülüm” adlı eseri, Damla’nın gönlüne tiyatroyu düşüren hocasıdır. Ona bir saygı duruşu olsun diye... “Bu Anlamlı Günde”, Zeynep Kaçar’ın eseri. Zeynep aynı zamanda KarmaDrama Ekol’deki eğitmenlerimizdendir. Tiyatro tarihi dersleri verecek. Bu oyunda da medyayı anlatıyoruz. Medyanın aslında bize nasıl yalan söylediği üzerine bir eser. Gördüğümüz şeyle gerçek olan arasında aslında ne kadar fark olduğunu, biz arada neyi kaçırmışızı anlatan bir oyun. “Bitik”, üç genç insanın yaşam mücadelesindeki açmazlarını anlatan bir hikaye. İngiliz şair ve rap sanatçısı Kate Tempest’ın yazdığı bir oyun. Eray Kahya çevirdi ve yönetti. Türkiye prömiyerini yapmış oldu. Bu sezonun ilk yeni oyunu. İkinci oyun olarak “Sonu Yok”geliyor. Aytül Hasaltun’un projesi. Anlatı ve dans performans, üç kişilik bir oyun ve kendisi de yer alacak. Sonraki proje Aristophanes’in “Eşek Arıları”. Bir Antik Yunan uyarlaması, ben yönetiyorum. 7 kişilik bir ekip halindeyiz. Bunları daha ilerleyen zamanda oynayacaksınız değil mi? Özen: Evet. Ekim boyunca “Bitik” var. 11 Kasım’da “Sonu Yok”,  24 Kasım’da “Eşek Arıları” girecek. Kılıçoğlu: Ve son proje, 5 Ocak’ta da Erasmus’un “Deliliğe Övgü” adlı romanını oyunlaştırdık, o girecek. Nuri Görsev tek kişilik bir performans olarak oynayacak. Böylece biri geçen sezondan, dördü yeni oyun olmak üzere toplam 5 oyunla bu sezonu geçireceğiz. “BİR SANAT ÜRETİMİNE ‘STANDART’ KELİMESİNİ SOKAMAZSINIZ” Özen: Tiyatro sanatı kolektiftir. Bizim burada amacımız bir çatı olmak. Genelde özel tiyatrolar, kuran kişilerin isimleriyle anılır. Mesela “Bitik” için dediler ki, “Sizin projeniz değil sandık.” Neden? Çünkü Togay’ın da benim de adımız yok. Halbuki diyoruz ki, biz aslında vesileyiz. Her şeyi biz yönetelim, oynayalım değil. Böyle olmasın. herkesin bir yerden başlaması gerekiyor. Birilerinin de ilk yönetmenliğini, oyunculuğunu bir yerlerde yapması gerekiyor. Farkettiyseniz afişlerde hiç fotoğraf yoktur. Togay’ın kendi tasarımlarıdır hepsi. Daha evrenseldir. Arayışımız da o yönde. Onun dışında afişlerimiz dikdörtgendir. Aslında sahne açmamızı hızlandıran faktörlerden de biri afiş tasarımımızdır bizim. Diyeceksiniz ki, “Ne alaka?” Şöyle; belediyelerin salonlarını kiralamak istediğinizde 50’ye 70 afişler istiyorlar. Bu standardımız dediler. Biz böyle kaldık, standart mı! Bir sanat üretimine siz “standart” kelimesini sokamazsınız. Bizim afişlerimiz oralara sığmıyordu. “Kendi sahnemizi açalım da istediğimiz boyutta afiş olsun...” dedik. Yani buraya üçgen bir afiş de asılabilir bir gün. “SPONSORLAR” DÜKKAN SİZİN KÖŞESİNDE Son olarak “sponsorları” konuşarak sohbetimizi bitiriyoruz. Özen kurumsal bir sponsorları olmadığını söyleyerek bize “Dükkan sizin...” köşesini gösteriyor ve anlatıyor: Ticari olarak çok efektif bir durumda olmadığımız için kurumsal bir sponsorumuz olmadı. Ama böyle dükkan sizin diye uzun bir listemiz var. Ailelerimiz başta olmak üzere, arkadaşlarımız, dostlarımız, Gezi dostlarımız... Gezi ile birlikte kocaman daha büyük bir aile olduk ve gerçekten dayanışmanın tadını, güzelliğini yaşadığımız bir şey çıktı ortaya. İyi ki de oldu!