Pazar Politik

Kapkaranlıktan aydınlığa?

Abone Ol
Türkiye toplumunu dönüştürecek olan  ve ne yazık ki her gün sağlamlığı ve sınırları ciddi biçimde sınanan ve kollanması gereken başka bir GPS’tir: Gelişmiş Psikolojik Sistem.

Loading...

Geçen hafta Türkiye’nin alacakaranlık kuşağında ürpertili bir bekleyişte olduğunu yazmıştım. Değil bir haftada, aynı gün içinde gelen haberlerle alacakaranlık kuşağının kapsama alanı giderek genişliyor. Üstelik sürpriz beklentisi sarkacının dramatik uçları arasındaki mesafe ve salınımların hızı da artıyor. Örneğin, kah Mor ve Ötesi, Fazıl Say, Aynur Doğan, Pervin Chakar-İklim Tarkan konserleri, çeşitli üniversitelerin yıl sonu şenlik ve yörelerin festivalleri, kamusalda özgürlük talepleri, bilim, spor ve sanat alanlarındaki başarılarla umutlu. Kah yoksulluk, açlık, güvenliksiz seçim endişeleri, muhtelif yasaklar, hukukun kilit muhalif siyasi aktörler ve meseleler için adaletsiz araçsallaştırılması, kamusal alanda ahlak, akıl ve ruh sağlığı sınırlarını aşan bireysel davranışlar ve hezeyanlı hakaretlerin doz aşımı ile umutsuz. UFUK ÇİZGİSİ “Alacakaranlık” düz anlamı üstünde, karanlık ile aydınlık arasındaki ışığa bağlı koşulları ifade eder. Alacakaranlık kuşağı da gece ve gündüz arasındaki zaman-uzay dilimine işaret eder. Tabii bu da doğal yaşamın akışında iki türlü anlaşılabilir. Birincisi tan vaktidir. Güneş henüz ufuk çizgisinin oldukça altındadır; gündoğumuna daha vardır yani. İkincisi ise günbatımından sonradır. Hatta eğer başka ipuçları yoksa aynı ortamın her iki koşulda çekilmiş iki ayrı fotoğrafını birbirilerinden ayırt etmek de oldukça güç olabilir: Karanlıktan aydınlığa mı geçiliyor, aydınlıktan mı karanlığa? Ne bunun yanıtı, ne de nesnelerin görüntüsü nettir. Diğer yandan insanların fotoğraftaki veya yaşamdaki algısı her ne olursa olsun elbette “doğru” cevaplar vardır. Yani fotoğrafın temsil ettiği bir tarihsel hakikat vardır. Ortamdaki ışık doğrudan Güneş’ten de gelmiyor, Ay’dan veya başka bir kaynaktan yansıyor da olabilir. Tabii o fotoğrafa bir bakan yoksa ne gerçeklik temsili, ne de hakikatin ne olduğunun bir anlamı vardır. Hatta Güneş veya Ay da “yoktur” zaten. Bu noktada elbette yıllar önceki doktora tezimde gönderme yaptığım Mermin’in “gerçeklik ve Kuantum Kuramı” hakkındaki makalesinin başlığında sorduğu soruyu hatırlamadan olmaz: “Kimse bakmadığında Ay orada mı?” BİLİŞSEL ÇERÇEVE Fakat burada bizi esas ilgilendiren, çünkü sonuç olarak önemli olan öznel biliştir. Alacakaranlık ortamlar gerek somut gerekse soyut anlamda belirsizlik ve bulanıklık ortamlarıdır. Böylece öznellikler-arası farklılıkların da en fazla olmasına yol açarlar. Her halükarda ilk algılanan ve yorumlanan çok daha kalıcı ve belirleyici olan bir biliştir. Yani aynı bireysel veya kolektif öznenin de zaman içinde yeni ve daha doğru veriler ışığında bilişini değiştirmesini ketler. Veya düzeltmesinin önünde bir bilişsel set kurar, bariyer oluşturur. Öyle ise her türlü belirsizlik durumunda algıları yönlendirici ve yardımcı olan da o ana kadarki geçmiş öğrenmelerin oluşturduğu bilişsel çerçevedir. Bu bir çeşit zihinsel şablondur. Duyularla çevreden alınan ve belirsiz formdaki enformasyonları belirgin kalıplara sokma işine yarar. Daha da özgül olarak seçenekler arasından enformasyonun içeriğinden çok, biçimine bakarak kolay anlamlandırma işlevi görür. Bireysel veya kolektif bilinç gelişimi de zaten böyle böyle olur: Kendinden önceki muhtelif bilişlerle inşa edilir ve sonrakilerle de dönüşümlerini sürdürür. Bu dönüşümler de elbette muhtelif yönlere doğru olur. Değişim mutlaka “ilerleme” yönünde ve “sağlıklı” olacak demek değildir bu. Diğer taraftan, yukarıdaki fotoğraf metaforuna dönecek olursak eğer, onun kendi içindeki ipuçları olmasa bile, dışındaki tarihsel zaman bilgisi ve bilişsel çerçeve kullanılarak, deneyimli ve eğitimli tahminlerde bulunulabilir. Güneş’in ufuk çizgisinin altından üstüne mi çıkacağı, yoksa altındaki seyrine Yerküre’nin başka diyarlarına doğru mu devam edeceği öngörülebilir. Başka bir deyişle, alacakaranlıktan aydınlığa mı çıkılacağı, yoksa daha karanlığın mı geleceği bu şekilde kestirilebilir. Bir toplumun kolektif bilişsel çerçevesi ne kadar sağlamsa, bulanıklık veya konfüzyon durumlarına da o kadar az girilir. Entelektüel çölleşme veya kuraklık ve ahlaki erozyon ne kadar azsa, bataklık sarmallarına daha seyrek saplanılır. Elbette kuramsal ve kavramsal bilimsel (“aydınlatma”) çerçevesi ne kadar geçerli ve toplumla iç içe ve başa baş gelişmişse, toplumun bilişsel çerçevesi de o kadar güçlü olur. Bu da zaten aynı zamanda öznellikler-arası düşünsel dil ve terminoloji farklılığının azalması, sağlıklı iletişimin çoğalması demektir. ALGI, ALGI, ALGI Daha önce de değinmiş olduğumdan burada “ortak düşünsel dil” meselesi üzerinde durmayacağım. Elbette “dil milliyetçiliği” yapanları Türkçe’nin hangi alan ve durumlarda zengin, hangilerinde yoksul olduğunu düşünmeye filan da davet etmeyeceğim. Zihnin sömürgeleştirilmesi ve epistemik şiddet meselelerine de zaten başka yazılarda değinmiştim. Daha sonra da yine geri dönebilirim. Hazır toplumsal sorunların çözümü için gerekli kuramsal çerçeve ve dilde kavramsal dakiklik de demişken, şimdilik sadece konumuzla doğrudan ilgili olan bir terime biraz bakalım. Hatta popüler kültürde bolca kullanılırken ona ne gibi anlamlar ve varsayımlar atfedildiğini de bir kenara bırakalım. Başka bir deyişle, akademide bile percept, perception ve apperception kavramları arasında bir ayrım gözetmeksizin tek başına karşılamaya yeltenen şu meşhur “algı” sözcüğüne kısaca bir göz atalım. Bu üçlü arasındaki ontogenetik ve sosyogenetik farklar o kadar da önemsiz akademik ayrıntılar olmadığı gibi, Türkiye’nin şu mevcut toplumsal-iktisadi-siyasi-ahlaki sorunlar yumağı ve kolektif bilinç tablosuyla da çok yakından ilgili. Elbette burada ayrıntılı bir kuramsal tartışmaya girmeyeceğim. Fakat alacakaranlıktaki biliş daha çok doğrudan duyulardan alınan percept kavramına yakındır. Deleuze ve Guattari’nin de ayrıştırdığı gibi percept (alınan duyum gibi) affect (duyuş etkisi gibi) dahi oluşmadan önceki basamaktır. İlki, muğlak fotoğraftaki ipuçları yokluğundaki durum gibi, her türlü bağlamsal ve çevresel enformasyondan yalıtılmıştır. Başka bir deyişle nesneldir. İkincisi ise oldukça özneldir. Yani Deleuze ve Guattari’ye göre de Freud’un “sanat” formülasyonunda olduğu gibi her ikisi birlikte çalışır. Nitekim sanat da kişiden ve bağlamdan bağımsız olamaz: Tam bilinçli seyircinin önceden hazır kategorileri ile başlamaz; tersine onun öznel bilişsel/duyuşsal kategorilerini oluşturur. Algılama (perception) uyarıcıdan gelen verilerin bilinçli bir farkındalıkla bu kategorilere göre işlenmesi ve yerleştirilmesidir. Uyarana ait algıların önceki yaşantılarla ilişkilendirilerek ve boşluklar simgesel bilişlerle doldurularak yorumlanması ise en öznel ve kişiselleştirilmiş olan anlamlandırmadır (apperception). DEZENFORMASYON, KONFÜZYON VE EROZYON Siyasetçilerin, akıl hocalarının, stratejik analistlerin ve türlü siyaset yorumcularının dillerinden neredeyse düşmeyen “algı yönetiminde” yönetilen “algı” hangisidir? Bu toplumdaki insanların (kendilerinin ve başkalarının) bilişleri ile ilgili basmakalıp ve içi boş söylemler dışında ne biliyorlar? Yoksa sadece kendilerinden önce bir şekilde meşruiyet kazanarak popüler kültürün vülgarize tedavülüne girmiş anaakım birey-toplum-siyaset psikolojisine ilişkin genel geçer bu klişeleri hiç sorgulamadan otomatik olarak mı tekrarlıyorlar? Öyle değilse de eğer, kendilerinin öznel algılarını yine kendilerinin kişisel bilişsel çerçeveleri içinde anlamlandırmanın ötesinde ne yapıyorlar? Son günlerdeki sosyal medya yasakları tartışmaları bağlamında dezenformasyon konusu yine gündeme geldi. İlk algının etkisini geri almak, yanlışı düzeltmek, hele hasar varsa onu onarmak (debunking) her zaman sanıldığı kadar kolay değil. Ortamları yasaklamak ise anlamsız ve işlevsiz. Dahası, bilişsel bulanıklığı hem çoğaltır, hem de yeni kanallara ve davranışlara (acting-out) yol açar. O halde medya içinde veya dışındaki uyaran nesnelere ilişkin muhtelif filitrelemeler duyum ve duyuş öncesinde yapılmalı. Her halükarda öznelerin bilişsel çerçevelerinin güçlendirilmesi ile önlem alınmalı. Bu da yine bizimki gibi toplum ve insan bilimi kuramları, onların toplumsal politika ve pratiklerle ilişkileri ve demokratik kurumsal yapıları zayıf kalmış toplumlarda çok daha zor. Her şeyden önce, toplumdaki bireylerin ilk yıllarından itibaren, yani daha kamusal yaşama katılmadan çok önceki özel alanlarında, demokratik toplum ve yaşam biçimine hazırlanması gerekir. Bunun için de tüm modern liberal demokratik ülkelerde devletlerin elinde yurttaşlarını çağdaş yaşama konumlandırmada yol gösterici tek bir GPS (Global Positioning System/Küresel Konumlandırma Sistemi) aygıtı vardır. O da Türkiye’de tek gayesi iktidarı ve ucube başkanlık sistemini değiştirmek olarak bir araya gelmiş Altılı Masa oluşumundan beri gündemden düşmeyen GPS (Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem) değildir. Türkiye toplumunu dönüştürecek olan ve ne yazık ki her gün sağlamlığı ve sınırları ciddi biçimde sınanan ve kollanması gereken başka bir GPS’tir: Gelişmiş Psikolojik Sistem. Türkiye’nin ufuk çizgisinde henüz bir seçim filan yok. Hangi kuşaktan yurttaşı daha çok oy kullanacak olursa olsun, sınır (borderline) kolektif karakterli bu toplum (iktidar/muhalefet) topyekün alacakaranlık kuşağında! Hangi kesimin algıları daha sağlam veya kolay manipüle edilir olursa olsun, ülke kapkaranlık zamanlara doğru sürüklenmekte. Çünkü komplo kuramları ve paranoid şüphe ile harmanlanmış gerçeklik algısı hızla zayıflamakta. Kolektif konfüzyon had safhada. İnsanların bilişsel çerçeveleri ve ortak bulanıklık neyin ahlaki normların, neyin akıl ve ruh sağlığının erozyonu olduğunu ayırt etmelerine bile yaramamakta. Değil ki bunlarla demokratik ve sağlıklı yöntemlerle başa çıkmalarına yardımcı olsun. Sosyal veya geleneksel medya köşelerinde çeşitli kamu oyu yoklamaları, oy tahminleri, olası millet vekili sayıları ve aday yorumlarından geçilmemekte. Toplumun değil dinamik küresel konjonktür, kendi öznel tarihselliği içindeki davranışı bile böyle yöntemlerle okunamaz. Yapısal/sistemik bağlamı ile kolektif bilinci, siyasi iç görü ve algıları bu şekilde yönetilemez. Dahası, türlü türlü kişiselleştirilmiş ve psikopatolojik teşhisler koyup, üstelik arkasından ona uygun ve sorumlu davranmayarak da asla iyileştirilemez. Bunlar sadece toplumsal çaresizlik, daha çok zaman kaybı, çözümsüzlük, endişe, panik, gerçeklikten kopuş ve telafisi veya onarımı çok daha güç hasarlar demektir. Yöneten ve yönetilen halk alacakaranlıktaki mevcut ipuçlarını Ay ışığındaki yakamozlar gibi hayranlık veya hipnotik etki ile izlemeyi artık bırakmalı. Başka bir kısmı da kısıtlı entelektüel ve yapıcı eleştirel destekleri “felaket tellallığı” veya “kıyamet haberciliği” diye yaftalamaktan mutlaka vaz geçmeli. Başta siyasetçiler olmak üzere toplumsal muhalefet bir an evvel bilinçlenmeye bakmalı. Bu katkılardan öğrenerek yararlanmasını bilmeli. Çünkü Rod Serling’in Alacakaranlık Kuşağı’nın jeneriğinde de söylediği gibi “bu yolculuk başka bir boyuta. O boyut sadece görsellik ve sesten ibaret olmayan ancak düşünsel olan bir boyut. Sınırları ancak hayal gücünüzle belirlenebilen ilginç bir yolculuk.” Tabii ki Türkiye’nin yüzüncü yıl seçimi sadece kendi tercihi olacak. Elbette dileyenler “artık işimiz Allah’a kaldı” diye gelecekten umutsuz ve beklentisiz son dualarını edebilirler. Dileyenler de bugün vefat yıldönümü vesilesiyle yine umutla tekrarlandığı gibi, Nazım’ın “Güneşli günler göreceğiz çocuklar” dizelerini söyleyebilirler!