Bu süreçteki başarısızlığın faturası ise, yine “dış mihraklara” kesilecek, “ekonomik kurtuluş savaşı” söylemleri ile halkta infial yaratılacaktı. 12 Aralık’ta yayınlanan ilk yazıdan bu yana tam iki hafta geçti ve o süreçte akla hayale gelmedik işler oldu. İlk yazıda anlattığım kanadı kırık kuş, son üç aydır kor ateş üzerinde, hükümetin yeni icadı olan dansı yapıyordu. Ve tabii yine bir kakofoni eşliğinde... Eylül ayında başlayan bu dansta, Merkez Bankasının 3 ay gibi bir sürede politika faizini 5 puan indirmesi, ana figürdü. Bu hareketle yatırım, üretim, istihdam, ihracat coşacak ve makus talihimiz yenilecekti. Hem de altı ayda! Bu da “yüksek faizi, enflasyonu, kur tuzaklarını ülkemizin kaderi gibi gören” mandacı iktisatçılara hiç unutamayacakları bir ders olacaktı. Ne çare ki; çok hızlı bir biçimde geçilen (1) “Enflasyonu indireceğiz” (2) “Cari fazla vereceğiz” (3) “Çin olacağız” (4) “Nas” aşamalarından sonra şu anlaşıldı: Yüksek seyirli bir enflasyon ortamında bu kadar sert indirilen faiz, bu 4 maddeyi başarmak şöyle dursun, Türk Lirası’nı uçurumdan aşağı itme, güvensizliği ve dolarizasyonu müthiş artırma, markette kasaya yürüyene kadar artan fiyatlarla mücadele eden halkın üzüntü ve öfkesine nail olma ve ithalata bağımlı üreticinin duyulmak istenmeyen acı feryadı ile sonuçlanacaktı. Bu süreçteki başarısızlığın faturası ise, yine “dış mihraklara” kesilecek, “ekonomik kurtuluş savaşı” söylemleri ile halkta infial yaratılacak ve buna mukabil halk, hali hazırda rekor seviyelere ulaşmış döviz tevdiat hesaplarının yanı sıra, sadece tasarruflarını değil aylık gelirini dahi mali sistem dışına (kasalara, yastık altına) taşıma yolları aramaya başlayacaktı. Kanadı kırık kuş, yine kor ateşe iki ayağını birden basmak üzereydi diyecekken... 20 Aralık akşamı, piyasalar kapandıktan sonra, hükümet kendi eliyle yarattığı krizin vahim sonuçlarını ötelemek için herkesi şaşırtan bir dönüş manevrası ile yeni bir dansa başlayacaktı. Uğur Gürses’in 2018’den beri sistematik olarak izah ettiği, kanıtlarını bir bir gözler önüne serdiği “arka kapıdan” ve “kamusal organize” dolar satışı ile 18 TL’nin üzerini görmüş dolar bir gecede 12-13 TL’ye, bir haftada ise 11 TL’ye inecekti. Bu yeni dansta, açıktan faiz artışı yoktu. Kimilerinin “örtülü faiz artışı” dediği, tasarruf sahibine en az döviz kadar getiri sağlaması hükümet tarafından garanti edilen TL bazlı yeni bir finansal ürünle ve ihracatçıya kur garantisiyle cihazlanmış bir mekanizma vardı. Bunlardan ilki, halihazırda döviz olarak tasarruf edeni cezbedemezdi, fakat elinde TL mevduatı olup da dövize geçme potansiyeli olanı durdurabilirdi. İkincisi ise, kur hedefi olmayan bir Merkez Bankası ve dalgalı kur rejiminde anlaşılması güç bir hamle idi. Gerçi tüm olan biteni de anlaması zordu! 20 Aralık akşamından bu yana, kendim de dahil olmak üzere, pek çok iktisatçı bu yeni dansı hayretler içinde izliyor ve sonuçlarını tahmin etmeye çalışıyor. Sorulan en yakıcı soru, bu yeni icadın faturasının kime kesileceği. Vergi mükelleflerinden mevduat sahiplerine yapılacak gelir transferinin hukuksuzluğu ve eşitsizlik artırıcı etkileri pek çok vatandaşta derin bir adaletsizlik hissi yaratıyor. Twitter tartışmalarından mı tüyo alıyor acaba diye düşündüren hükümet ise, 20 Aralık’ta ana hatlarını paylaştığı mekanizmanın uygulama esaslarını bir haftadır tasarlamaya çalışıyor. Sahiden çok anormal bir süreçten geçiyoruz: Bir yandan, Eylül’den bu yana uçurumun kenarına sandalye atıp seyredilen, cari fazla yaratacağı “inancı” ile tepetaklak edilen TL’yi korumak için, Aralık ayı boyunca 18 milyar dolar rezerv eritiliyor; ancak ne vatandaş ne de şirketler dolar bozuyor. Öte yandan, hükümet, şirketlere “Fiyatlar hızlı bir şekilde inecek, yoksa geliyor gelmekte olan; Hazine ve Maliye’nin sopası” diye göz dağı vererek, bu yeni dansın bedelinin bir kısmının da üreticiler tarafından üstlenilmesi talep ediyor. Hem de serbest piyasa ilkelerine sıkı sıkıya bağlıyız teminatları eşliğinde! Söylenecek daha çok şey var ama çok uzatmayayım: Kura endeksli mevduat adlı bu yeni ürün, kısa vadede kuru sakinleştirmek için zekice tasarlanmış bir finansal sihirbazlık gibi görünse de orta ve uzun vadede bizim kanadı kırık kuşu daha da harap edecek bir uygulamadan başka bir şey değil! BİR KERE DAHA 1990’lar Şimdi gelelim ilk yazıda sözünü verdiğim konuya… O yazıda, Gülten Kazgan’ın kanadı kırık kuş alegorisini kullanarak 1990’lar ve günümüzün iktisadi ve siyasi gidişatı arasındaki benzerliklere dikkat çekmiştim. Kanadı kırık olduğu için bir türlü yüksek semalarda uçamayan ekonomi, kor ateş üzerinde sekerek bir ateş dansı yapıyor; arada bir, biraz havalanıyor ama sonra iki ayağının üzerine ateşe düşüp yanıyordu. 1990-2002 arasında bu düşüş sıklıkla gerçekleşiyor, 2002 sonrasında ise, durgunluk, 2009 ve 2019 olmak üzere, sadece iki kere oluyordu. İşte bu sıklık farkının nedenlerini bu yazıya bırakmıştım.
Kura endeksli mevduat adlı bu yeni ürün, kısa vadede kuru sakinleştirmek için zekice tasarlanmış bir finansal sihirbazlık gibi görünse de orta ve uzun vadede ekonomiyi daha da harap edecek bir uygulamadan başka bir şey değil!
1990’lardaki ekonomik kriz sıklığının birinci sebebi siyasi istikrarsızlık. 12 Eylül askeri darbesinin akabinde konan yasaklarla siyasi yelpazenin sağında ve solunda ortaya çıkan bölünmelerden doğan ve uzun yıllar konsolide olamayacak irili ufaklı pek çok yeni parti 1990’lar boyunca sık sık değişen koalisyon hükümetlerine zemin hazırlamıştı. Kısa ömürlü bu koalisyon hükümetleri, uzun soluklu politikalar uygulamak bir yana dursun, hükümetler arası ve hükümet için çelişkili ve kısa vadeli politikalar üretmiş ve ikide bir yapılan seçimlerle mali disiplinden iyiden iyiye uzaklaşmıştı. Dönemin siyasetçileri için temel hedef, makroekonomik istikrarsızlıkları ertelemek, bütçe dengesizlikleri ile biraz daha uzun yaşamaya çalışmak ve giderek kayganlaşan siyaset zemininde ayakta kalmaktı. 2018’den beri yaşananlar ile ilgili “déjà vu” hissimiz işte yine bu temel hedefin sahne almasından kaynaklanıyor. İkinci sebebi ise Washington Mutabakatına tam teslimiyet. Ülkenin kendine has koşul ve dinamiklerini çok da dikkate almadan “stabilize et, liberalize et ve özelleştir” sloganına yüksek sadakat. Bu dönem, 1994 yılında kurulan Dünya Ticaret Örgütü’nün önderliğinde “derin-bütünleşme” tercihinin hâkim hale geldiği dönemdir. Hizmetler, yatırım, sağlık, çevre ve fikri mülkiyete ilişkin ulusal düzenlemelere verimsiz ticaret engelleri oldukları gerekçesi ile karşı çıkıldığı bir dönemdir. Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) liderliğinde sermaye hareketlerinin tüm dünyada serbestleştiği bir dönemdir. Bretton Woods kurumlarının, büyük şirketlerin, finans piyasalarının ve kalifiye işgücünün çıkarlarına hizmet ettiği ve toplumların yoksul katmanları ile vasıfsız işgücünü büyük ölçüde yalnız bıraktıkları bir dönemdir. Bugün yaşadığımız, işte o dönemde küresel düzlemde yaratılan kırılganlıkların yerele izdüşümü ve hatta kartopu gibi giderek büyüyerek içinden çıkılması zor ve daha büyük sorunlara evrilişi… 2002’DEN BU YANA 2002’den bu yana ekonomik krizler 1990’larda olduğu kadar sık yaşanmadı. Neden? Türkiye 2002-2017 arasında, Küresel Finansal Kriz (KFK) yılları hariç (2008-2009), yılda ortalama %6,3 gibi bir oranda ekonomik büyüme sergiledi. Bunda KFK’ya kadar ve sonrasında süregelen küresel likidite bolluğunun önemi yadsınamaz. En az bunun kadar önemli olan ise 2001 mali krizi sonrasında Türkiye’de kurumsal yapıdaki iyileşmelerdi. Peki, nasıl gerçekleşmişti bu iyileşmeler? (1) Üst üste krizlerden yorulmuş Türk siyaseti, IMF ve Dünya Bankası tarafından dayatılan ve sadece süregelen yüksek enflasyonu kontrol altına alma hedefi ile sınırlı olmayan, aynı zamanda mali disiplin ve kurala dayalı karar alan bağımsız kurumları şart koşan bir yapısal reform paketine mecbur kalmıştı. (2) AKP, 2001 mali krizi sonrasında temel bir ekonomik reform yapısı uygulamaya konduktan sonra iktidara gelmişti. Partinin üst kademelerinin siyasi tecrübesizliği partinin bu dönemde manevra alanını sınırlamıştı. (3) Bugünlerde tekrar tedavüle giren “Beyaz Türk – Zenci Türk” kimlik siyaseti ile AKP, daha önceden dışlanan gruplara eşitlik vaat etmiş, kendilerine karşı askeri bir müdahaleye boyun eğmek yerine seçim sonuçlarına saygı olarak yorumladıkları demokrasiyi bir hayatta kalma stratejisi olarak savunmak zorunda kalmıştı. Yine bununla bağlantılı olarak, oyların %34 ‘ünü alarak iktidara gelen bir parti olarak, ülkeyi kapsayıcı bir biçimde yönetmek zorunda idi. (4) Hem ekonomik reformlar hem de bunların altında yatan siyasi değişiklikler, 2005 yılında Türkiye ve AB arasında tam üyelik müzakerelerinin başlamasına vesile olmuş ve kurumsal yapıda AB ile uyumlaşma ekseninde dönüşümler başlamıştı.
Tüm bu toz duman içinde maskelenen ise, Türkiye ekonomisinin kanadının kırık olmasının esas sebebi olan reel ekonomiye ilişkin kırılganlıklardı.
Fakat bu kurumsal iyileşmeler uzun ömürlü olmayacak, 2007’den itibaren yavaş yavaş bir kötüleşme patikasına girilecek ve son birkaç yılda ortaya çıkan kurala dayalı politika çerçevesinin yerini ihtiyari hatta keyfi politikalar alacaktı. Öte yandan, AB üyelik müzakerelerinin çöküşü, hem AKP için reform sürecine bağlı güçlü bir çıpayı ortadan kaldıracak hem de ülke nüfusunun oldukça geniş bir kesiminde kurumsal değişime yönelik desteği baltalayacaktı. Demokratik kurumların giderek zayıfladığı işte bu ortamda, AKP hükümeti 2009 yılında bir ekonomik daralmaya ve 2018 yılından itibaren de zayıf büyüme hızlarına tanık olacaktı. Bunlardan ilki dış dünyadan gelen bir kriz, ikincisi ise Rahip Brunson meselesi ile başlayan ve COVID-19 pandemisi ile zirve yapan bir makro-istikrarsızlıklar dönemi olarak tarihe geçecekti. 1990’lar koalisyon hükümetleri gibi çareyi IMF’de aramaktan hicap duyan AKP hükümeti, yönünü 2009’dan itibaren İran ve Körfez ülkelerine dönecek ve buralardan sermaye bulmaya odaklanacaktı. Tüm bu toz duman içinde maskelenen ise, Türkiye ekonomisinin kanadının kırık olmasının esas sebebi olan reel ekonomiye ilişkin kırılganlıklardı. Bunlar giderilmeden kor ateşin üzerinden havalanmak ve yüksek semalarda uçmak nasıl mümkün olabilirdi? Bundan sonra, krizlerin maskelediği bu derin kırılganlıkları, yani bizi 20 Aralık akşamına getiren süreci ve bu kırılganlıklardan kurtulmanın yollarını anlatmak gerekiyor. Bunu, yazının üçüncü ve son bölümüne bırakıyorum. Tüm okurlara sağlıklı ve mutlu bir yeni yıl diliyorum.