Kılıçdaroğlu’nun depremzedeleri hem empatik dinlemesi, hem de sorunlara kalıcı ve sahici çözümler üretmeye çalışması, kendisine duyulan gizil sempatiyi ve güveni daha da artıracak. Halkın arasında olması ve onlarla birlikte çok güç yaşam koşullarını paylaşması ile birlikte, destekleyenleri de çoğaldıkça çoğalacak. Dijital medyada bir “bulut analizi” modasıdır gidiyor. Bilmem birileri de bu haftanın metinlerinde en sık tekrarlanan sözcükleri saymış mıdır? Değilse bile, sanırım deprem, iktidar, muhalefet, Kılıçdaroğlu, Akşener ve seçim gibi anahtar sözcükleri belki geçemediyse de, üst sıralarda yer alma olasılığı hayli yüksek bir sözcük “kadın”. Dünyadaki feminist hareketin geçmişinin 1857’de New York’taki 40.000 kadın tekstil işçisinin eşit haklar ve insanî iş koşulları talebine kadar uzandığı, 1986’da Ankara’daki ilk feminist protesto eyleminden daha iyi bilinir. Aynı şekilde, Almanya ve diğer ülkelerden katılan sosyalist kadınların 1910’daki Uluslararası Kopenhag Konferansı sonrasında, Rosa Luxemburg ve Clara Zetkin’in 8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” olarak anılmasını önerdikleri de. Öncelikle Avrupa’da olmak kaydıyla, 1977 tarihinde Birleşmiş Milletler’in 8 Mart’ı “Dünya Kadın Hakları ve Barış Günü” ilanını beklemeden çeşitli gösterilerle kutlanmaya başlandı elbette. Türkiye’deki ilk “8 Mart kutlaması”nı da 1921’de Komünist Fırka yaptı. Sonra uzunca bir aradan sonra İlerici Kadınlar Derneği (TKP’li) “Emekçi Kadınlar Günü” olarak 1975’te kutladı. Bu yazımın ana amacı feminist hareketin toplumda nasıl bir siyasî tarihsel seyir izlediği değil. Dolayısıyla, TBMM onaylı İstanbul Sözleşmesi’ne kadar nasıl gelinip, 2021’de Erdoğan’ın imzasıyla feshedilmesini de sanırım hatırlatmaya gerek yok. Çok daha yakın geçmişteki kadının başörtüsü veya kılık kıyafeti, aileyi düzenleme konusunun Anayasa’da yer alması üzerine yapılmış medyatik tartışmalar da henüz unutulmamıştır. KADININ FENDİ Zaten Kadın hakları konusunda dönüp dolaşıp 21. Yüzyılda geldiğimiz nokta, İstanbul’daki 21. Gece Yürüyüşü’nden de belli: Beyoğlu Kaymakamlığı geleneksel yürüyüşe izin vermedi. Taksim’e metro ve finiküler ile ulaşımlar iptal edildi. İstiklal Caddesi’nin ara sokakları polis bariyerleriyle kapatıldı. Kararlı kadınlar yine de sloganlarla haykırdı: Korkmuyoruz! Susmuyoruz! İtaat etmiyoruz! Yastayız! İsyandayız! Kadın dayanışması yaşatır! Patriyarkal düzene hayır! Ezilen, yasta ve isyanda olanlar sadece kadınlar da değil elbette. Tüm ülke çok ağır bir enkaz altında düz anlamda da, mecazî anlamda da dümdüz ezildi. İnsanlar öfkeli ve çok şaşkın. Pek çoğu sesli veya sessiz, “bitsin artık bu çile, gitsin artık bu iktidar, değişsin artık bu bozuk düzen” diyor. Yine de iktidara karşı korkusuzca kafa tutan ve süreklilik arz eden en güçlü ve enerjik ve çabuk örgütlenebilen sivil toplum hareketi kadın dayanışması tabii ki. Fakat pek çok anlamını yitirmiş, içi “boşalmış” veya aşırı “dolmuş”, sonuçta pek bir şey ifade etmeyen sözcüklerden biri oldu artık “kadın”. Sadece geleneksel ve cinsiyetçi kültürü “sessiz ve derinden sürdüren” pek çok atasözünde ise tekrarlanmaya devam ediyor. Örneğin; “Kadının fendi, erkeği yendi” gibi! KİM NEYİ YE(N)Dİ? Millet de zaten bir Bizans entrikası-Selçuk tasarımı-Osmanlı tokadı-Cumhuriyet adabı alaşımlı yerli ve millî bir prodüksüyon olarak Akşener’den unutulmaz bir “kadının fendi” performansını daha çok yeni izledi. Çünkü geçen hafta eril egemen zihniyetli müesses nizamın patriyarkal zihniyetinin merakla beklenen sesi duyuldu. Oldukça “iyi” seçilmiş zamanlama ile de, İYİP’nin kadın başkanı eliyle Millet İttifakı masasına bir fiske vuruldu. Tıpkı “kuzu postunda (boz)kurt” deyişinde olduğu gibi yani. Zaten çok daha önce de “kurtlar sofrası”, “sofraya kimlerle oturulmayacağı” ve “gerekirse yalnız kurt olunacağı” lafları da ortalıkta dolanıyordu. Yani henüz futbol tribünlerinde pek “ulunmasa” da, ulu orta ve medya aracılığı ile halk tribünlerine konuşuluyordu. Böylece de ilgili insanları evhamlı bir merakla “kurtlandırıyordu”. Belli ki, tüm bu imalı mesajları ‘aman ne güzel, “uygarca” gelip, karşılıklı saygı çerçevesi içinde halkın ve ülkenin çıkarlarını her şeyin önünde tutuyor, konuşup anlaşıyorlar’ sanılan Millet İttifakı liderleri değil de, ittifaksız millet duyuyordu. Malum (yapay) kriz çıktı. Arabulucular ve arabozucular mekik dokudu. Bunlara seyirci kalan “halk çocukları” ise, bu kez de “Devlet-Babanın” ve “Ulus-Ananın” çapraz rollü temsilcileri yine ‘aman kavga edip, ayrılmasınlar’ diye endişelendi. Sağdan soldan gelen ani tepkiler üzerine, tabii ki her zamanki pragmatist hesaplarla ve popülist kaygılarla, “çevir kazı yanmasın” stratejisiyle (sözde) uzlaşma sağlandı. Oysa, masanın sallanması veya ittifaka duyulan güvenin sarsılması için, ille de “5’li çeteyi” filan tartışmalara “doğrudan” dahil etmeye veya başka “komplocu fantezilere” de hiç gerek yoktu. Fakat yeterince çirkinleşilmişken, daha fazla gerilim tırmandırmanın da faydasız olacağı çabuk görüldü. Kılıçdaroğlu “kurulu ve derin köklü bozuk düzeni” yeterince tehdit edebilecek bir - hatta bence mevcut “gerçekçi ve makul seçenekler içinde tek”-  CB adayı olarak çoktan belirmişti. Zaten o sebeple de “kazanamayacak aday” olarak iki popüler BB Başkanı ile birlikte rekabet halinde anketler getirilmişti. Sürekli gündemde tutularak da sessizce itibarsızlaştırılmış ve yıpratılmış idi. Elbette sahne arkasında Erdoğan Toprak ve Aykut Çıray gibi akıl selim sahibi siyasetçilerin uzlaştırıcı çabalarının olduğu sonradan anlaşıldı. Sahne önünde ise Ekrem İmamoğlu’nun ve Mansur Yavaş’ın davranışları da süreçte ve sonuçta çok belirleyici oldu. Tabii bu arada daha ironik olarak, bazı İYİP partililer önce Akşener “kadın” olduğu için Altılı Masa’da “dayatmaya” maruz bırakıldığını, sonra da “masada kalan hepsi “erkek 5’linin” onu geri davet etmesi gereğini dillendirdi. Dahası, Kılıçdaroğlu’nun ifadesiyle (ve neredeyse iki sene önce yazdığım gibi) “mert ve sert olabilen” Akşener’in kendisi de, Fatih Altaylı ile HaberTürk programında “kadın kartını” sıkça kullandı. Öte yandan, bulunan formül, yani iki BB Başkanının Kılıçdaroğlu’nun seçim kampanyasına destek verecek, sonra da CB yardımcılığı görevine getirilebilecek olması, bence zaten verili veya olağan bir şeydi. Fakat  bunun (malumun ilamı gibi de olsa) erken gündeme gelmesi ve kartların açılması, belli ki topluma da iyi geldi. Görünürde Kılıçdaroğlu ve ekibine duyulan güven arttı. Kılıçdaroğlu milletin daha güçlü ve gerçekçi umudu oldu. CHP şapkası ve rozetiyle değil, “ittifakça tasdiklenmiş CB adayı” olarak, yeniden kolları sıvayıp yollara koyuldu. Deprem bölgesinden iktidara bu kez “mutedil” çağrılarda bulundu. Kılıçdaroğlu’nun depremzedeleri hem empatik dinlemesi, hem de sorunlara kalıcı ve sahici çözümler üretmeye çalışması, kendisine duyulan gizil sempatiyi ve güveni daha da artıracak. Halkın arasında olması ve onlarla birlikte çok güç yaşam koşullarını paylaşması ile birlikte, destekleyenleri de çoğaldıkça çoğalacak. Daha şimdiden bazı araştırma şirketleri CHP ve Kılıçdaoğlu’nun oylarında ciddi yükselmelerden söz etti. Fakat bunlar “gerçek” de olsa, bu türden “öforik” ve duygu durumsal dalgalanmalara çok aldırmamalı. Seçim öncesi kamuoyu yoklamaları oyların yüzdelik dağılımlarını doğru kestirebilseler de, hep söylediğim gibi, bu son derece anlamsız ve ilgisiz bir konu. Zira kamuoyu anketlerinin “temsilî, yani simgesel gerçekliği” çok ayrı. Dolayısıyla, toplumsal ve yaşamsal gerçeklikte, Kılıçdaroğlu ve kurumsal/toplumsal muhalefetin yapması gerekenler ve mutlaka “kazanca tahvil garantili” ödevler ise apayrı. Çünkü halkın istediği “sahici ve samimî” çözümleri sahiden “iyi” olan siyaset biçimleri ve Kılıçdaroğlu gibi “sahici ve samimî” siyasetçilerle sunmanın zamanı çoktan geldi de geçiyor bile. O bakımdan, hazır sahicilikten de söz etmişken ve bu “meşru Kadın Haftası” da bitmeden, bir başka kadın siyasetçiyi de saygıyla anmalı: CHP Hatay Milletvekili Suzan Şahin’in TBMM’indeki tarihi konuşması ibretlik olarak defalarca izlenmeli ve izletilmeli. Türkiye’de Cumhuriyet’in “temsili demokrasi” siyasetinin “Yozlaşma, Çürüme ve Yıkılma” temsilinin son perdesi de artık, işte onun replikleri ile sona erdirilmeli.