Bilinen tek bir anlamı göstermek üzere üretilmiş olan işaretler, farklı düzlemlerle ilişkilere girdikçe, simgelere dönüşerek tam olarak ne oldukları bilinmeyen yan anlamlarla yüklenirler. Dünya dışımızda görünür. Sanki biz dünyaya dahilizdir, onun içindeyizdir fakat dünya bizden ayrı ve bizim dışımızda gibidir. Bedenimiz, hareketlerimiz, varlığımız dünyanın sağladığı ev sahipliğiyle ve onun kurallarıyla işler gibidir fakat içimiz dünyayla uyumsuz arzular, düşünceler ve tasarımlarla doludur. Kendimizi maddi bedenimizin yanı sıra, dolaysızca ulaşabildiğimiz düşüncelerimiz, hislerimiz ve duyumlarımız olarak algılarız. Bu içten algılayışta maddi olmayan içeriklerimizin tümüne doğrudan erişiriz. Başkalarının deneyimine kapalı, son derece öznel bir tecrübedir bu. Ve ne yazık ki, dünyanın kendisi ile, dünyada yaşayan başkalarının deneyimleri ve içerikleri de bize kapalıdır. Evrene ilişkin her şeyi, yalnızca kendi kendimize oluşturduğumuz manevi içeriklerle eşleyerek zihnimizde canlandırırız. Oysa bu canlandırmaları sınayabilmek için elimizde hiçbir gereç yoktur. Tek bir canlandırmamızı bile sınayamayız. Canlandırmalarımızın tümü çıpasızdır. Ya da şöyle demek gerekir, onlar için tutunduğumuz çıpaların tümü, bizim öznel canlandırmalarımızdır. Esinleri vardır fakat kanıtları yoktur. Bu yüzden neye göre biat ettiğimizi bilmediğimiz çıpalar çevresinde ördüğümüz evren tasarımlarımız, çıpalarımız değiştikçe, değişirler. Böylece manevi dünyamız, inançlarımız, bildiklerimiz, duygu durumumuz ve duyumlarımız da başkalaşırlar. Onların tümü yüzergezer tahminlerdir. Ve bu tahminlerin hepsi milyarlarca olasılık arasından bir olasılığı doğru, geriye kalanları isabetsiz saymamızla oluşurlar. Yani isabet oranımız her bir tasarımımız için milyarlarda birdir.
Mantık ve matematik, tek anlam doğrultusunda ilerleyen, kendisini diğer anlamlara kapatmış ve böylece bir yöntem olarak tartışıl(a)mazlığını kanıtlamış görünen yapılardır.
Milyarlarca veri taşıyan dünyada, her bir tasarım için milyarlarda bir olan şansımızın, tüm evren söz konusu olduğundaki isabetlilik şansı, hesaplayamayacağımız kadar büyük bir sayı içerisinde - aslında buna sonsuz diyebiliriz - bire düşer. Dünya algımızın dışında olduğu gibi, tahminlerimizin de dışındadır. Dünyanın içerisinde görünürüz fakat onun ve içerdiklerinin bize yönelik kapalılığı, bizi bir yabancı kılar. Biz dünyanın içerisindeyizdir fakat dünya bizim dışımızdadır. Madden dünyaya dahil olmamıza rağmen, zihnen onun içine giremeyiz. Yine de dünya ile yaşadığımız yabancılık bizi onunla iç içe olmaktan alıkoymaz. Dünyanın maddi tüm kurallarına tabiyizdir. Ve başkalarıyla da, yani bizim gibi zihinleri olan ve kendi deneyimine sıkışmışlık yaşayan tüm insanlarla iletişim kurarak, isabetli olmasa da etkileşimlerde bulunuruz. Başkalarıyla olan etkileşim isabetimizi ancak ortak işletim sistemimize dayandığımızda arttırırız. Mantık ve matematik gibi, tüm insanlarda aynı girdileri aynı algoritmalarla aynı sonuçlarla üreten bir işletim sistemini kast ediyorum. Mantık ve matematik, tek anlam doğrultusunda ilerleyen, kendisini diğer anlamlara kapatmış ve böylece bir yöntem olarak tartışıl(a)mazlığını kanıtlamış görünen yapılardır. Fakat onların bu kadar kesin görünüyor olmaları, onların tartışılmaz kesinliklerinden değil, insani işletim sistemleriyle onların tartışmaya açılmalarının çok mümkün görünmemesindendir. Bu ikilinin dışına çıkılır çıkılmaz, isabetsizliğin aşikarlığı kendisini yüzümüze çarpar. Bundan sonrası arı bir belirsizlik alanıdır. Böylesi büyük bir belirsizliğin aşılabilmesi için, insanlar, kendi aralarında sosyal inşalar üretmek zorunda kalırlar. Diğer türlü ortak bir çıpa bulunmamasının getirdiği ölçüt ve referans sorunları insanların tümünün birbirine ve dünyaya ne kadar yabancı olduklarını her saniye yeniden afişe eder. Yabancılığımızın ve dünyaya isabetli atılamayışımızın kendimize her daim teşhir edilmesinin yıkıcılığını atlatmak için bir sosyal inşa üretmeyi deneriz. İnsan sosyal inşalarda şaşırtıcı derecede başarılıdır. Fakat sosyal inşalarımızın tümünden yazılımı sabote eden virüsler akar. Sosyal inşanın temeli olarak kullandığımız dil bile, matematik ve mantığın aksine sayısız yan anlamlarla doludur. Bir sözcük tek başına dahi birden çok anlama gelir ve dahası bir cümle içinde başka sözcüklerle eşlendikçe anlamında başka değişimler de gerçekleşir. Cümledeki diğer sözcüklerle ve onların yan anlamlarıyla ilişkisinden doğan ön yargılar, ideolojik tınılar, ironik, esprili, metaforik kılıklarla yüklenir. Dahası, bu cümle, kendisini önceleyen ve sonralayan başka cümlelerle eşlendiğinde, söz konusu sözcük yeniden başka yan anlamlarla yüklenmeye devam eder. Bu paragrafı kimin yazdığına/söylediğine, hangi ortamda sunulduğuna ve hangi dinleyici kitlesine aktarıldığına ve hangi zamanlamada iletildiğine göre sözcüğün yan anlamları ve doğrudan iletmeye çabaladığı anlamı sürekli değişir. Sosyal inşanın temeli olan dil bile isabetsizliklerle, sürekli olarak tekillikten kaçan çok anlamlılıklarla donatılıdır.
Sürekli her yeri işaretleriz ve başka işaretlerin peşinden koşarak yolumuzu bulmaya çalışırız fakat işaretin dünyada hep bir simgeyle çoktan yer değiştirmiş olduğunu her zaman unuturuz. Bu yüzden insan bir ufkun peşinden koşar gibidir
Böylece bilinen tek bir anlamı göstermek üzere üretilmiş olan işaretler, farklı düzlemlerle ilişkilere girdikçe, simgelere dönüşerek tam olarak ne oldukları bilinmeyen yan anlamlarla yüklenirler. İşaretlerin amaçladığı asli anlamlar, simgeleşmeyle birlikte giderek artan yan anlamlar arasında baskınlıklarını yitirerek muğlaklık içerisinde kaybolurlar. İşaretin netliği ve açıklığı, mantık kurallarıyla doğrudan sınıflandırılabilirliği, onun simgeleşmesiyle birlikte sezgisel ve şiirsel olanın bakış açısına teslim olur. Dünya kendisini zihinlerimize bir gerçeklik olarak sunmaz, kendisini bir simgeler içeriği olarak gösterir. Dünya zorunlu olarak muğlaktır, zorunlu olarak erişimimize kapalıdır. O bize erişir fakat biz ona erişemeyiz. Onu deneyimleriz fakat bu her daim miyop bir tecrübedir, ona ilişkin izlenimlerimizden başka bir şey yoktur elimizde. Ve bu izlenimler de tıpkı gökyüzündeki bulutlar gibi her daim başka izlenimler olarak zihnimizde yeniden canlanır. Sürekli her yeri işaretleriz ve başka işaretlerin peşinden koşarak yolumuzu bulmaya çalışırız fakat işaretin dünyada hep bir simgeyle çoktan yer değiştirmiş olduğunu her zaman unuturuz. Bu yüzden insan bir ufkun peşinden koşar gibidir; ufka doğru attığı her adımda ufuk yeniden bir adım ileriye geçer. İnsan ve dünya arasındaki mesafe iç içe olmalarına rağmen hiçbir zaman kapanmaz. İnsan dünyanın içindedir ama ona yabancıdır.