Loading...
İnkar mı, ikrar mı, yoksa intihar mı?
İnsani ve dünyevi hakikatlerden ister geleneksel dini söylemlerin günah ikrarı ve yasaklamasıyla, ister modern bilimsel söylemlerin psikolojiyi yok saymasıyla yani inkarı ile kaçınılamaz.
Şarkılarımız, türkülerimiz yıllardır bağrı yanıklardan geçilmiyor. Hayat pahalılığı cep yakıyor. Ülke türlü acılardan koca bir yangın yerine döndü. Hatta yanıp tutuşmak, tutuşup kül olmak artık her yerde, her yaştan insanın dilinde. Küllerinden yeniden doğmak efsanesi ise mitolojinin, ulus-devlet kuruluş anlatılarının, kurumsal tarih sayfalarının da dışına taştı. Artık siyasetin ve ticaretin reklam spotlarına taşındı. Yani hamasi umut tacirliğine dönüştü.
Fakat gelin biz bu mecazi anlatımları ve metaforik yangınları şimdilik bir kenara bırakalım. Yani pek sevildiği üzere, sözcüğün dümdüz anlamına bakalım. Somut yangınları, fakat insanın “bilerek” kısa zamanlı araçsal aklı ile değil de, “bilmeyerek” uzun zamanlı araçsal aklı ile çıkardıklarını, kısaca ele alalım.
Kafayı kaldırıp, en yakın veya en uzak çevremize ve tarihimize şöyle bir bakalım. Bunları listeleyecek, ısınma rekorları veya risk haritaları verecek değilim. Dünya yanıyor!
Küresel ısınma meselesine “iklim uzmanları” yıllardır dikkat çekmeye çalışıyorlar. Siyasi liderleri, küresel veya yerel şirket yöneticilerini uyarıyorlar. Sıradan insanları bireysel ve kimi zaman da trajikomik önlemler almaları için eğitmeye çalışıyorlar. Bazı aktivistler “açlık grevi” dahil türlü eylemler yaparak yırtınıyorlar. Bazıları iklim krizini insanlara en iyi anlatacak basit ve sevimli videolar yapıyorlar. Bazıları da en ideal anlatı, dil ve sözcük arayışları peşine düşüyorlar.
DİL VE ÖZNELLİK
O halde biz de konuya buradan, yani en somut ve minik biriminden başlayarak girelim. Özellikle de “’Neden felaket tellalı’ gibi algılanıyoruz?”, “Niçin kimse bizi anlamıyor, dinlemiyor?”, “Kapitalizm, şimdi de neolibralizm, her şeyi dümdüz ediyor, sonunda dünyayı da kendini de yok edeceğini göremiyor?” vb serzenişlerinde bulunan pozitif bilimciler ve aktivistler için.
Örneğin, “küresel ısınma” meselesini daha doğru dürüst kendileri açıklamadan ve her düzlemdeki paydaşları, yani insanları, en başından dahil ederek birlikte anlamaya çalışmadan, tedavüle “iklim krizi” söyleminin sokulmuş olması. Belli ki ciddiye alınsın ve önemsensin diye böyle yapıldı ve hala sürdürülüyor. Fakat bu en birincil ve belki de en büyük hata.
Çünkü “iklim uzmanlarının” temel akademik disiplinin (fizik, kimya, biyoloji, jeoloji, vs.), alt uzmanlık alanının (ısı, parçacık, molekül, tektonik, vs.), sektörün (enerji, yakıt, ulaşım, atık, vs.) veya konunun ne olduğu önemsiz. Hepsi inceledikleri konuya nesne ve nicelik olarak bakıyor.
Nitekim, uzman olarak eğitilmiş ve disipline edilmiş durumdalar. Adı üstünde nesnelliği ve niceliği kutsuyorlar. O dilin dışına çıkışları da sistematik, bilinçli veya geçerli bilgi ile olamıyor kolay kolay.
Zira, inceleme konusu ve nesnesi her ne olursa olsun bilim insanı, adı üstünde; bir “özne”. Dolayısıyla, sözünü ettiğim sınırları aşması da sıklıkla son derece geleneksel, sağduyusal ve gelişi güzel oluyor.
Örneğin, iklim, ekonomik, siyasi, toplumsal, ahlaki, hukuki veya psikolojik hiç farketmez: Her hangi bir ve hele neredeyse her olgunun adının yanına "kriz" koymakla ve "dışardan" bakıp kriz tanımlamakla, kriz "içerden" yaşanmaz.
Zaten "Kriz fırsattır" klişesi de, kriz içerden ve öznel yaşanmadıkça palavradır. Yani ne yaratıcılığı teşvik eder, ne çözüme götürür. "Doğal" veya "yapay", dışardan gören için ise ideal araçsallaştırma, manipülasyon ve sömürü olanakları sağlar elbette. Nitekim onun da (ön)görülebildiği içgörü geliştirmeksizin, retorik bir safsata ve boş hayalden ibaret kalır.
Çünkü bir alanda gelişen rasyonel, bilişsel, bilimsel veya kısaca entelektüel içgörü arzulanan değişim ve dönüşümü tetiklemeye yetmez.
Dolayısıyla ve öncelikle, bu konuları önemsemek ve doğru anlayarak çok iyi idrak etmek lazım. Bu öznellik meselesi elbette ekonomi, sosyoloji ve siyaset başta olmak üzere toplum bilimleri ve diğer kriz söylemleri için de geçerli.
İNKAR
Fakat biz yine de fazla dağıtmadan, zaten yeterince karmaşık, o ölçüde de öğretici, dönüştürücü ve öncelikli olması gereken “iklim krizi” bağlamında kalalım.
Örneğin, hedeflenen özne daha krizi ve endişeyi yaşamadan, yani dışardan ve nesnel verilecek “kriz alarmı”, alarmı yapanın kendi paniğinin aktarımı veya bir tür yansıtması olarak kalmaya mahkumdur.
Yani paniğe ve endişeye sevk etmez. Tersine, buna “hazır olmayan”, yeterince sağlam altyapısı ve başa çıkma gücü olmayan ”özne öncülünde” panik kaygısı ile “ilkel ve kitlesel inkar” mekanizması devreye girer. Böylece sanıldığı veya arzulandığı gibi, endişe veya panik filan da yaşanmaz.
Daha bugün, yıllarını iklim krizi ve bu konudaki muhtelif uyarılara vermiş olan Michael Mann, Susan Hassol ile birlikte, giderek daha da artacak kavurucu ve rekor sıcaklık dalgalarına, orman yangınlarına, sellere, buzul erimelerine dikkat çeken bir makale (The Hill’de) yayımladılar. Daha doğrusu IPCC ‘nin (Intergovernmental Panel of Climate Change / Hükümetlerarası İklim Değişimi Paneli) önceki raporunu ve “ölümcül buzul çığların saldırılarını” ABD’ne hatırlattılar.
Jet akımı “rezonans” olayı ile Kuzeybatı Pasifik’teki “ısı kubbesi” baskısını, ABD’nin farklı bölgelerinde geçen ay yaşanmış aşırı sıcaklar ve sellerle ilişkilendiriyorlar. Yazıda, çok daha kötü ve tehlikeli sonuçları belli olan iklim değişikliği kaynaklı sorunların da eşikte beklediğine dikkat çekiyorlar.
Sonra da "geçmişteki eylemsizliğin gerçekten yıkıcı sonuçlarını gözlemlediğimiz bu dönemde” diyerek, “alarm zillerini daha da yüksek sesle bir kez daha” çalıyorlar.
“Yargıtay’daki (Supreme Court) radikal Sağ çoğunluğun EPA’in (Environmental Protection Agency / Çevre Koruma Ajansı) kömürle çalışan enerji santrallerinden kaynaklanan karbon emisyonlarını sınırlama çabalarını kısıtlamak gibi yeni engellerle karşılaşıldığından” dem vuruyorlar.
Kongre’yi yenilenebilir enerjiyi teşvik edecek ve fosil yakıt altyapısı ve çıkarımlarını caydıracak geniş ve anlamlı bir iklim yasası tasarısını geçirmesi yönünde göreve çağırıyorlar.
Tabii ABD’nin dünya liderliği gücünü hatırlatmayı da ihmal etmiyorlar. Avustralya gibi masaya oturan ülkelerle işbirliği yaparak, Çin ve Hindistan gibi en çok kirleten (kötü öteki, düşman) ülkelerin taahhütlerini yerine getirmelerini bekleyebiliriz, vs. diyorlar.
İKRAR VEYA İNTİHAR
Elbette öncül 1. Dünyanın kapitalist ve endüstriyel atıklarından ve 2. Dünya ile soğuk savaşından yıllardır muzdarip 3. Dünya da aktif/pasif isyanlarda: “Gelişme sırası bizde” diye sömürgecilik-sonrası söylem ve “başımız kel mi” duyguları ile. Tabii “kabak” yine en çok, hala “çıplak” ayakla dolaşıldığı halde “karbon ayak izi” en az olan Afrika ülkelerinin başına patlıyor. En yüklü sömürü faturası da onlara kesilip, ödettiriliyor.
“Küçük Amerika”da çıkan orman yangınları ise canla başla çalışan görevlilerin yerden veya helikopterlerin etkisiz yüksekliklerden boşalttıkları ile söndürülmeye çalışılıyor. Türk Hava Kurumu uçakları “onarılıp” filoya geri döndü diye sevinç çığlıkları atılıyor.
Özetle ve sonuç olarak, küyerel dünya intihar ediyor!
Zaten intihar, görünürde ister birey kişisel, kurumsal veya ulus-devletsel olsun, isterse kolektif kişilerarası , kurumlar arası veya ulus-devletler arası ittifaklar şeklinde olsun, “kendine döndürülmüş bir cinayettir” diye daha önce de yazmıştım.
Konu ister çevre olsun, isterse ekonomi, “intihar” veya “savaş” ve “cinayet” birey-toplumu doğrudan ilgilendiren insani olay ve olgulardır. Yazının başlığı ile bir araya getirip, birlikte vurgulamak istediğim ise şudur:
İnsani ve dünyevi hakikatlerden ister geleneksel dini söylemlerin günah ikrarı ve yasaklamasıyla, ister modern bilimsel söylemlerin psikolojiyi yok saymasıyla yani inkarı ile kaçınılamaz. Psikolojik olguları tabulaştırıp konuşmama ve tartışmama; fakat o ölçüde de bastırma, kapatma, aşırma, istismar ve araçsallaştırma meselesinin nelere yol açtığına da nitekim, yine daha önceki başka yazılarımda değinmiş idim.
Bugün artık nihayet ikrarı ve kesinlikle sessiz kalınmaması gereken ise şu hakikattir: Bu gezegende Güneş, Ay, hava, su, doğa ve tabii gıda, ekonomi, siyaset, kültür, vb. tüm ortak tarihsel ve insani değerleri paylaşıyoruz.
Üç değil, bir tek Dünya var. Her birimizin yaşamı bu dünyada ve bir kez. Her anı da bir kere yaşıyoruz. Bu da “Yapcak bi şi yok”; “Yaşasın hedonizm”, vs demek değildir. İnsanlar tüm canlılar gibi ölür. Marifet ve zaten insaniyet de, kendi ölümcüllüğünün bilincinde olarak hayattaki her anında insanlığı yaşatabilmek adına yaşayabilmektir.
İnsanlık, ölçeği her ne olursa olsun, popülasyonların, meselelerin ve kavramların ayrıştırılmada hepsinin aynı çuvala konulup ortalamasını alagelmiş totaliter, popülist, pragmatist, ikicil, savaşçıl ve eril egemen zihniyetle yaşatılamaz. Tam da o bakımdan can çekişiyor nitekim!
Zaten ikicil uç değerlerin arası açıldıkça ve dünya nüfusunun her türlü değer açısından dağılımlarının kayışları aşırılaştıkça, her türlü nesnel ve öznel kriz çözülemez ve ölümcül bir hal alır.
Ölümcül yıkıcı veya yaşatıcı yapıcı, her türlü tekil veya kitlesel popülasyon olaylarının biyolojik tür, ırk, din, ülke, disiplin ve sektör sınırları ötesinde ve eşgüdümlü işbirliğinde ele alınması şarttır.
Yok olduktan sonra, kimin kimi veya kendini, neyi niye yok ettiğinin hiç bir anlamı kalmaz. İnsanlık ölünce de dünyada bunun adını “katastrof”, “apokalips”, “cehennem” veya belki de kendileri açısından “cennet” diye koyacak “tür” de kalmaz.
Yukarıdaki referans makalenin de yetersizliğini itiraf ettiği gibi, insanlar mevcut iklim modellerini bile özdüşünümsel eleştirilerle terk edecek veya edemeyecek.
O halde, 21. yy da tek gezegendeki insanlık önceki yazılarımda da hep sıraladığım tüm sınırları aşarak, onların ötesinde ve üstünde ekosistemik ve dönüşümsel kavramsallaştırmalara geçecek veya geçemeyecek.
Birbirleriyle ve gezegenin canlı/cansız tüm bileşenleriyle ilişkisel etkileşimlerine bilinç sıçramasını yapacak veya yapamayacak.
Bunlar da ilginizi çekebilir