CHP Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Yüksel Taşkın, giderek ötekileştirici ve despotik bir ton takınan iktidara karşı muhalefetin elindeki imkanları ve muhalefetin tepkisinin ne olması gerektiğini kaleme aldı.
Bu yazıda iktidar blokunun seçmen tabanının erimesinin temel nedenleri ele alınacak. Erime sürecinin sadece iktisadi krizle açıklanmasının yetersiz olduğu iddiasıyla sosyolojik ve siyasal nedenler de önerilecek. Ardından, iktidar blokunun “Biz gidersek kazanımlarınız da gider!” diyerek salt negatif bir söylemle etrafında tutmaya çalıştığı bu kitlenin daha da erimesinin, muhalefetin tercihleriyle yakından ilişkili olduğunu göstermeye çalışacağız.
Dün “15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü” vesilesiyle darbeyi lanetleyen ve darbe karşıtı direnişi öven anmalar yapıldı. Bu karanlık darbe girişimi ülkemize çok büyük zararlar verdi. Çok da parlak olmayan demokratik birikimimizi ortadan kaldırdı.
Darbecilerin puslu havaları sevdikleri açık. O nedenle darbelere karşı olanların güçlü bir demokrasiyi savunmaları gerektiğini, aksi çabaların demokrasi dışı özlemler için gereken kaygan zemini ortadan kaldıramayacağını ısrarla savunmaya devam edeceğiz.
Bu açıdan tutarlı olan tarafta duranların iktidar ortakları değil de başta Altılı Masa olmak üzere, muhalefette konumlanan partiler oldukları da çok açık. Altılı Masa’nın hayata geçirmeyi taahhüt ettiği
Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem (GPS), kadim meselemiz olan siyasette güç, yetki ve sorumluluk paylaşımını merkeze alan duruşu ve yine güçlü denge ve denetleme mekanizmaları önermesiyle darbelerin en etkili panzehrini hayata geçirecektir.
İşte o zaman mevcut iktidarın içerisine düştüğü muazzam çelişkiyi ortadan kaldırabileceğiz: 15 Temmuz’u resmi “Demokrasi ve Milli Birlik Günü” ilan edenler, sadece demokrasimizi ortadan kaldırmakla yetinmediler; darbe sonrası ortaya çıkan birlik havasını da boşa çıkardılar. Meclis’te gurubu bulunan AKP, MHP, HDP ve CHP’nin oluşturdukları darbe karşıtı hava, yeni bir başlangıca vesile olabilirdi ama olmadı.
Yeni bir başlangıca yönelinmemesi ve kutuplaştırma siyasetinde ısrar, bizzat Erdoğan’ın tercihidir. Gezi’yle tahkim etmeye çalıştığı kitlesini 15 Temmuz sonrasında MHP’nin de desteğiyle yüzde 60’ın üzerine çıkarabileceğine inandı. Sahiden de 1 Kasım 2015 seçimlerinde AKP, MHP ve BBP toplam oyu yüzde 61,8’e ulaşmıştı. Erdoğan,
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne (CHS) geçtiğinde bu kitle sayesinde seçimleri rahatlıkla kazanacağını hesaplıyordu. “50 artı 1” konusunun o günlerde sorun edilmemesi de bu iyimserlikle alakalıydı.
15 TEMMUZ SONRASININ RADİKAL SAĞ İKTİDAR BLOKU
Fakat Erdoğan’ın Soğuk Savaş dönemine özgü reaksiyoner söylemlerle güçlendirmeye çalıştığı Milliyetçi Muhafazakâr bloku, 2017 Referandumunda yüzde 50’yi zor geçebildi. 2018 Başkanlık seçimlerinde de Erdoğan yüzde 50’yi kıl payı geçerken toplam muhalefet oyu da yüzde 48’i buldu.
Öncelikle MHP ve AKP, iktidara tutunmak için ötekisi/düşmanı bol bir reaksiyonerliğe meylettiler. Soğuk Savaş’ın milliyetçi muhafazakarlığına fazlaca abanmaları, iktidar blokunu merkez sağ iddialardan bütünüyle uzaklaştırdı ve radikal sağ bir alana sıkıştırdı. Merkez sağ bir söylemde sözgelimi Kürtlerin yer bulması kolayken, radikal sağ bir söylemde bu neredeyse imkansızdır.
AKP’nin İslamcılığı Milliyetçiliğe yedeklediği, merkez sağa dair söylemsel iddialarını terk ettiği bağlamda oluşan siyasi kriz, Millî Görüş hareketinin beş partiye bölünmesinin de nedeni oldu: AKP, SP, DEVA, Gelecek ve Yeniden Refah. Bu parçalanmanın seçimler sonrasında hangi parti veya partilerde konsolide olacağını bilemiyoruz. AKP yerine başka bir merkez üretilmesiyle neticelenmesi fazlasıyla mümkündür…
İYİ Parti’nin doğuşu da kentli seküler milliyetçiliğin, kendisini İslamcı AKP’ye kader ortağı kılan MHP’ye ciddi bir tepkisiydi ama merkez sağdaki boşluk da İYİ Partiye bir manevra alanı sağladı. Bunlar radikal sağa sıkışan AKP-MHP blokunun sağ cenahta yarattığı siyasi krizin ve elbette siyasi fırsatların yansımalarıdır.
İktidar blokuna yönelik özellikle kentsel tepkinin bir nedeni de siyasal İslam’a dair giderek güçlenen hoşnutsuzluktur. Toplum örgütlü dini doğrudan karşısına almasa da kayıtsızlık gibi mekanizmalarla tepkisini ortaya koyuyor.
Erdoğan’ın “Asli Unsur” olarak olumladığı kitlenin erimesini sadece ekonomik krizle açıklamanın yanlış olduğunu iddia etmiştik. Özellikle büyük kentlerde yaşayanların Erdoğan’a karşı mesafe almalarının da sosyolojik ve siyasal nedenleri vardır ve bu uzaklaşma büyük ölçüde yaşam tarzlarına yönelik tehdit algısıyla ilişkilidir. İktidara yönelik bu kentli tepki, 2019 Yerel Seçimlerinde olduğu gibi önümüzdeki seçimlere de damgasını basacaktır.
Ebeveynleri AKP veya MHP’ye oy veren ama kendilerini bu partilere oldukça uzak hisseden gençlerin varlığı da bahsettiğimiz sosyolojik yarılmayla ilişkilidir. Yurt dışında yaşamak isteyen gençlerle yapılan tüm akademik çalışmalarda ekonomik kaygılar kadar özgürlük kaygısının da belirleyici olduğu görülmektedir. Netflix dünyasına Soğuk Savaş’ın çatık kaşlı siyasal söylemleriyle nüfuz edilemiyor…
İktidar blokuna yönelik özellikle kentsel tepkinin bir nedeni de siyasal İslam’a dair giderek güçlenen hoşnutsuzluktur. Toplum örgütlü dini doğrudan karşısına almasa da kayıtsızlık gibi mekanizmalarla tepkisini ortaya koyuyor. İlginç olan husus, dini yapıların devletten de gördükleri desteklerle maddi olarak güçlenmelerine rağmen inandırıcılık ve cazibe yitirmeleri. Bu başka bir yazının konusu olacak kadar kapsamlı bir konu…
DEMOKRASİ KRİZİ, DEVLET KRİZİNİ VE EKONOMİK KRİZİ TETİKLEDİ
Elbette CHS’ye geçişin ekonomi alanında yarattığı büyük tahribat da bahsedilen erimeyi arttırmıştır. Aslında sıralama şöyle işlemiştir: CHS ile mevcut demokratik birikimimiz ortadan kaldırılmış, bu durum bir
demokrasi krizi yaratmıştır. Ardından Tek Adam Rejimi, bürokrasinin ve devletin kendiliğinden işleyişini sekteye uğratmış, bu da bir
yönetememe veya
devlet krizine yol açmıştır.
Bu iki kriz, dünyada ekonomik kriz koşulları yokken ülkemizi ciddi bir
ekonomik krizin içerisine yuvarlamıştır. Daha sonra yaşanan pandemi süreci ve ardından Rusya-Ukrayna savaşı patlak verdiğinde Türkiye zaten derin bir ekonomik krize sürüklenmişti. Ülkemizin dünyada neredeyse enflasyon şampiyonu olmasını, enflasyon oranları bizden hayli düşük Ukrayna ve Rusya arasındaki gerileme bağlama çabaları beyhudedir.
Toplumun büyük çoğunluğu, CHS ile hem fakirleştiğimizi hem de özgürlüklerimizi yitirdiğimizi görüyor. Yüzde 60’a yakın bir kesimin, CHS’yi değil Parlamenter Sistemi tercih etmesi başka türlü açıklanamaz.
Uzun süredir anketler AKP ve MHP toplamını yüzde 40 civarında ölçüyor. Yüzde 60’lardan başlayan bir blok bugün yüzde 40’lara gerilemiştir ve bu gerilemenin daha da devam edeceğine dair işaretler mevcuttur.
“BİZ GİDERSEK KAZANIMLARINIZ GİDER!” SÖYLEMİNE KARŞI ÖNERİLER
Tam da bu noktada Erdoğan’ın “Biz gidersek kazanımlarınız da gider!” söylemine giderek daha fazla abandığını görüyoruz. Bu iddia, seçimlerin ana söylemlerinden birisi olacaktır. Buna karşı muhalefetin atması gereken ve özellikle Altılı Masa’daki partiler düzeyinde büyük ölçüde atmayı başardığı adımlara dair görüşlerimizi ortaya koyalım:
Muhalefet, “laik-dindar” kutuplaştırmasını temel alan kültür savaşı tuzağına düşmemelidir. Buna karşı önerilmesi gereken eksen, “Otoriter rejimden beslenen tuzu kuru azınlık ve
Yolsuzluk, Yasaklar ve Yoksulluk üçlüsünün cenderesinde ezilen
ekseriyet” olmalıdır. İşin sadece yoksulluk boyutu yoktur, yasaklar yoksulluğun sürdürülebilmesi için elzemdir.
Toplumun büyük çoğunluğu, CHS ile hem fakirleştiğimizi hem de özgürlüklerimizi yitirdiğimizi görüyor. Yüzde 60’a yakın bir kesimin, CHS’yi değil Parlamenter Sistemi tercih etmesi başka türlü açıklanamaz.
O nedenle iktidarın kültürel kutuplaştırma söylemine karşı,
demokrasiden yana olanlarla otoriter rejimden yana olanlar ekseni de önerilmelidir. Altılı Masa’nın mevcut kompozisyonu, iktidarın dün üzerinden kültürel kutuplaştırma söyleminin giderek etkisizleşmesinde son derece önemli bir işleve sahiptir.
“Kazanımlar” söylemiyle etki altında tutulmaya çalışanlara muhalefetin de hitap edebilmesi önemlidir. Herkesin anlayabileceği bir dil üzerinde çalışarak şu soru sorulmalıdır: Kazanımlardan kasıt, herkesin ekmek ve hürriyeti, temel hak ve özgürlükleriyse, bunları korumak asli görevimiz olacaktır. Bir kesimin temel hak ve hürriyetlerine kavuşması, diğer kesimleri eksiltmez; aksine, tüm toplumu güçlendirir.
GPS ile aslında biz temel hak ve hürriyetleri nasıl koruyacağımızı somut biçimde ortaya koyuyoruz. Yine mülakatların kaldırılması, KPSS sınavının alanının genişletilmesi gibi somut önerilerimiz de liyakat konusunda samimi olduğumuzu göstermektedir.
“Kazanımlardan kastedilen küçük bir azınlığın
ayrıcalıklarını korumak” ise, işte biz burada yokuz mesajını da anlaşılır şekilde yaygınlaştırmak zorundayız. Kamu ihalelerinin büyük bölümünün beş guruba dağıtılması, bu gurupların kıyılarımızın yağmalanmasına gözlerini dikmeleri gibi tercihler, toplumun ekseriyetinin zararınadır.
Geçen yıl bankacılık sektörünün karı 93 milyarken bu sene 400 milyar kar beklenmektedir. Birileri acımasız bir hızla yoksullaşırken birileri terlemeden kazanmaktadır ve iktidar da bu alın terini öteleyen, servet aktarımını öne çıkaran acımasız “faizci” düzenin muhafızıdır. İktisadi krizin canlarını yaktığı milyonlar, bu sınıfsal tercihlerin kendilerine verdiği zararları görmeye daha yatkındırlar.
Muhalefetin “Kral Çıplak” diyebilmesini her zamankinden daha fazla kolaylaştıranın yolsuzluk ve yasakların iyice körüklediği yoksulluk, yani ekonomik koşullar olduğu açıktır.
İlişkili bir konu da demokrasi ve denetim eksikliğinin her zaman
çeteleşmeye zemin hazırladığı, çetelerin de başkalarının servetine konmaktan tutun imar rantı üzerinden doğamızın tahribine kadar bir dizi olumsuzluğa yol açtıkları ve bunun kaybedenlerinin de mevcut ve gelecek kuşaklar olduğudur. Mafya veya çetelerin
siyasal ayakları olmadan bu denli geniş bir alan bulamayacakları da ısrarla vurgulanmalıdır.
Demek ki, demokratik, şeffaf bir toplumda “organize işler” kendilerine zemin bulmakta zorlanırken, otoriter tek adam rejimlerinde siyasete şeffaf olmayan klikler egemen olmaya başlar ve bunlar her zaman mafyatik unsurlarla iç içe geçerler.
Burada bahsedilen aslında
zümrevi siyasettir ve amacı küçük bir azınlık için sürekli
ayrıcalık yaratmaktır. Dolayısıyla sıradan yurttaşların kazanımlarıyla, gizli kapaklı zümrelerin ayrıcalıkları aynı kefeye konulamaz. O nedenle muhalefet, ekseriyetin kazanımlarına sahip çıkmak için zümrevi ayrıcalıklara son vereceğini de ısrarla vurgulamalıdır.
Muhalefetin “Kral Çıplak” diyebilmesini her zamankinden daha fazla kolaylaştıranın yolsuzluk ve yasakların iyice körüklediği yoksulluk, yani ekonomik koşullar olduğu açıktır. O nedenle AKP’nin, kazanımlarınızı yitirirsiniz dediği kitlenin de aslında mevcut iktidar ilişkileri sürerse daha da yoksullaşacağını anlatabiliriz.
Bir gemi su alırken yukarı zıplasanız ne fark eder? Asıl mesele o gemiyi yüzdürebilmektir. Lüks yatlarında keyif sürenlerin “aynı gemideyiz” teraneleri inandırıcılığını giderek yitirirken, muhalefetin “Biz” tanımına, bugüne kadar iktidar blokuna oy veren seçmenleri de katacak söylem ve politikaları savunmakta ısrarcı olması, sahici demokrasi bayramlarımız için elzemdir ve mümkündür de…