Pazar Politik

İktidarın algı yönetimi bağımlılığının derinleşmesi muhalefete yeni fırsatlar sunuyor

Abone Ol
CHP Sosyal Politikalardan Sorumlu Başkan Yardımcısı Yüksel Taşkın, beş başlık altında iktidarın algı yönetimini özetledi ve muhalefetin buna nasıl karşılık vermesi gerektiğini yorumladı. İktidar, hakikatin karşısına koyduğu algı yönetimi stratejisine artık tamamen bağımlı hale geldi. Bu bağımlılık, özellikle ekonomi alanındaki olguların yönetilemezliği gibi bir dizi hakikat karşısında daha da derinleşiyor. Bu durumda ısrarla hakikatleri savunan, olguları inkâr etmeyen ve iletişimini bunun üzerine bina eden muhalefet aktörlerinin siyaset alanları genişliyor. Bu imkânın değerlendirilmesi için ise dikkat edilmesi gereken bazı önemli konular söz konusu. Bu konuyu açmadan önce iktidarın algı yönetimi stratejisinin hedeflediği en önemli alanları özetleyelim: 1) Ekonomide “yeni” model iddiası, 2) Dış politikada (yeniden) “kontrollü” gerilim, 3) Seküler-dindar eksenli kutuplaştırma, 4) Kürt sorunu üzerinden muhalefeti zayıflatma çabaları, 5) “Aday kim?” tartışmasının sürekli gündemde tutulması. 1) EKONOMİDE “YENİ” MODEL İDDİASI Bu başlıkla ilgili değerlendirme diğerlerine göre biraz uzun çünkü “algı yönetimi bağımlılığının” ne olduğunu burada özetlemeye çalışacağım. Kısa süre önce Cumhurbaşkanı Erdoğan, ekonomi politikasını kastederek “Ne yaptığımızı biliyoruz!” demiş ve halka yine sabır telkin etmişti. Bana kalırsa “Ne yaptığımızı biliyoruz” deme ihtiyacı bile yapılanların anlaşılmadığının veya kamuoyunun yapılanlardan memnun olmadığının açık bir itirafı. Biraz daha ileri giderek, iktidarın ekonomi politikasında ne yaptığını bilmediğini iddia etme cüretinde bulunacağım. Yanlış anlaşılmasın, iktidarın dolar bazlı servet aktarımı projeleriyle küçük bir azınlığın servetine servet katarken ne yaptığını gayet iyi bildiğinin ben de farkındayım. İktidar, bu terlemeden zenginleştirme tutkusunun peşinde koşarken elbette seçimleri de kazanmak istiyor ve işte Nebati’nin (aslında Erdoğan’ın) riske attığı tam da bu. Bakan Nebati’nin söylemlerine baktığınızda, olgular denizine hakimiyetin artık mümkün olduğuna inanmayanların algı yönetimine abanmalarının, hatta buna bağımlı olmalarının vahim bir örneğini görebiliriz. Nebati algıları olguların önüne koymayı elbette kendisi keşfetmedi, partisi uzun zamandır bu tarzı bağımlılık haline getirmiş durumda. Belki buna “Ağustos Böceği Sendromu” da diyebiliriz. Ne var ki hakikatler veya olgular artık daha fazla can yakıyor ve her daim siyasi rakiplerini veya “dış güçleri” sorumlu tutmayı amaçlayan “fail kaydırmaca” oyunu artık tutmuyor. Kısa bir anımsama turu atalım: “Faiz sebep enflasyon sonuç” “teorisiyle” faiz indirimine gidilmesi sürecinde “yeni model” müjdesini almıştık. Kurun hızla 11 liraya düşmesi, “Ne yapıldığının bilindiği” algısının köpürtülmesine vesile oldu. Bir başka “mucize” de Kur Korumalı Mevduat (KKM) uygulamasıydı. Ardından Nebati’nin veya Erdoğan’ın öngöremediği bir zam furyası başladı ve enflasyon çok kısa sürede yüzde 70’lerin üzerine çıktı. Üstelik “128 Milyar Dolar Nerede?” kampanyasının mürekkebi kurumadan, KKM kumarı yüzünden milyar dolarlar bozdurulmaya devam edildi. Öyle ya, kur baskılanmazsa devlet kumarı kaybedecek ve çok sayıda KKM sahibine astronomik rakamlar ödenecekti. Ne oldu? Ateşe atılan milyarlarca dolara rağmen kur yine kontrolden çıktı ve KKM için ödenmesi gereken meblağ tırmanmaya devam etti. Nebati önce “yeni ekonomi modelinden” bahsederken bir süre sonra bu ifadeyi kullanmaz oldu. Ardından bazı tarihler vererek enflasyonun bu tarihlerde düşmeye başlayacağını iddia etti. Sonra bundan da vazgeçti ve enflasyonla birlikte büyümenin bilinçli bir tercih olduğunu söyleyiverdi! Peşinden de Erdoğan “Ne yaptığımızı biliyoruz!” deme gereği hissetti. Oysa söylenenleri alt alta koyduğunuzda otobüsün önünde koşanlara özgü telaşı görmemek mümkün değil.
Bugüne kadar yürütülen ve temel bir stratejisi olmayan dış politikanın bize ödettiği maddi bedeller ve artan yalnızlığımız topluma anlatılabilir.
İşte olgularla yüzleşmeyi, özünde yapısal olan krizle yüzleşerek gerçekçi politikalar sunmayı imkânsız hale getiren bu algı yönetimi bağımlılığının ülkemize maliyeti bu. Aşağıda Erdoğan’ın bu konunun yarattığı tahribatı gidermek üzere yöneleceği alternatif alanlara dikkat çekmeden önce şu tespitimizi tekrar paylaşalım: Ekonomide yukarıda özetlediğim tablo, Erdoğan’ın muhtemel seçim kaybında en önemli etken olmaya aday ve buna da “algı yönetimi bağımlılığı” yol açmış olacak. İktidarın hakikat sonrası “siyaseti” veya “siyasetsizliği” kendisine büyük bir bedel ödetmeye aday. Algı yönetiminin aslında hiç değişmeyen ama zamana göre önem kazanan diğer alanları sürpriz değil: 2) DIŞ POLİTİKADA (YENİDEN) “KONTROLLÜ” GERİLİM Anımsarsanız kısa süre önce bazı gözlemciler, “Erdoğan dış politikada gerilimi azaltarak seçimlere hazırlanıyor” gibi analizler yapmaya başlamışlardı. İsrail, BAE, Yunanistan, Mısır gibi aktörlerle yeniden bağ kurma çabaları, Rusya-Ukrayna krizi üzerinden AB’nin güç odaklarıyla yeniden bağ kurma denemeleri aslında dolaylı bir itirafın da sonucuydu: İktidar iç politikaya meze ettiği dış politika hamlelerinin neredeyse tamamında başarısız olmuştu ve ülkemizi kederli yalnızlığa mahkûm etmişti. Ne var ki ekonomi tepetaklak gitmeye ve seçimler de yaklaşmaya başlayınca olan yine orta ve uzun vadeli dış politika çıkarlarımıza oldu. İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine itiraz, Yunanistan’a karşı sert söylemler ve sınır operasyonu söylemiyle yine iç politika öncelikli dış politika hamlelerine başlandı. Muhalefet tam da bu hakikati cesurca dillendirerek bu hamleleri boşa çıkarabilir: Bugüne kadar yürütülen ve temel bir stratejisi olmayan dış politikanın bize ödettiği maddi bedeller ve artan yalnızlığımız topluma anlatılabilir. Bu stratejisiz ve algı yönetimi amaçlı çıkışların, kırılgan ekonomimizi daha da olumsuz etkileyeceğini anlatmak zor olmasa gerektir. Toplum bu alandaki mesajlara her zamankinden daha da açıktır. Dış politikada arttırılan gerginliğin ulusal çıkarlarımıza hizmet etmediği mesajı, bu konuda hassas olan milliyetçi seçmenleri de ikna etmeye yarayabilir… 3) SEKÜLER-DİNDAR EKSENLİ KUTUPLAŞTIRMA İktidarın sürekli kullandığı bu kutuplaştırma tarzı son günlerde farklı olaylarla yeniden gündemde. Bu defa toplumun bazı unsurlarının “kendiliğinden” reflekslerle seküler çevreleri hedef aldığı algısı, “iki mahallenin” temsilcilerinin özellikle sosyal medyada kapışmalarına yol açıyor. Sürekli özgürlükleri hedef haline getirilen seküler çevrede sinirlerin yıpranması ve diğer mahalleye öfke boca edilmesi amaçlanıyor. Böylece “bunlar iktidara gelirlerse bize neler neler yapar?” duygusu iktidar tarafından körüklenmeye çalışılıyor. Burada iki noktaya dikkat etmek lazım. Özellikle muhalefetteki muhafazakâr siyasetçilerin, seküler kesimin kaygılarını anlayan bir dil kullanmalarında yarar var. 20 yıllık AKP iktidarında mağdurlar hiyerarşisi de önemli ölçüde değişti. 20 yıldır maddi ve ideolojik saldırı altında hisseden seküler çevrelerin kaygılarını sadece CHP’nin anlaması yetmez. Altılı masadaki diğer partilerin de bu kaygıları anlamaları ve çözüm önerileri sunmaları gerekli. “Herkes için hürriyet” aslında temel çıkış noktası olmaya aday bir çerçevedir…
Sürekli özgürlükleri hedef haline getirilen seküler çevrenin diğer mahalleye öfke boca etmesi amaçlanıyor. Böylece “bunlar iktidara gelirlerse bize neler neler yapar?” duygusu iktidar tarafından körüklenmeye çalışılıyor.
İkincisi seküler çevrelerin dikkat etmesi gereken bir husustur: Dindar/muhafazakâr kesim homojen değildir ve iktidardan kopma eğilimine giren unsurlar barındırmaktadır. Kültürel kutuplaştırma dili ve AKP’ye geçmişte oy veren seçmenin hedef haline gelmesi, buradan beklenebilecek çıkış stratejisini zora sokmaktadır. En doğrusu sıradan insanların geçmiş oy davranışlarını sorun etmeden, onları zulme ve adaletsizliğe karşı mücadeleyle büyüyecek bir “biz’in” parçası olmaya ikna etmeye gayret etmektir… 4) KÜRT SORUNU ÜZERİNDEN MUHALEFETİ ZAYIFLATMA ÇABALARI Erdoğan’ın 2015 sonrasında yöneldiği ve MHP ile ittifakı sonucunda, kendisi lehine kontrol etme yeteneğinden giderek uzaklaştığı bir başka algı yönetimi de HDP’yi felce uğratmak, muhalefeti de HDP’yle yan yana gelme/gelmeme üzerinden sürekli bir tedirginlik içerisinde tutmaktır. HDP kapatılmazsa bile felç edilmeye çalışılmaktadır. Bu durumda muhalefet, parti kapatma süreci başlatılmadan ilkesel nedenlerle parti kapatmaya karşı olduğunu sürekli vurgulamalıdır. “Nasıl AKP’nin kapatılması çabası yanlıştıysa HDP’nin kapatılması da yanlıştır” söylemi son derece ikna edicidir. Eğer HDP kapatılırsa, seçmenleri muhalefetin Cumhurbaşkanı adayına yönelerek iktidardan hesap sormaya yönelecektir ama önce muhalefetin bu konuda ilkesel davrandığına ikna olmalıdır. Milliyetçi seçmenlerin bir kısmı muhalefet partilerine “Neden Demirtaş’ı savunuyorsunuz?” sorusunu yöneltmektedir. Buna en uygun yanıt, “Birisinin hakkını, hukukunu savunmak için siyasi görüşlerimizin aynı olması gerekmez. Sözgelimi siz de haksız yere mahkûm edilseydiniz, sizin hakkınızı da savunmak görevimiz olurdu” şeklinde olandır. Kaldı ki toplumun çoğunluğu yargının siyasallaşmasından rahatsızdır.
HDP kapatılmazsa bile felç edilmeye çalışılmaktadır. Bu durumda muhalefet, parti kapatma süreci başlatılmadan ilkesel nedenlerle parti kapatmaya karşı olduğunu sürekli vurgulamalıdır.
İktidarın HDP seçmeniyle Altılı Masa arasındaki gerilimi derinleştirme çabası, elbette Cumhurbaşkanı seçimleriyle yakından ilgilidir. Bu durumda özellikle Erdoğan/AKP’nin şöyle bir çelişkisi ortaya çıkmaktadır: Erdoğan, Cumhurbaşkanı seçilmek için Kürt oylarına muhtaçtır. Muhalefet de Erdoğan’ı mağlup etmek için Kürt oylarına muhtaçtır. Öyle ya, “50 artı 1” oyununu başlatan Erdoğan, nasıl yüzde 50’nin üzerine çıkmaya çalışıyorsa muhalefet de bunu yapmak zorundadır. Günün sonunda Altılı Masa’nın veya muhalefetin adayı, toplumun tüm kesimlerine vaat ettiği Türkiye hayaliyle Kürt seçmenlerden de oy isteyecektir. İktidarın sözü tükenmiş olabilir ama bizim özgür, demokratik ve müreffeh Türkiye hayalimizle her kesimden oy isteme meşruiyetimizi asla sarsamayacaktır. İktidar bileşenleri Kürtlere yönelik mevcut politikalarını sürdürürlerse bunun sandıkta bir bedeli de olacaktır. Aslında bu konuda zor durumda olanlar iktidar bileşenleridir… 5) “ADAY KİM?” TARTIŞMASININ SÜREKLİ GÜNDEMDE TUTULMASI İktidarın Altılı Masa’yı kilitleme, işlemez hale getirme çabasının bir sonucu olarak “Aday kim?” konulu bir papatya falını hep beraber yaşamak durumunda kaldık. Fakat burada da durum iktidarın algı mühendislerinin umduğu gibi değil. Günün sonunda süreci, “Kazanacak adayı belirleme” oyununa onlar çevirdi ve sürekli olarak muhalefet adayını gündemde tutmuş oldular. İkincisi de tartışmanın yürütülme biçimi CHP’nin süreç içerisindeki kilit rolünü pekiştirerek partinin ve liderinin elini kuvvetlendirmiş oldu. Gelelim “Aday kim?” tartışmasının olumsuz yönlerine. Öncelikle iktidar, canını sıkan gündemleri savuşturmak için “Aday kim?” tartışmasını köpürtmeye devam ediyor. Aslında muhalif çevrelerden, özellikle de sivil toplumdan beklenen, adayın kim olacağından ziyade onların adaydan ne talep edecekleri olmalıdır. Öncelik nasıl bir Türkiye istiyoruz ve bunun için gereken adayın nitelikleri neler olmalıdır soruları olmalıydı. Aslında Erdoğan adaylığını erken açıklamak zorunda kalan kişi oldu. Böyle yaparak seçim sathı mailine girdiğimizi de teyit etmiş oldu. Muhalefet, “erken seçim tarihini belirle, adayımızı da gör” demeye devam etmelidir. İktidar algı yönetimi bağımlılığıyla sürekli muhalefeti zayıflatmaya yönelirken kendisi için olumsuz bir algıyı da derinleştirmiş oldu: “Muhalefete muhalefet ediyorum çünkü yönetemiyorum, sözüm tükendi!” Toplum da sorunlarını çözemeyen iktidarın işaret ettiği muhalif aktörlere bakıyor ve orada hem nitelik hem medeni ilişkiler etrafında bir yan yana geliş, hem de demokratik, müreffeh bir Türkiye hayali görüyor. Yazımızı bir soruyla bitirelim: Ekonomik krizde başat sorumlu görülen iktidar, bu alanı toparlamadan diğer alanlardaki kazanımlarıyla seçimleri alabilir mi? Eğer muhalefet yukarıda bahsi geçen alanlarda ciddi hatalar yapmazsa bu sorunun yanıtının “Hayır” olduğuna inandığımızı vurgulayalım.