Nasıl ki “kurumsal muhalefet” 100 yıllık Cumhuriyet serüveninin son 70 veya 20 yılında “kurumsal iktidardan” özerkleşmek şöyle dursun, onunla tam özdeşleşmiş durumda ise, “toplumsal muhalefet” de bugün kendi bağımlılığının hıncını ve öfkesini, edilgenliğini içselleştirerek özdeşleştiği “kurumsal muhalefetten” çıkarmaya çalışıyor.

Bu toplumda kimileri “görünen köy kılavuz istemez” der. Onlar kendilerince “Perşembe’nin geleceğini Çarşamba’dan” (ön)görebilenlerdir. Kendi “bildiklerini okur” veya “burunlarının dikine giderler”. Fakat yine de aralarında “bile bile lades” yapanlar da çıkar.

Çünkü biz hiç kuşkusuz “basireti sıkça bağlanan bireyler” ile dolu bir toplumuz.  Ancak ne hikmetse, aynı bireylerin bol yasakçı ve baskıcı yaptırımlar karşısında bunların bazılarını her fırsatta delecek “uçkur” veya başka yasal, ahlakî veya toplumsal bağları kolay çözülür. Nitekim basireti de çoğunlukla bunların suçluluk duygusu veya şantaj korkusu bağlar.

Muhtelif kaygı, endişe ve korkulara yenik düşmek ise elbette “bağımlılığı” pekiştirir ve “özerkleşmeyi” engeller. Bağımlı bireyler özgürleşmekten ve sorumluluk almaktan korkar ve “bebeksi” kalırlar. Ülkeyi yönetenleri de kendilerine en benzer olanlardan seçer, sanki kendi çıkarları onlarla daha iyi korunacakmış gibi sanırlar.

Fakat kendini tanımayanlar veya toplum için de neyin daha iyi olacağını bilmeyenler, bireysel/kolektif çıkarlarını nasıl koruyabileceklerini nasıl bilebilirler? O bakımdan da işte, seçenler de, liderler de kılavuz danışmanlara başvururlar. “Kılavuzu karga olanlar” yollarını şaşırırlar. Kendine itiraf etse de, edemese de sonra pişman ve çok mutsuz olurlar.

Bugün “büyük seçim” sonrası Türkiye değil mutsuz olmak, derin bir “yasta”.

Geçtiğimiz yıllarda ve özellikle son seçimlerde iktidar tarafına iste(me)yerek ve seçeneksizlikten oy vermiş seçmenler, önceleri yok sayarak kendini kandırdığı ekonomik, hukukî, toplumsal, ahlakî çöküş, örneğin her gün katlanarak gelen zamlar, pişkinlik ve şiddet karşısında çok şaşkın ve pişman.

Muhalefet tarafına oy vermiş seçmenler ise çok öfkeli ve pişman. Öfke perdesini araladıkça karşısına hangi parti, lider, kim çıkarsa burnundan soluyor. Geriye dönük sözde muhasebe ve post hoc muhakeme yaparak şiddet kusuyor.

Bu toplum oy vermişi, vermemişi; pişman veya mutsuz olanı olmayanı; okumuşu okumamışı, vs. kolektif anlamda kendisiyle tanışmak durumunda. Günün sonunda kendine zarar veren ve kendini yok etmeye programlanmış “özgürleşme korkusu” ile yüzleşmek zorunda.

Çünkü dileyen geçmişini ve maceralı yolculuğunu 100, 200, 600 veya 6.000 yıl geriden başlatsın, artık mutlaka “bağımlılık X bağımsızlık” çatışmasını çözmesi ve aşması, “kendisi olması” gereken yolun sonunda.

NE İKTİDAR, NE MUHALEFET

Oysa ilerici, Sol veya eleştirel diye betimlenen entelektüeller bile, Sağ iktidardan zaten çoktan vaz geçmiş olarak, kazanılacak seçimi göz göre kaybettikleri için muhalefete söyleniyor. Başarısızlığın arkasında türlü komplolar, ahmaklıklar, beceriksizlikler, vs. arıyor.

Daha doğrusu, kendilerine veya toplum geneline tüm umutlarını ve yaşam sevinçlerini kaybettirdikleri için haklı/haksız usavurmalar ile muhalefeti suçluyor. Halkın derdini dert edinmemekle, onun gündemiyle yeterince güçlü ilgilenmemekle, koltuk derdine düşmekle, bencillikle, vs. itham ediyor.

Tabii neredeyse bütün hüsran faturaları da şiddetle CHP’ye ve Kılıçdaroğlu’na kesiliyor. Parti içinde “değişim” arzusuyla yola çıkanların önünü kesmekle yargılanıyor. Erdoğan’ın ülkeyi kendi kişisel çiftliğiymiş gibi yönetmesi eleştirilerinden sonra, şimdi de Kılıçdaroğlu partiyi tapulu malıymış gibi sahiplenmekle ve varisini de kendisi tayin etmek istemekle suçlanıyor.

Bu sayfalarda ben de naçizane içinde demokrasi, hipokrasi, meritokrasi (liyakat), mediokrasi (vasatlık), siyaset, iktidar, muhalefet, seçim, seçmen, halk, toplum, aydın/entelektüel, din, bilim, muhafazakar, laik, umut, şiddet, vs geçen yığınla yazı yazdım. Ancak önplanda daima “toplumsal muhalefeti” tuttum.

Çünkü nasıl ki “kurumsal muhalefet” 100 yıllık Cumhuriyet serüveninde son 70 veya 21 yılında “kurumsal iktidardan” özerkleşmek şöyle dursun, onunla tam özdeşleşmiş durumda ise, “toplumsal muhalefet” kendi bağımlılığının hıncını ve öfkesini, edilgenliğini içselleştirerek özdeşleştiği “kurumsal muhalefetten” çıkarmaya çalışıyor.

Kim dedi ki size, tüm kurtarılma ümidinizi geçmişteki “Kır at” tecrübesine rağmen, Sağa yamulmuş muhalefet ittifaklarının atlarına bağlayıp, kazanmayı bekleyin diye? Üstelik Demirel AP genel başkanıyken etmiş olduğu “boş tencere” ve “dün dündü, bugün bugündü” nakaratları ile neden 21. Yüzyılın ilk çeyreğini devirmekte olan Türkiye’de seçim “kazanılamayacağını” da açıkladım. Hatta “altılı ganyan” ve “7li plase” metaforları ile bile bunun boş bir kumar olduğunu ve Cumhurbaşkanlığı koşusunda kesinlikle kaybettireceğini de açık ve kesin ifadelerle yazdım.

Bazıları da cılız da olsa, şimdi YSP ve TİP’ten toplumu kıpırdatması için medet umuyor. Kimileri giderek daha da sert eseceği belli olan “milliyetçilik rüzgarları” ile pupa yelken gidecek “yeni” bir merkez Sağ partinin Türkiye’ye iyi geleceğini düşünüyor.

Bugün “muhalefete güvenmek” artık zorsa, ondan medet umanlar önce “kendi yapabilirliklerine güvenmedikleri” ve her kim aday olursa olsun ona “kazandırtmadıkları”, en başından sabote ettikleri içindir.

Geçenlerde de yazdım nitekim; “Babanın-adı” konmuş eril iktidarı “siyasi söylemde ve retorikte öldürmek” kolaydır. Demokratikleşmek için asıl zor ve gerekli olan, “adı-sanı yok” veya belirsiz olan ana muhalefetten “metaforik göbek bağını” siyasî eylemde kopararak ayrışabilmek; her ikisinden birlikte özgürleşebilmektir! Bu yazıda güncel siyasetin ayrıntılarına girmek istemiyorum. Zaten geçen hafta İmamoğlu, vb. ile ilgili “CHP’de değişim dosyası” için yazmıştım. Bugün 5 Ağustos; İmamoğlu’nun “manifestosunda” ne diyeceğini birlikte göreceğiz. Kılıçdaroğlu’nun haftaya “parti-içi devrim niteliğindeki” açıklamasını da. Giderek uzayan parti genel başkanlığına aday olanların listesini de. İzninizle yıllar önce yazdığım şu notu da tekrar düşeyim sadece: Muhalefet aramak muhalefetsizliktir!

Dolayısıyla, “ilerlemeci entelektüel eleştiri” bunlarla  boşu boşuna oyalanıyor. Kendi “bağımlılık  çatışmasını” çözemeyerek ve “demokratik özgürleşme kaygısı” ile yüzleşemeyerek, yani kendini iktidardan ve muhalefetten özgürleştiremeyerek sadece kendine değil, topluma da daha çok zaman kaybettiriyor. Kısacası ilerletmek şöyle dursun, “geri kalıyor ve de geriletiyor”.

Bu konular ne yazık ki ego-merkezci monologlardan çıkılıp diyalojik toplumsal tartışmaya yeni yeni açılıyor. Umarım biz de üşenmeden, yorulmadan eski/yeni bilgi ve yorumlarla katılma olanağı buluruz.

Toplumun kolektif hafızası da nitekim yeni oluşmakta olan Türkiye’de bu da salt bireysel hafızalara, anılara, resmî/özel belgelere, vs. bel bağlayarak toparlanamaz ve gelişemez..

O bakımdan ve de “bireysel hafıza” da demişken önce bir mini hikaye.

MASKELİ HAYALET

Bireysel ve öznel hafızalar daha da ilginçtir. Neyin neyi ne zaman çağrıştıracağı hele dışardan bakanlar tarafından her zaman doğru okunamaz. Zaten hikayelerin de tek bir “doğru okunuşu” yoktur.

Yani şimdi neden aklıma geldiğini ne siz sorun, ne de ben yazayım. Zaten ne kadar kısa olursa olsun özetlerken bile hem uzatmak, hem de sizin kendi okuma keyfinizi kaçırmak istemediğimden çok hızlıca, kaba hatlarını yazacağım sadece.

Yıllar önce okuyup da aklıma gelmiş olan bu öyküyü yazanın Edgar Allan Poe ve dilimize kazandıranın da Tomris Uyar olduğunu duyunca, belki siz de hatırlar veya bulup okursunuz. Adı: Kızıl Ölümün Maskesi.

Prens Prospero’nun ülkesinde ölümcül ve çok bulaşıcı bir hastalık salgını baş gösterir. Öyle ki açığa çıkması (yüzde korkunç kızıl lekeler ve bedende kanamalar, vs.  belirtileri ile), seyri ve ölümcül sonucu hepsi yarım saat içinde olup bitmektedir.

Bu kızıl ölüm salgını ülkenin yarı nüfusunu kırıp geçtikten sonra, “akıllı prens” neşesi, sağlığı yerinde olan bin kadar şövalye, leydi, şarkıcı, çalgıcı, soytarı, dansçı, vb. seçerek ve aylarca yetecek kadar güzel şarap, yiyecek, vs ile birlikte kale gibi sağlam muazzam bir manastıra yerleşir.

Öncesinde de hem ek güvenlik takviyeleri de yaptırır. Hem de içindeki geniş salonların her birini gökkuşağının bir renginde ilginç ve eğlenceli (fildişi bir saat gibi) ayrıntılarla doldurarak döşetir. Kısacası, dış dünyadan her anlamda tamamen izole ve ‘onlar ne halleri varsa görsünler’ diyerek keyif peşinde bir yaşam sürmeye başlar. Yiyecekleri, vs. bitmeden çok önce bu hızlı ilerleyen hastalığın dışarda kalan nüfusla birlikte biteceğini ve o zaman eski yaşamlarına dönebileceklerini düşünür.

Fakat bir süre sonra sıkılır ve bir maskeli balo düzenler. Yine birbirinden yaratıcı fikirlerle çeşit çeşit kostümleri de kendisi  hazırlar.  Salonlara muhtelif sürprizli mizansenler ve akla hayale gelmeyecek türlü gariplikler tasarlar, vs. Türlü düşlerin ve fantezilerin gerçekleştirildiği bu şenliğin gürültüsünde çılgınca eğlenenler garip bir konuğu ancak geç saatlerde fark ederler. Korku, iğrenme gibi duygularla karışık homurtular, mırıltılar, fısıltılar yayılmaya başlar.

Prospero da ortamda birden değişen havayı ve yükselen tedirginliği fark eder. Olanı biteni anlamak üzere o salona gittiğinde uzun boylu yabancıyı görür. İnce sıska ve cesetten farksız görünen bu adam kesinlikle kendisinin yapmadığı bir kostüm olarak bembeyaz bir kefen giymiştir. Üstü başı kan/kırmızı boya içinde ve yüzü/maskesi kızıl beneklerle bezenmiştir. Ayaklarını sürüye sürüye ve çok yavaş yürüyor, tedirgin olan insanlar da köşe bucak kaçıyorlardır.

Prospero önce adamın Kızıl Ölüm olmaya öykündüğünü ve rolünü iyi yaptığını düşünüp, hoşgörülü olmayı dener. Fakat çok kısa sürede koca sarayı kaplamış korku ve ürküntü ona da bulaşır. Çok öfkelenir, “yakalayın şu hadsizi, yarın sallandıralım da görelim bakalım kimmiş benimle bu oyuna cüret eden?” diye emreder. Gelgelelim tek bir kişi çıkmayınca, cesaretini etraftakilere gösterircesine altın bir hançeri kapıp yabancıya koşar. Çok yaklaştığında adam arkasını döner ve prensle göz göze gelirler.

İşte o anda da keskin bir çığlık tüm salonlarda çınlar; önce hançer sonra Prospero yere yığılırlar. İnsanlar kendi umutsuzluklarından vahşi bir cesaret alarak” “fildişi saatin” altında kıpırdamadan duran adamın üstüne saldırır ve giysilerini, maskesini parçalarlar. Onların altında elle tutulur bir beden ve gözle görülür bir yüz olmadığını anlarlar. Kızıl Ölüm’ün gizlice içeri sızdığını düşünerek ve korkudan birer birer ölüp, oldukları yere yığılırlar.

ü