Kılıçdaroğlu’nun AB ile vize serbestisinin işleme konulması ve göçmen geri kabul anlaşmasına yaklaşımı “ulusal çıkarların” önceleneceğinin göstergelerinden.  Bu çerçevede, Kılıçdaroğlu’nun çizdiği çerçeveyi mevcut koşullar üzerinden tartışmak mümkün.

Geçen hafta Habertürk’te Olaylar ve Görüşler programında soruları yanıtlayan Millet İttifakı Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun samimi ve özgüvenli açıklamaları gündemde olumlu yankı buldu. Bu açıklamalar içerisinde hayli önemli gördüğüm ancak gündemde yeterince yer bulmayan bir konuya odaklanmak istiyorum.

Kılıçdaroğlu, yeni iktidar döneminde Türkiye’deki terör sorununun çözümü için Ortadoğu Barış ve İşbirliği Teşkilatı’nı (OBİT), önemli bir adres olarak gösterdi. Ayrıca, Türkiye’nin Ortadoğu’da dominant ülke olduğunu ve yeni iktidar döneminde Akdeniz’in en büyük en güçlü ülkesi hâline getirilmesi vizyonunun olacağını belirtti. Bu açıklamaları olası yeni dönemin dış politika belirsizliğine odaklanan eleştiriler açısından çok derin olmasa da önemli buluyorum.

Türkiye’nin terör sorununun bölgesel bir sorun olduğu tartışma götürmez bir gerçek. Terör, bölge ülkeleriyle işbirliği yapılmaksızın tamamen çözülemez. Gerek radikal İslamcılık gerek ayrılıkçılık olsun tüm bölge halkları açısından yıkıcı sonuçları olan terörizmin ve Türkiye’nin komşuları İran, Irak, Suriye devletleri açısından ciddi bir risk olarak algılanan “ayrılıkçılık” meselesinin “ortak tehditler” üzerinden bir işbirliğine dönüşmemesi için hiçbir makul gerekçe yok. İleride detaylandıracağım üzere, aslında tarihsel olarak bu türden işbirliklerinin bölgesel barış konusunda önemli katkıları olduğu da unutulmamalı.

OBİT: ULUSAL ÇIKARLARA DAYALI BİR BÖLGESEL İSTİKRAR PROJESİ

Ancak terör sorunun “bölgede” çözüleceği vurgusunun başka önemli anlamları da var. Terör, bölge devletleriyle çözülür demek, her şeyden önce ABD gibi bölge dışı aktörlerin bu konudaki dahlini sınırlayan bir yaklaşıma işaret ediyor. İkinci olarak ise, yeni dönemde Türkiye yönetici kadrolarının “ulusal çıkar” kavramına yaklaşımı hakkında önemli bir sinyal veriyor.

“Ulusalcı” olarak tabir edilen bazı siyasal çevreler, olası bir iktidar değişiminde Türkiye’nin “Amerikancı” bir dış politika çizgisine oturacağı argümanını dillendiriyor. Hatta bu çevrelerin bu iddiaları nedeniyle AKP’ye yaklaştığı ya da Cumhur İttifakı’nın “yerli ve milli” olarak sunduğu İnce’yi makul bir alternatif olarak sunduğu da ortada.

Oysa OBİT projesi ve Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarından okuyabildiğimiz dış politika vizyonu ulusalcıların bu argümanıyla çelişiyor. Biden, iktidara geldiğinden beri ABD dış politikasını, “demokrasi ve otoriterlik” ikiliği üzerinden kutuplaştırıcı biçimde şekillendirmeye ve “demokrat” ülkelerin liderliğine soyundu. Biden, geçen sene yaptığı Ortadoğu gezisi bölgede İran karşıtı bir Ortadoğu NATO’su kurma çabası olarak okunuyordu.

Ancak OBİT ve Kılıçdaroğlu’nun bölgesel liderlik vizyonu, bölgesel işbirlikleri konusunda “ulusal çıkarların” belirleyici olacağına işaret ediyor. Bölgesel liderlik konusunda “Akdeniz” bölgesinin özellikle vurgulanması, bazı çevrelerin ürktüğü üzere Doğu Akdeniz’deki kazanımlardan vazgeçilmeyeceğinin bariz sinyali.

Kılıçdaroğlu’nun AB ile vize serbestisinin işleme konulması ve göçmen geri kabul anlaşmasına yaklaşımı da “ulusal çıkarların” önceleneceğinin göstergelerinden.  Bu çerçevede, Kılıçdaroğlu’nun çizdiği çerçevenin uygulanabilirliğini tarihsel deneyimler ve mevcut koşullar üzerinden tartışmak mümkün.

TERÖRE KARŞI BÖLGESEL İŞBİRLİĞİNİN OLANAKLILIĞI ÜZERİNE

1937’de Sadabat Paktı’nın imzalanması, ortak tehdit algıları üzerinden bölgesel işbirliklerinin inşası açısından odaklanılabilecek en önemli örneklerden. Türkiye, İran, Irak ve Afganistan tarafından imzalanan bu saldırmazlık paktı aslında bir tür “yurtta barış bölgede barış” yaklaşımının meyvesiydi. Zira o dönemde her birisi yeni yönetimlere sahip bu dört ülke iç egemenlik inşası sürecindeydi.

Bu süreçte, merkezi yönetime karşı ayaklanan aşiretler, sınır kontrolünün tam sağlanamadığı bu genç ülkeler nazarında kimi zaman ikili kimi zaman bölgesel bir istikrarsızlık kaynağı olarak değerlendiriliyordu. Bu koşullarda bölge devletleri diyalog ortamı inşa ederek önce ikili sorunlarını çözmüş sonra da Sadabat Paktı’nı imzalayarak İkinci Dünya Savaşı arifesinde bir bölgesel güvenlik kalkanı oluşturabilmişti.

Soğuk Savaş koşullarında farklı güç bloklarıyla yakın ilişkiler geliştiren bölge ülkeleri, küresel güç mücadelesinin olanak tanıdığı ölçüde, birbirlerine karşı o ülkelerdeki farklı grupları bir rekabet unsuru olarak kullandı. Soğuk Savaş sonrasında bölgesel güçlere daha fazla alan açılmasıyla bu eğilim güçlenirken, bölgelerde farklı ittifaklar da oluştu.

Türkiye ise gerçekçi politikalarla bu ikilemlerin aşılmasında etkin rol oynayarak liderleşebilecek potansiyele sahip. Kılıçdaroğlu, iç siyasette dayandığı kutuplaştırmayı reddeden, uzlaştırarak birleştiren misyonunu dış politikaya aktarabilecek kadroları kurarak bu kapıyı açabilir.

Ancak bu koşullarda bile bölge ülkeleri “ortak tehditler” ve “toprak bütünlüğünün korunması” ilkesi çerçevesinde işbirliği yapabildi. 1990’ların başında Körfez Savaşlarının olduğu ve Irak’ın kuzeyinde Çekiç Güç’ün bulunduğu koşullarda 1992’de Kuzey Irak’ta ilk Kürt hükümetinin kurulması üzerine Türkiye, İran ve Suriye işbirliğine yönelmiş, ortak konferans düzenleyerek Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması gerektiğine vurgu yapmıştı.

Hatta 1993’te örneğin İran ve Türkiye birbirine karşı terörist faaliyetleri desteklemeyeceğine yönelik ortak güvenlik protokolü imzaladı. ABD’nin 1994 Paris Konferansı’nda Irak’ın bölünmüş Kürt hareketini birleştirme çabalarına karşı ise İran, Suriye, Türkiye dışişleri bakanları bir araya gelerek, Irak’ın kuzeyinde Kürt devleti kurulmasına karşı olduklarını vurguladılar.

Benzer bir ortaklaşma süreci çok uzun süre Irak Merkezi Yönetimi’ne karşı Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’ni destekleyen AKP döneminde bile koşullar değiştiğinde söz konusu oldu. Hatırlarsanız, 2017’de yapılan Irak Kürdistanı bağımsızlık referandumunda, Türkiye, İran ve Irak makamları bir araya gelerek Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması konusunda ne gerekirse yapacaklarını ve ortak zeminde hareket edeceklerini beyan etmişti.

AKP hükümetlerinin bölgesel ilişkilerde yarattığı tahribatın çok büyük olduğu, AKP döneminde Türkiye’nin, bölgesel istikrarsızlık kaynağına dönüştüğü elbette tartışmasız. Ayrıca, tüm bölge ülkelerinin kabarık bir “iç işlerine karışma” ve “terörü destekleme” sicili olduğu da ortada. Ancak “ortak tehdit algıları” diğer değişkenler sabit kaldığında bile bölge ülkeleri arasında işbirliğini kolaylaştırıyor. Kaldı ki vekil savaşlarıyla sarsılan bölge ülkelerinin istikrara ve en nihayetinde kalıcı bölgesel barışa ihtiyaçları var. Bu koşulların, OBİT’in kurulmasını ve sağlamlaşmasını kolaylaştıracağı ön görülebilir.

AKDENİZ’DE BARIŞÇIL BÖLGESEL LİDERLİK VİZYONU

AKP’nin küresel liderlik iddialı bölgesel hegemonya girişimleri Türkiye’yi en nihayetinde bölgesel ve küresel yalnızlığa sürükledi. Ancak bölgesel liderlik konusu, AKP’lilerin hatalı bir biçimde yalnızca kendilerine mal etmeye çalıştıkları bir konu. Yakın geçmişte İsmail Cem’in dışişleri bakanlığı dönemi (1997-2002) bölgesel liderlik açısından hayli önemlidir.

Cem, Türkiye’nin Hariciye geleneğine dayanan kurumsal çerçevesiyle uyum içinde ve “ulusal çıkarları” ayrıca bölgesel işbirliğini merkeze alan bir bölgesel liderlik kurgusunun mümkün olabileceğini göstermişti. Cem’in dış politika tasavvuru, Türkiye’nin Balkanlarda, Ortadoğu’da ve Kafkasya’daki ekonomik, siyasal ve kültürel bağlarına dayanan bir bölgesel güç inşasına dayanıyordu. Ancak bu tasavvur din, mezhep, kimlik gibi kültürel kodlara değil, Türkiye’nin Doğu’dan Batıdan, Asya ve Avrupa’dan beslenen devlet geleneğine dayanıyordu. Dolayısıyla AKP’nin yüzüne gözüne bulaştırdığı bölgesel liderlik vizyonu hiçbir zaman AKP’nin tekelinde olmadı.

İsmail Cem’in dış politika tasavvuru din, mezhep, kimlik gibi kültürel kodlara değil, Türkiye’nin Doğu’dan Batıdan, Asya ve Avrupa’dan beslenen devlet geleneğine dayanıyordu. Dolayısıyla AKP’nin yüzüne gözüne bulaştırdığı bölgesel liderlik vizyonu hiçbir zaman AKP’nin tekelinde olmadı.

Kılıçdaroğlu’nun gündeme getirdiği Akdeniz liderliği ise çetrefil olsa da gayet makul ve ulaşılabilir bir hedef. Akdeniz müreffeh Avrupa devletleri ile Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın istikrarsız yönetimleri arasında ciddi eşitsizliklerin, kültürel ve sosyo-ekonomik bariyerlerin olduğu bir bölge.

Türkiye ise gerçekçi politikalarla bu ikilemlerin aşılmasında etkin rol oynayarak liderleşebilecek potansiyele sahip. Kılıçdaroğlu, iç siyasette dayandığı kutuplaştırmayı reddeden, uzlaştırarak birleştiren misyonunu dış politikaya aktarabilecek kadroları kurarak bu kapıyı açabilir. Türkiye bölgeye istikrarsızlık saçan değil, barışı inşa eden, çatıştıran değil ortak çıkarları öne çıkaran bir yaklaşım benimserse, coğrafi konumu, ekonomik olanakları, demografisi ve insan gücü Akdeniz’in başat gücü olabilecek potansiyele sahiptir. Ancak bu yolun da özellikle kaynak paylaşımları konusu ve asırlık Ege denizi sorunları nedeniyle hayli zorlu olduğu elbette unutulmamalı.