Pazar Politik

İkinci yüz yıla girerken bir durum tespiti

Abone Ol
Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının düşük perdeden yapılacak olmasına Gazze’de yaşanan vahşet bir gerekçe gibi gösterilse de herkes hakikatin ne olduğunu biliyor: Erbakan’ın, Necip Fazıl’ın, Kadir Mısıroğlu’nun, Said Nursi’nin rahle-i tedrisatından geçen ve Atatürk’e de Cumhuriyet’e de hasım olan siyasal İslam Cumhuriyet’in 100. yılını kutlamak istemiyor, onu içini boşaltarak reddediyor.

Bir ülke nasıl olur da kuruluşunun 100. Yılını böylesine sönük bir şekilde kutlar, bir ülkede devleti yönetenler nasıl olur da 100. yılı kutlamamak ya da adet yerini bulsun kabilinden törenlerle geçiştirmek için birtakım bahanelere sığınırlar?

Türkiye’nin AKP iktidarıyla geçirdiği 21 yılın ardından bu soruların hala yüksek sesle ve esastan sorulmayıp siyasetin merkezine yerleşmemesi, yani sahici bir durum tespiti yapılmaması ve bunun üzerine bir karşı-siyaset inşa edilmemesi Türkiye’nin en büyük meselesidir.

AKP’yi kuran kadroların siyasetle tanışması 12 Eylül öncesi gerçekleşti; bu kadrolar Türkiye İslamcılığının Milli Görüş çatısı altında siyaset sahnesine çıktığı bir zaman diliminde politize oldular. Kendilerine lider olarak seçtikleri isim olan Necmettin Erbakan -şimdilerde çarpıtılmış bir tarih yazımıyla kutsansa da- Cumhuriyet’in kuruluşunu bir “Yahudi projesi” olarak görüyor ve buna da “Naum doktrini” adını veriyordu.

Buna göre Milli Mücadele’den sonra Haim Naum adlı bir Haham, Mustafa Kemal ve kurucu kadro adına Batılı devletlerle bir pazarlık yürütmüş ve hem uluslararası Yahudi şebekesi hem de Batılı devletler, Müslüman Türk milletinin dininden uzaklaştırılması, yani “gavurlaştırılması” sözü karşılığında Türkiye’nin kuruluşuna razı olmuşlardı.

Erbakan’ın ölene kadar inanmaya devam ettiği bu masalın müellifi ise şaşırtıcı olmayan bir şekilde Necip Fazıl’dı ki o da 12 Eylül öncesinin İslamcı gençliğinin ilahlaştırdığı bir figür ve Türkiye İslamcılığının en önemli isimlerinden biriydi. Necip Fazıl, şiirleriyle, tiyatro oyunlarıyla, tarihsel incelemeleriyle, konferanslarıyla bir nesli derinden etkilemiş, İslamcı gençlerde büyük iz bırakmıştı. İşte o Necip Fazıl, tıpkı 2. Abdülhamid’den bir “Ulu Hakan” çıkarması gibi, Türkiye’nin kuruluşunu da bir Hıristiyan-Yahudi projesi olarak yaftalamış ve İslamcı gençliğin önüne atmıştı.

Sadece Erbakan ve Necip Fazıl değil, Türkiye İslamcılığının başta Said Nursi olmak üzere bütün kurucu isimleri ve bütün tarikatları, cemaatleri, “kurucu öteki” olarak Mustafa Kemal’i ve Cumhuriyet’i gördüler. İslamcılık bu topraklarda Mustafa Kemal ve Cumhuriyet’le hesaplaşma mücadelesi ve tarihin çarklarını geriye döndürme isteği olarak şekillendi. Atatürk’ün içki sofraları, Selanik doğumlu olması, Cumhuriyet baloları, kadınların kılık kıyafeti vs. hepsi bu hesaplaşmanın birer aracı olarak kullanıldı, türlü rivayetler, yalanlar uyduruldu.

İşte bugünkü AKP kadroları böylesi bir rahle-i tedrisattan geçerek yetiştiler; siyaseti, Türkiye’yi, dünyayı böyle öğrendiler. Onlar için Cumhuriyet hiçbir zaman doğrudan dile getiremeseler de sahiden bir “reklam arası”ydı; yani geçici, arızi, yanlışlıkla vücut bulmuş bir siyasi varlıktı. Bu geçici duruma kendilerinin son vereceğine, reklam arasını bitirip yeniden Müslüman bir devlet kuracaklarına, rejimi değiştireceklerine, kafalarındaki bir ideal olarak Osmanlı’yı yeniden dirilteceklerine inandılar. İktidar olunca da buna soyundular, bunun gereklerini yerine getirdiler.

Elbette Türkiye’deki güç dengeleri, kapitalizmin gelişkinlik seviyesi, toplumsal yapı, Atatürk’e yönelik derin sevgi, Cumhuriyetçi değerlerin azımsanmayacak bir toplam tarafından içselleştirilmiş olması gibi faktörler nedeniyle bu rejim inşası hızlıca ve alenen yapılmadı. AKP önce “vesayetle hesaplaşma” adı altında Gülen Cemaati’ni ve liberalleri arkasına alıp devlet içerisindeki rakiplerini tasfiye etti. Ardından devletin sahipliği üzerine Gülen Cemaati’yle bir kavgaya tutuştu ve onu da devre dışı bırakmayı başardı. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası MHP ile kurduğu ittifakla birlikte ise devletin tam sahibi oldu.

Bugün AKP devletin sahipliği mücadelesini nihayetlendirmişse de kendi siyasi projesinin toplumun en az yarısı tarafından sahiplenilmediğinin farkında; bu nedenle de siyasal, toplumsal, kamusal alanın dinselleştirilmesi süreci resmi olarak adını koymadan, doğrudan Atatürk’le ve Cumhuriyet’le kavga etmeden, hatta Atatürk ve Cumhuriyet’in uydurulmuş bir imajla sahiplenilmesiyle ve tedrici bir şekilde ilerliyor. Eğitim müfredatından içki satış saatlerine, Diyanet’in artan gücünden şirketleşen ve devlette kadrolaşan tarikat ve cemaatlere uzanan bir genişlikte, dinselleşme adına atılan hiçbir adımın dinselleşme adına atıldığı kabul edilmiyor, bu nedenle de rejim inşası gayri resmi ve fiili bir karakter taşıyor.

Yine de bu inşa sürecinin gerilimlerle ve kırılmalarla malûl olduğunu, zaman zaman da kendisini ifşa etmek zorunda kaldığını biliyoruz. İşte Cumhuriyet’in 100. Yılına yönelik iktidarın genel tutumunun bu gerilim, kırılma ve ifşa sürecinin zirve noktası olduğunu söylemek mümkün. İktidar belki de ilk defa Mustafa Kemal ve Cumhuriyet’e yönelik bakışında takiyeden vazgeçen, daha sahici bir tutum sergiliyor.

Yazının başında “Bir ülke nasıl olur da kuruluşunun 100. Yılını böylesine sönük bir şekilde kutlar, bir ülkede devleti yönetenler nasıl olur da 100. yılı kutlamamak ya da adet yerini bulsun kabilinden törenlerle geçiştirmek için birtakım bahanelere sığınırlar?” demiştim.

Bu sorunun yanıtı artık anlaşılmış olmalı. Her ne kadar kutlamaların düşük perdeden yapılacak olmasına Gazze’de yaşanan vahşet bir gerekçe gibi gösterilse de herkes hakikatin ne olduğunu biliyor: Erbakan’ın, Necip Fazıl’ın, Kadir Mısıroğlu’nun, Said Nursi’nin rahle-i tedrisatından geçen ve Atatürk’e de Cumhuriyet’e de hasım olan siyasal İslam Cumhuriyet’in 100. yılını kutlamak istemiyor, onu içini boşaltarak reddediyor.

Asıl mesele ise yine başta söylediğim üzere iktidar bile artık bunu inkâr edemeyecek bir noktaya gelmişken, bu sorunun yüksek sesle sorulup yüksek sesle cevaplanmaması. AKP’nin Cumhuriyet paradigmasını tasfiye etmeyi hedeflediğini, yeni bir rejim inşa ettiğini ve o rejimin dinsel bir karakter taşıdığını, bu rejim inşasının ise Türkiye’nin sermaye düzeninin ihtiyaçlarına, yani örgütsüz, tevekkül eden, boyun eğen bir toplum arayışına denk düştüğünü görmeyen, yola buradan çıkmayan herhangi bir siyasal stratejinin AKP karşısında başarı şansı bulunmuyor. CHP’nin içinde bulunduğu durum bunu açık seçik bir şekilde ortaya koyuyor.

Türkiye’nin bugün emeğin sömürüsüyle din sömürüsü arasındaki ilişkiyi ifşa eden, emek mücadelesi ile laiklik mücadelesini ortaklaştıran bir siyasete ihtiyacı var; bunu ise ancak sol yapabilir. Tarih, bir ayağını Cumhuriyet’in kazanımlarına basan ama diğer ayağıyla onu ileriye, gerçek anlamda halka ait bir Cumhuriyet olmaya taşıyacak bir siyasi iradeyi çağırıyor. Solun bu çağrıyı duyması, bu tarihsel çağrıya güçlü bir yanıt vermesi gerekiyor; çünkü hem Türkiye’yi kurtarabilecek hem de solu güçlü bir siyasi özneye, gerçek bir toplumsal aktöre dönüştürebilecek tek çağrı bu.

ü