Seçil Bilgiç ve Cem Tecimer
İyi bir hukuk eğitimi hukuk devletinin temel taşlarından birini oluşturur. Zira nitelikli hukukçular, hukukun adaletli olarak uygulanmasında ve gelişmesinde önemli bir rol oynar. İşte bu sebeple, Türkiye’deki hukuk eğitiminin hem çağın gerekleri hem de ülkenin gerçeklikleri göze alınarak reform edilmesi gerektiği kanısındayız. Bu amaçla bu yazımızda hem kıta Avrupası hem Amerikan hukuk eğitim sistemini gören kişiler olarak ülkemizde hukuk eğitiminin nasıl gelişebileceği konusunda görüşlerimizi sıralamak istedik.
Başlamadan önce belirtmek isteriz ki, bu yazıyı kaleme alırken amacımız ne duyguları incitmek ne de kendi doğrularımızı dikte etmek. Burada yalnızca Türkiye’deki hukuk eğitiminin gerçekte nasıl olduğunu ve nasıl gelişebileceğini tartışmak istiyoruz. Dünyanın her ülkesinde hukuk eğitiminin gelişime açık yönleri mevcut. Örneğin ‘Our Bicentennial Crisis: A Call to Action for Harvard Law School's Public Interest Mission’ Harvard Hukuk Fakültesi özelinde nelerin daha iyi yapılabileceğini sıralayan bir rapor. Tıpkı bu rapor gibi – fakat bu kez Türkiye’de – hukuk eğitimine dair bir görüş alışverişi başlatabilmek istiyoruz. O sebeple görüşlerimize katılan katılmayan herkesin geri bildirimlerini almaya oldukça hevesliyiz. Hatta kendi aramızda dahi bazı konularda fikir ayrılıklarımızın olduğunu da belirtmek isteriz. Bu konu hakkında tartışmalar ve görüş alışverişleri arttıkça Türkiye’de hukuk eğitiminin de daha iyi bir yere varacağını umuyoruz.Ülkemizdeki hukuk eğitim sisteminin mevcut durumuna baktığımızda var olan sorunların iki temel kaynağı olduğu sonucuna vardık. Bunların (1) YÖK kaynaklı sorunlar ve (2) akademik geleneğe bağlı sorunlar olduğunu düşünüyoruz.
YÖK kaynaklı sorunlar
Aslında YÖK’ten kastımız, daha genel anlamda yüksek öğretim üzerindeki devlet müdahalesi. YÖK yoluyla devlet müdahalesi, bir yandan gerekli bir yandan da aşırıya kaçılmaması gereken bir denetim. Burada, Türkiye genelinde yeknesak bir müfredat oluşturma, hukuk fakültelerini bu bakımdan denetleme zorunluluğu ile hukuk fakültelerine yaratıcı olabilmeleri için ön açma arasında bir denge tutturulması gerektiğine inanıyoruz. Fakat uygulamada bu dengenin tutturulamadığını ve YÖK’ün sebep olduğu veya bizzat teşvik ettiği üç temel sorun olduğunu düşünüyoruz.
Birinci sorun, Türkiye’deki hukuk fakültesi enflasyonu. YÖK verilerine göre Türkiye’de (Kuzey Kıbrıs da dahil edildiğinde) 90’dan fazla üniversitede hukuk fakültesi var. Türkiye’nin bu kadar hukuk fakültesine ihtiyacı olduğu ise oldukça şüpheli. Örneğin, nüfusu Türkiye’nin yaklaşık dört katı olan Amerika Birleşik Devletleri’nde 2023 senesi itibariyle akredite hukuk fakültesi sayısı Forbes’a göre 196. Kabaca bir hesapla, Amerika’da her 1,7 milyon kişiye Türkiye’de ise yaklaşık bunun yarısı olan her 914,000 kişiye 1 hukuk fakültesi düşüyor. Türkiye’nin çok sayıda hukuk fakültesi açmasının gerçekçi sebeplerini, samimi bir ihtiyaçtan ziyade belki de hukuk fakültesi açmanın diğer pek çok fakülteye kıyasla maliyetsiz olmasında aramak gerekiyor. Zira hukuk fakültesi açmak için bir sınıf ve birkaç akademisyen yeterli olurken, diğer bazı fakülteler gibi laboratuvar kurmak veya pahalı birtakım araç gereç almak gerekmiyor. Aslında hukuk fakültesi enflasyonu sorununu ‘hukuk fakültesi piyasası’ kendi içinde bir dereceye kadar çözüyor. 90’dan fazla hukuk fakültesinin hepsinin aynı kalitede olmadığını herkes biliyor. Ülkenin en gıpta edilen avukatlık büroları her ne kadar birçok yeni fakülte açılsa da kural olarak belirli devlet ve vakıf üniversiteleri dışındaki hukuk fakültelerinden mezunları işe almıyor. Yine yurt dışında hukuk eğitimine veya çalışma hayatına devam etmek isteyen mezunlar da – kişisel özelliklerinin ve başarılarının yanı sıra – mezun oldukları hukuk fakültesine ve tanınırlığına göre muamele görüyor. Ülkemizdeki en iyi fakültelerin bile yurtdışında bilinirliği oldukça sınırlıyken sıralamanın aşağısında kalan okulların mezunlarının maalesef yurtdışında pek şansı olmuyor. Keza YÖK tarafından hukuk fakülteleri için başarı sıralaması aranması şartı da bazı fakültelere sınırlama getirmeye yarasa da sorunu tam olarak çözemiyor. İkinci sorun, birinciyle yakından ilintili: Bu kadar çok sayıda hukuk fakültesini doldurabilecek yetkinlikte bir hukuk akademisyeni kadrosunun varlığı bize oldukça şüpheli görünüyor. Bu durum, niceliksel artışa yetişemeyen bir nitelik sorunu olarak de ele alınabilir. Nitekim Kemal Gözler’in 2019’da yaptığı bir çalışmaya göre, o tarih itibariyle, Türkiye’de 20 hukuk fakültesinin dekanı hukuk fakültesi mezunu değildi: başta ilahiyat olmak üzere, ziraat, iktisat, veterinerlik, tıp gibi alanlardan gelen kişilerdi. Dikkat edilirse anılan bu veri sadece dekanlarla ilgili. 93 hukuk fakültesinin dekan olmayan akademisyenlerinin kaçının hukuk okuyup okumadığı da mühim bir soru. Kaldı ki, akademisyenin veya dekanın hukuk fakültesi mezunu olması tek başına bir artı değer olarak alınmayabilir: hukuk fakültesi sayısının çok olduğu ve bundan – ve başka sebeplerden – dolayı kalitenin azaldığı bir vasatta, kaliteli hukuk eğitimi sunduğu şüpheli bir hukuk fakültesinden mezun olmakla hukukla ilgili olmayan bir bölümden mezun olmak arasında büyük bir fark olmayabilir. Yine de hukuk fakültesi dekanlarının önemli sayıdaki bir kısmının hukuk fakültesi mezunu olmaması, Türkiye’de hukuk akademisinin kadrolaşma problemine ve akademik geleneklerinin aşındığına işaret olabilir.Üçüncü sorun, zorunlu ve seçmeli ders konularında istikrarlı ve bilimsel temelleri olan bir müfredat politikasının yokluğu (ki bu sorunda hukuk fakültelerinin özel olarak sorumluluğundan da bahsetmek mümkün). Burada bir denge tutturulması gerektiği açık. Zannediyoruz ki her hukuk fakültesi öğrencisi, bir davanın nasıl açılacağını, dava dilekçesinin nasıl hazırlanacağını ve buna benzer çok temel bazı pratik bilgileri hukuk fakültesindeyken edinmelidir. Bu bilgilerin aktarıldığı medeni usul hukuku dersi bu bakımdan zorunlu bir ders olarak düşünülebilir. Fakat hukuk fakülteleri aynı zamanda, ezici çoğunluğu mezuniyeti takiben avukatlık yapacak ve dolayısıyla hukuk pratiğinde yüzecek olan gençlere hukuk teknisyeni olmalarını sağlayacak bilgilerin ötesinde düşünme ve tartışma becerilerini geliştirecekleri bir ortamı da sunmalıdır. Hukukta yorum, tartışma ve argümantasyon teknikleri ile ilgili derslerin zorunlu veya seçmeli olarak sunulması bu ihtiyaca cevap verebilir. Zira yurt dışında aldığımız hukuk eğitimi bize bu hukuk fakültelerinin temel amacının öğrencilerine o dönemde geçerli olan hukuk kurallarını öğretmek değil, bir hukukçu gibi düşünmeyi öğretmek olduğunu gösterdi. İşte bir hukukçu gibi düşünebilmek için hukuk bilgisinden evvel hukukçu gibi düşünebilmek için gerekli metotların her öğrenciye aktarılması gerektiği düşüncesindeyiz. Bu sebeple de müfredatın buna göre revize edilmesi gerektiği kanısındayız.
Akademik geleneğe bağlı sorunlar
Türkiye’nin hukuk akademisyen profili, kabaca bir genelleme yapacak olursak, hukuk pratiğinden uzak, dersi tek yönlü bir bilgi aktarımı olarak gören ve bunu da yaparken yazılı bir metne (genellikle kendi veya ‘ünlü’ bir ders kitabına) bağlı kalarak yapan eğitmenlerden oluşuyor. Yirminci hatta otuzuncu baskıları yapılan kitaplarının tek okurları o kitabı (ve özellikle yeni baskısını) almaları zorunlu tutulan öğrenciler oluyor. Yineleyelim: bu yaptığımız bir genelleme, bu tarifimize kısmen veya hiç uymayan akademisyenlerin olduğuna inanıyoruz ve bir kısmını da yakından tanıyoruz. Burada teşhis etmeye çalıştığımız sorunlar averaj bir hukuk akademisyeni profilini esas alıyor. Akademik geleneğimizde yer alan şu dört teamül hâline gelmiş sorun maalesef hukuk akademisinin gelişmesini engelliyor.
Birinci sorun, hukuk pratiğinden kopukluk. Çoğu hukuk akademisyeni avukatlık mesleğini ya hiç icra etmemiş ya da yalnızca baroya kaydolana kadar bir nebze eş dost yanında stajyer olarak icra etmiş oluyor. Aynı zamanda çoğu hukuk akademisyeni pratikte yaşanan sorunları incelenmesi, tartışılması veya araştırılması gereken konular olarak görmüyor. Örneğin, cevabını merak ettiği sorulara çoğu hukuk öğrencisi ‘o uygulamanın konusu, bizim konumuz değil’ gibi üstünkörü cevaplar alıyor. Bu durum o kadar yaygın ki, bu satırları okuyan hukuk öğrencisi ve mezunlarının her birinin benzer anıları olduğuna eminiz.
Oysa burada garip bir çelişki var. Hukukçu adayı öğrenci, hukukun uygulamasını yapmak yani çoğunlukla avukat bazen de hakim veya savcı olmak için hukuk fakültesine kaydoluyor, fakat kendisini hukukçu olarak yetiştirmeyi vaat eden müfredat ona hukuk uygulamasına dair anlamlı bir bilgi vermiyor. Bunun maliyeti de hukuk mezunlarını ilk bir veya iki sene kendi usta-çırak eğitimlerinden geçirmeye mecbur olan hukuk bürolarına çıkıyor. Yeni mezunların işe dair hiçbir şey bilmediğini var sayan hukuk büroları da zaten mevzuat yüzünden ‘bilabedel staj’ yapmak zorunda bırakılan mezunlara uzunca bir süre meslektaş gözüyle bakmayabiliyor. İşte bu sebeple, hukuk fakültesi eğitimini mesleki eğitime dönük olarak planlamanın akademi ve pratik arasındaki bağları güçlendireceği görüşündeyiz.
Hukuk eğitiminin tümüyle pratiğe odaklı şekilde modellenmesine elbette karşıyız. Hatta belki de hukuk eğitiminin çoğu pratikle alakalı olmamalı. Hatta hukuk uygulamacılarının ve özellikle avukatların yeni mezun olmuş avukat adaylarını usta-çırak ilişkisi çerçevesinde uygulamaya dönük olarak yetiştirmeleri bir yere kadar olağan sayılmalı. Fakat burada teşhis ettiğimiz sorun hukuk uygulamasının müfredatta kendine hemen hiç yer edinememiş olması.
Bunda muhtemelen, yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, hukuk fakültesindeki akademik kadrolarının çoğunun çok sınırlı bir avukatlık tecrübesinin olması – bazen de hiç olmaması – büyük rol oynuyor. Bazı akademisyenlerin hukuk pratiğini hor gören ve aslında pek çoğu bakımından bir defans mekanizması olarak karşımıza çıkan tavırlarını da hesaba katmak gerekiyor. Tabiatıyla her hukuk dalının pratiğe dönük olması veya aynı derecede pratikle arasında bir bağ olması düşünülemez. Sözgelimi, hukuk felsefesi ile anayasa hukuku derslerinin aynı oranda veya benzer şekillerde pratikle bağlantıları olduğu söylenemez. Fakat yine sözgelimi medeni usul hukuku dersini alıp da bir kere örnek bir dava dilekçesi yazmamış veya incelememiş, buna karşın dilekçede bulunması zorunlu unsuları kanunda sayıldığı şekilde ezberlemesi istenmiş bir öğrencinin, hukuk eğitiminden daha fazlasını beklemeye hakkı olduğu kanaatindeyiz.
Bu beklentiyi karşılamak için fakültelerde uygulamayı bilen ve takip eden tercih edilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Örneğin pratik bilgisi ve tecrübesi olan akademisyen adaylarının eşit şartlarda ama aynı tecrübeye sahip olmayan adaylara yeğ tutulması bu sorunun uzun vadede aşılabilmesini kolaylaştırılabilir. Başka bir ifadeyle, hukukçu hoca adayı profilinin mutlaka hukuk fakültesi mezuniyetini takiben yüksek lisans ve doktora yapan kişilerden oluşması gerekmiyor. Hatta bizce bu akademik dereceleri almadan önce veya alırken arada hukuk pratiğini görmüş adayların tercih edilmesi gerekiyor. Pratik bilgi kendi başına değerli olduğu gibi, özellikle avukatlık bürosu veya danışmanlık şirketi tecrübesi olan hukukçu hoca adayları; avukat yanında, hukuk bürolarında, özel şirketlerde veya kamu kurumlarında öğrendikleri ve pekiştirdikleri insani becerilerini ve iş disiplinini akademisyenlik hayatlarına da aktarabilirler. Aynı şekilde (Amerika’da sıklıkla olduğu üzere) örneğin şirket birleşme ve devralmaları veya dava takibi gibi pratiğe dayalı konularda ders vermek üzere konusunda uzman pratisyenlerin ‘misafir öğretim üyesi’ sıfatıyla ders vermesinin hukuk öğrencilerine çok büyük katkısı olacağını düşünüyoruz.
İkinci ve pratikten kopuklukla bağlantılı bir diğer sorun da derslerin işleniş tarzı. Türkiye’de hukuk eğitiminde egemen ders işleyiş tarzı eski tabirle ‘takriri’dir yani hocanın öğrencilerine tek yönlü olarak bilgi aktarımına ve bazen de öğrencilerden gelen sorularla aydınlatamadığı kısımları açıklığa kavuşturmasına dayanır. Bu ders verme şeklini bütünüyle eleştirmiyor hatta bazı bakımlardan öğrencinin bilgi eksikliğini tamamlamak için son derece gerekli ve faydalı görüyoruz. Fakat bu ders verme tarzının hoca ve öğrencileri arasında bilgi aktaran-bilgi alan hiyerarşisini derinleştirdiğini, buna bağlı olarak da hocanın aktardığı bilgilere ilaveten yorumlarını tek doğrularmış gibi benimsetebildiğini görüyoruz. Hukuk gibi yoruma açık ve tartışmacı boyutu belirgin bir disiplinde, sadece veya ağırlıklı olarak tek taraflı ders anlatımına dayanan bir müfredatın, hukukçu değil ancak bazı bakımlardan bilgi ile donanmış ve bazı elzem bilgileri de ancak mezuniyetten sonra yanında çalıştığı avukatlardan öğrenecek olan hukuk teknikerleri yetiştirdiğine inanıyoruz.
Derslerin tamamıyla tek taraflı bilgi aktarımı olmaktan çıkmasını sağlayacak bir öneri, klinik derslerin yaygınlaştırılmasının sağlanması olabilir. Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesinin bir süredir yürüttüğü bu model başka hukuk fakültelerince de benimsenebilir. Böylelikle hukuk öğrencisi, hukuk doktrini ve kanunun metninin uygulamada nasıl hayata geçirildiğini ve kimi zaman nasıl aşılabildiğini görmüş olur. Adliyelerde yazları yapılan stajlar, hukuk bürolarında yapılan ve Türkiye’nin saygın hukuk bürolarında avukat olarak çalışmak isteyen öğrencilerin kıyasıya yarıştıkları yaz stajları, Anayasa Mahkemesi gibi yargı organları ve başka kamu kurumlarında yapılacak stajlar, hukuk fakültelerinin sivil toplum örgütleri ile yapacakları iş birlikleri kapsamında geliştirilebilecek, hukuk ağırlıklı topluma hizmet projeleri hep bu klinik derslerin konusunu oluşturabilir. Bu kliniklerde görev alan öğrencilere emekleri karşılığında kredi elde etme imkânı da verilebilir ve bu sayede, çok büyük çoğunluğunun yazlarını haklı ekonomik kaygılarla ve meşru kariyer hedefleri için avukatlık bürolarında geçirdiği hukuk öğrencilerinin bu emeklerinin akademik ve maddi bir karşılığı da temin edilmiş olur.Kliniklere ek olarak, uygulamacıların teorik değil pratik bilgilerini aktardıkları dersler hatta ‘yerinde inceleme’ fırsatı sunan ve hukuk uygulamacılarını yerinde – mesela adliyelerde veya hukuk bürolarında – ziyaret etmek ve onları iş başında gözlemlemek olanağı sunan deneysel ders işleme metotlarının da üzerinde düşünülmesi gerektiğine inanıyoruz.
Üçüncü bir sorun, Türkiye’de hukuk akademisinin pratikle ilişkisinin olmayışının akademik çalışmalara yansıması. Salt kanun metni ve o metin hakkında çıkan bazı kararları ve bunlar üzerine yazı yazan meslektaşlarını okuyarak ve alıntılayarak üretilen makale, tez ve kitapların pratikten hiç bahsetmemesini veya ona yüzeysel olarak temas etmesini, özellikle hukuk uygulaması ile yakından bağlantılı olan hukuk dalları bakımından üzüntüyle karşılıyoruz. Teorik bilgi tek başına değerli olduğu gibi pratik bilgi de öyledir. Bu ikisini de sunan ve teorik bilginin pratik bilgiyle ne derece örtüştüğünün ve ne gibi durumlarda çeliştiğinin bilgisi de bu ikisi kadar değerli görülmeli. Yineleyelim: her akademik çalışmanın pratiği bilmesi, pratikle ilgili bir şey söylemesi gerektiğini savunmuyoruz. Fakat pratikle irtibatı oldukça yoğun olan hukuk dalları bakımından pratiğin neredeyse unutulmuş oluşunu yadırgıyoruz. Bilhassa özel hukukçu pek çok akademisyenin Türkiye’deki pratiği tam anlamıyla kavramadan İsviçre veya Almanya’daki doktrin ve yargı kararlarını etraflıca incelemesi, hatta inceledikleri eserlerde bahsedildiğinden olsa gerek, İsviçre ve Almanya’daki pratikten bahsetmesi maalesef okunmayan kitaplar ve makaleler yazılmasına sebep oluyor.
Dördüncü soruna aslında yukarıda, hukukun tartışmacı boyutundan bahsederek dolaylı olarak değindik. Türkiye’de hukukçu adaylarının çoğu çoktan seçmeli testlerle veya ezbere dayalı bilgi sorularıyla sınanıyor. Bunun sorunlu olduğunu düşünüyoruz. Kanunu veya onun etrafında gelişen içtihadı bilmenin önemini yadsımıyoruz. (Gerçi bilgiye erişimin çok kolaylaştığı, yaygınlaştığı ve hızlandığı bir dünyada bilginin ezbere alınmasının takdir edildiği bir anlayışın giderek arkaik kalacağını düşünüyoruz.) Yadsıdığımız, öğrencinin muhakeme yapmasını gerektirecek sınama usullerinin azlığı ve çoğu zaman da yokluğu. Başka bir ifadeyle, öğrencinin belli verileri bilmesini gerektiren ama öğrenciden bu verileri sadece tekrarlamasını değil, onlara dayanarak veya onları eleştirerek kendi fikrini ortaya koymasını isteyen sınama metotlarının hem öğrenciye bir birey olarak saygının bir gereği olduğunu hem de onu kesin doğruların sanıldığından az olduğu hukuk uygulamasına daha doğru hazırladığını düşünüyoruz. Bilgiyi ölçmenin tek yolu bilginin bir kâğıda olduğu gibi yazılmasını istemek olmamalı, bununla yetinilmemeli. Yakın bir tarihte hukuki altyapısı Resmî Gazete’de yayımlanan baro sınavının çoktan seçmeli test şeklinde tasarlanmış oluşunun, sınama ve ölçme konusunda belirliliği artırabileceğini yadsımamakla beraber bu sınama yönteminin, hukuk eğitimini bilginin ezbere alınması ve olduğu gibi tekrar edilmesi üzerine kurgulayan ve eleştirdiğimiz anlayışı tahkim edebileceği endişesini taşıyoruz.Sonuç
isimli otobiyografisinde Ernst Hirsch, Türkiye’deki hukuk eğitimini değerlendirirken şunları söylüyor: Bazı profesörler başarıda, sınavda öğrencinin verdiği cevabın, derste tutturdukları notlarla kelimesi kelimesine aynı olmasını kıstas olarak kabul ediyor, ders notlarının ezbere tekrarını istiyorlardı. Buna karşılık, bazı profesörler de, iyi kötü ayırt etmeksizin herkese en yüksek notu dağıtıyordu. Birkaç profesör ise gerçekten sınavdaki başarıyı ölçüp değerlendirmeye çalışıyordu. (…) Geçen 45 yıl içerisinde yukarıda anlattığım durumun ne dereceye kadar değişmiş olduğunu değerlendirmem. Yalnız, birkaç yıldan beridir, pek çok yabancı hukuk fakültesinin, İstanbul ya da Ankara’dan hukuk lisans diploması almış olan öğrencileri, eskiden olduğunun aksine, yeni bir dört yıllık hukuk öğrenimi yeni bir lisans sınavıyla başarıyla tamamladıktan sonra, ancak, doktora programına kabul etmeleri bana üstünde düşünmeye değer gibi geliyor. Bu ön şartı yerine getirmenin sebebi olarak, Türk öğrencilerin bir doktora tezi hazırlamaya başlamak ya da doktora sınıfına kabul edilmek için yeterli ön eğitimine sahip olmadıkları gösterilmektedir. (Ernst E. Hirsch, Anılarım: Kayzer Dönemi, Weimar Cumhuriyeti, Atatürk Ülkesi, Ankara, TÜBİTAK, 3. Basım, 1997, s. 235) (italik vurgular bize ait).Ülkemizdeki hukuk kültürünün o zamandan bu zamana değiştiğini söylemek zor. Hem hukukçular hem de hukukçu olmayanlar iyi bir hukukçu olmanın kanunları bilmekten hatta hukukçu gibi düşünmekten ibaret olmadığını gözden kaçırıyor. Çoğunluğu, gelenekler konusunda muhafazakâr olan hukukçuların reformları kabul etmesi de maalesef bir hayli zor.
Fakat Türkiye’nin bir hukuk sorunu olduğu herkesin malumu. Hukuk eğitiminin sorunları, bu temel sorunun ancak ve belki de küçük bir parçası, fakat hukuk sorununu bütünlüklü bir şekilde ele almak isteyen herkesin üzerine düşünmesi gereken bir parçası.
Başladığımız şekilde bitirelim: hukuk eğitiminin, hukuk sorunun en önemli veya en acil önceliği olduğunu iddia etmiyoruz. Ancak hukuk sorununu etraflıca ele alabilmek için Türkiye’de hukuk eğitimi reformunu gerekli kılan nedenleri de ele almanın önemli olduğuna inanıyoruz. Teşhis ettiğimiz sorunların da bu sorunların bazılarını çözmek için dile getirdiğimiz önerilerin de tek doğrular gibi kabul görmesini değil, yürütülmesi elzem bir tartışmaya bir girizgâh teşkil etmesini diliyoruz.
Seçil Bilgiç, Koç Üniversitesi’nde Hukuk Fakültesi ve Uluslararası İlişkiler bölümlerinde çift ana dal yapmış, her iki bölümü de birincilikle bitirmiştir. Hukuk alanında yüksek lisansını Harvard Hukuk Fakültesinde, Fulbright bursiyeri olarak tamamlamış ve hem New York Eyalet Barosu hem de İstanbul Barosuna kayıt olmuştur. Kariyerine uluslararası bir hukuk bürosunda şirket birleşme ve devralma avukatı olarak başlayan Seçil, şu anda global bir teknoloji şirketinin Avrupa ve Orta Doğu’dan sorumlu kıdemli hukuk müşaviri olarak ticari teknoloji sözleşmeleri ve veri gizliliği alanında çalışmaktadır.
Cem Tecimer, Koç Üniversitesi Hukuk Fakültesinden birincilikle mezun olmuş ve hukuk yüksek lisansını Harvard Hukuk Fakültesinde Fulbright bursiyeri olarak tamamlamıştır. Eğitimine Harvard Hukuk Fakültesinde doktora öğrencisi olarak devam etmektedir. New York Eyalet ve İstanbul Barolarına kayıtlı avukat olan Cem, uluslararası bir hukuk bürosunun İstanbul ve New York ofislerinde şirket ve sermaye piyasaları hukuku alanında çalışmıştır.