Manşet

Hedef sadece seçim kazanmak mı olmalı?

Abone Ol
Yüksel Taşkın                       Nasıl bir Türkiye istiyoruz? Vizyon sahibi siyasetçilerin attıkları her adımda düşünmeleri gereken en önemli soru budur. Önümüzdeki seçimlerin sadece bir iktidar değişimi değil, düzen değişimi de getirmesi gerektiği, bu anlamda tarihsel bir fırsatın eşiğinde olduğumuz umuduyla bu yazıyı kaleme alıyorum. Gerçekten de Türkiye siyaseti, siyasal açılma ve kapanma dönemlerinin sürekli yaşandığı, ama siyasi seçkinlerin açılma dönemlerini kalıcı kılacak kurumsal ve kültürel artıları oluşturamadıkları bir görüntü sergiliyor.  Ne dediğimizin daha iyi anlaşılması için, iktidara gelirken demokrasi ve hürriyet vaadinde bulunanların, kısa sürede nasıl otoriterleştiklerini anımsamak yeterlidir. Bu döngünün kırılamayacağını, sürekli tekrarlanacağını peşinen kabullenmek, siyasetçiler bakımından da bir özgüven eksikliği olsa gerektir. Bu döngü, hemen hemen her siyasi geleneğe ve en başta da ülkemize çok büyük zararlar vermektedir. Tam da bu nedenle, önümüzdeki seçimleri sadece bir iktidar değişimi fırsatı olarak görmenin ötesine geçmeliyiz. Bu seçimler, Türkiye’ye demokrasi ve refah getirecek tarihsel bir mutabakat oluşturmanın aracı olarak görülmelidir. Bu mutabakat, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem gibi bir değişime de indirgenemez. Çok farklı alanlarda ciddi reformlar yapılmasını da gerektirir. Bunu başaran siyasi aktörler güçlü bir meşruiyet elde ederek siyaset sahnesinde daha da kökleşeceklerdir. O nedenle nasıl bir Türkiye istiyoruz veya istemiyoruz sorusunun yanıtlarını aramakla başlayabiliriz. BAŞKA BİR TÜRKİYE İSTİYORUZ Genç bir öğrencimin yıllar önce söylediği gibi, “İktidar değiştiğinde kamuda çalışan çaycının bile değiştiği” bir Türkiye istemiyoruz. İktidar değiştiğinde işini yitireceğinden kaygılanan insanlar ülkesi olmaktan çıkmalıyız. İktidar değişimi, insanların temel hak ve özgürlüklerine, yaşam tarzlarına asla tehdit oluşturamayacak sınırlar içerisinde gerçekleşmelidir. “Seçimi kazanan hepsini alır” zihniyeti demokrasiyle bağdaşmaz. Neredeyse tüm vali ve kaymakamların aynı siyasi gelenekten geldikleri bir Türkiye istemiyoruz. Neden tüm valiler birbirine benzer? Neden tamamı aynı siyasi çizgiden olmak zorunda? Neden tamamı erkek olmak zorunda? Neden vali ve kaymakamların geniş icra yetkileri var? Bu yetkiler neden yerel yönetimlere devredilmez? Makyavelli, “Cumhuriyet yetenekli insanlar havuzudur” demişti, monarşiden farkını vurgulamak için. O kadar nitelikli insan varken neden sadece tek bir “fidanlıktan” beslenilsin? Devlet, kamuya yani halka aittir. Devlet kadroları da bir partinin tekelinde olamaz. İktidarın kendi programını hayata geçirmek için kilit kadrolarını devlete yerleştirmesiyle, her alanı yandaşlara dağıtmayı önceleyen kadrolaşma birbirine karıştırılmamalıdır. İkincisi kamu yararına aykırıdır. Aslında yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz çok şey var. Yukarıda bahsettiğimiz sorunları aşmanın yolları mevcuttur: Sözgelimi kamuya eleman alınırken ölçülebilir sınavlar dışında mülakatları kaldırmak bir yöntemdir. Yine belli bir kamu kuruluşunda iktidar değiştiğinde hangi kadroların görevden alınabileceği, hangilerinin alınamayacağı önceden belirlenebilir, yasal güvenceye kavuşturulabilir. Kamuda kadın kotası da mutlaka devreye sokulmalıdır. Kamu görevinin önemi arttıkça, kadın temsiliyetinin azaldığı bürokratik yapı aslında çok şey anlatmaktır. Sözgelimi kadın öğretmen sayısı nispeten fazlayken, kadın yargıç ve savcı sayıları neden bu kadar azdır? Toplumun yarısını kendi kaderini belirleyen süreçlerden dışlamak başlı başına bir demokrasi sorunudur. Görüldüğü gibi ciddi bir idari reformdan veya devlet reformundan söz ediyoruz. Denilebilir ki bir mutabakat bu kadar detaylı olmamalı. Evet, ilk aşamada mülakatların kaldırılması gibi basit ama yakıcı sorunlardan başlanabilir. İdari reform konusu orta vadede ele alınabilir. CHP’nin İkinci Yüzyıla Çağrı Beyannamesi’nin (İYÇB) Üçüncü Maddesi’nde, “Devlet yönetiminde ve toplumsal düzende liyakat sistemi hâkim kılınacaktır. Kamusal alandaki bütün atama ve işlemlerde liyakat esas alınacak, devlet hizmetlerinin partizanca, çıkar amaçlı yapılmasına engel olunacaktır…” denilerek bu alanda uzlaşmaya açık bir tutum sergilenmiştir. Yargı alanı da adeta kangrenleşmiş, ciddi bir yargı reformu ihtiyacı ortaya çıkmıştır. “Parti devletinin” yargıya müdahalelerinin sonucunda sadece yargı bağımsızlığı zedelenmedi. Ülkemizde adalete güvenin erozyona uğramasıyla mafyatik yapıların da önü açıldı. Öncelikli çözüm, yargı alanını liyakat temelinde tüm kesimlere açarak temsil çeşitliliğini arttırmaktır. Çeşitlilik, “ele geçirme kültürünün” panzehridir. Çeşitlilik tek başına yetmez. Yargıda yükselme, nesnel performans kriterlerine göre gerçekleştirilmelidir. Bağımsız ve tarafsız yargı için yasal güvenceler getirmek, iktidarların yargı camiasına kendi gündemlerini dayatmalarının önüne geçilmesini de mümkün kılar. CHP’nin İYÇB’nin Birinci Maddesi’nde, “Yeni Bir Anayasa ile Güçlendirilmiş Demokratik Parlamenter Sisteme geçilecektir” denildikten sonra bu bağlamda, “Kuvvetler ayrılığı esas alınacak, gerekli denge ve denetim mekanizmaları kurulacaktır. Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı kesin olarak sağlanacak; Hakimler ve Savcılar Kurulu, Anayasa Mahkemesi, yüksek yargı organları ve mahkemeler üzerinde yasama ve yürütmenin doğrudan ya da dolaylı vesayetine son verilecektir” vurgusu yapılmaktadır. CHP’nin kısa süre önce TBMM’ye sunduğu, 189 maddelik 12 kanun teklifinden oluşan yargı paketi, ileride gerçekleşecek bir uzlaşma için işaret fişeği niteliğindedir. NELERİ İSTEMİYORUZ? İstemediklerimiz arasında, rektör olmak için Cumhurbaşkanı’nın teveccühüne ihtiyaç duyulan sistem de vardır. Böyle bir bağımlılık ilişkisi varken akademik özgürlük aramak abesle iştigaldir. Üniversitenin rektörünü kendisinin seçeceği bir hayatı inşa edeceğiz, etmek zorundayız. Üniversite reformunun nasıl olması gerektiği konusunda aslında örtük bir mutabakat oluşmuştur. Siyasetin görevi de bunu hayata geçirmektir. Rektör seçimlerini demokratikleştirmek gerekli ama bu tek başına yeterli değildir. Bütün yetkileri tek bir kişide toplayan “Tanrı Rektör” sistemini de aşmalıyız. Yetkileri bölümler ve fakültelerle paylaşır, akademik özgürlükleri anayasal güvencelerle desteklerseniz rektör olmak cazibesini yitirir. Partimiz on yıllardır bu görüşleri savunmakta ve hayat her geçen gün haklılığımızı ortaya çıkarmaktadır. İYÇB’nin Dokuzuncu Maddesi’nde, “Eğitim sistemi, tüm bileşenlerinin ortak çabasıyla yeniden yapılandırılacaktır…Üniversitelerimizde, her türlü düşünce özgürce tartışılabilecek, her türlü bilimsel çalışma özgürce yapılabilecek, darbecilerin getirdiği YÖK kaldırılacaktır” denilmektedir. Bir siyasi iktidarın, beğenmediği yerel yönetimlerin alanını daraltabildiği bir hayat demokrasiyle bağdaşmaz. “Rakibim yerel seçimleri kazandı. Bugün Galata Kulesini, yarın Gezi Parkını, ertesi gün de Hıdiv Kasrını elinden alayım, hareket alanını iyice daraltayım” denilebilen ve böyle davranılabilen bir sistemin demokrasiyle uzaktan yakından ilişkisi yoktur. O nedenle Türkiye’nin sadece demokratikleşmesi için değil, İnsani Gelişmişlik Endeksi’nde yukarıya tırmanabilmesi için de yerel yönetim reformu kaçınılamaz bir sorumluluktur. Türkiye’de geçmişte de yerel yönetimler zayıftı. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle (CHS) Türkiye kesinlikle kaldıramayacağı bir ultra-merkeziyetçiliğe zorlandı. Ultra-merkeziyetçilik Türkiye’yi yoksullaştırır, çoraklaştırır ve yolsuzluk batağına daha da saplar. Türkiye’nin önünü açacak asıl koçbaşı, güçlü yerel yönetimlerdir. Yerel yönetimlerin sadece gelirlerinin değil, yetkilerinin de anayasal güvenceye kavuşturulduğu bir reformu hayata geçirmeliyiz. Özellikle yerel yönetimlerin imar yetkilerinin merkezi hükümet tarafından tırpanlanmasının doğaya ve ortak geleceğimize verdiği zararlar artık tahammül edilemez boyutlara ulaşmıştır. Yerindenlik ilkesi gereği yerel yönetimlerin imar yetkilerinin artırılması da tek başına yeterli değildir. Çevre yargısının ve sivil toplum denetiminin de mekanizmaları oluşturulmalıdır. Kent konseylerinin denetim alanında ve çevre sorunlarını yargıya taşımak bakımından avantajlı kılındığı bir düzenleme yapılabilir. İYÇB’nin On İkinci Maddesi’nde “Yeni bir merkez-yerel dengesi kurulacaktır…Merkezi yönetimlerin kapasitesi ile yerel yönetimlerin halka doğrudan ulaşabilme kapasitesi birleştirilerek, hizmetin vatandaşa daha etkin ve verimli bir şekilde ulaşması sağlanacaktır. Bu bağlamda; yerel yönetimlerin gelirleri arttırılacak, kayyum uygulamalarına son verilip, seçimle gelen belediye başkanlarının, ancak seçimle gidecekleri güvence altına alınacaktır” denilmektedir. CHP’nin hazırladığı Yerel Yönetimler Politika Belgesi, İYÇB’de ortaya konulan vizyonu daha da detaylandırdı. Bu alanda ulaşılacak bir mutabakat için CHP’nin hazırlıklı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Türkiye’nin en önemli sorunlardan birisi üretken bir ekonomiyi var edemememizdir. Eğer güçlü bir üretim reformu gerçekleştiremezsek, demokrasi ve refah vaadimizi hayata geçiremeyiz. Üretici güçlerin önünü açamadığımızda, devlete yapışan örgütlü vasatlık, kamu kaynaklarını ve doğayı yağmalamaya yönelmekte ve geleceğimizi çalmaktadır. Üretken olamayanların en kolay hedefi, doğanın altını ve üstünü tahrip eden ahbap çavuş kapitalizmidir. Alınterinin hak ettiği değere kavuşmadığı ülkeler rant-faiz sarmalında tükenir. CHP’YE DÜŞEN ROL Üretici güçlerin önünü açmak göründüğü gibi kolay olmamakla beraber en yaşamsal sorunlarımızdan birisidir. Üretici güçler derken sadece iş insanlarını ve girişimcileri değil, emekçileri de kastettiğimizi vurgulayalım. Siyasi iktidarın, servet birikimi yaratarak kendi zenginlerini oluşturmak için ekonomi alanına müdahale etme imkanlarını sınırlandırmak zorundayız. Katma değeri yüksek ürünlerle ekonomimizi şahlandırmanın, Cumhuriyetin en önemli kazanımı olan beşeri sermayemizin özgürlük ve liyakat taleplerini dikkate almaktır. Emeğin güvenceye kavuştuğu bir ülkede üretkenliğin daha da artacağına inanıyoruz. Kalkınma uğruna feda edecek kuşaklarımız yok. Elbette muhalefet partilerinin farklı ekonomi anlayışları mevcuttur. Buna rağmen özel mülkiyetin kesin bir şekilde güvence altına alınması, Kamu İhale Kanunu’nun AB standartlarında bir içerikle anayasal güvenceye kavuşturulması, Varlık Fonu gibi uygulamaların ortadan kaldırılması benzeri pek çok konuda mutabakata varılabilir. Bu yazıda reform ihtiyacı duyulan tüm konuları ele almamız mümkün değildi. Görüldüğü gibi son dönemde yaşadığımız sıkıntılar, değişimin parametrelerini de ortaya koymaktadır. Artık mesele bu değişimleri uzlaşma yoluyla başarabilecek bir siyasi iradeyi oluşturabilmektedir. CHP bu türden bir tarihsel mutabakatın amiral gemisi olmaya hazırdır. Halkımız sadece seçim kazanmayı değil, özgür ve müreffeh Türkiye’nin önünü açacak tarihsel mutabakatı oluşturmayı vaat edenlere de güçlü bir destek sunacaktır.
Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamlayan Taşkın, 2002 yılında Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yardımcı doçent olarak göreve başladı. 2015 yılında profesör oldu. 7 Şubat 2017’de Barış Bildirisine imza attığı gerekçesiyle üniversiteden ihraç edildi. Taşkın, 2011 yılında İstanbul CHP İl Örgütü’nün AR-GE biriminde gönüllü olarak çalışmaya başladı. 2018 yılında yapılan 36. Olağan İl Kongresi’nde İstanbul delegesi seçildi. Aynı yıl yapılan 36. CHP Olağan Kurultayı’nda Bilim Yönetim Kültür Platformu’ndan Parti Meclisi’ne seçildi. 24 Haziran 2018 Genel Seçimlerinde İstanbul I. Bölge’den milletvekili adayı gösterildi. Parti Okulu’nda, Türkiye’de ve dünyada Sosyal Demokrasi konularında dersler veren Taşkın, 31 Mart 2019 Yerel Seçimleri sürecinde İstanbul İl Başkanı’na bağlı Yerel Seçim Masası’nda görev yaptı. 37. CHP Olağan Kurultayı’nda (25-26 Temmuz 2020) Bilim Yönetim Kültür Platformu’ndan Parti Meclisi’ne ikinci defa seçildi. Yüksel Taşkın, CHP Sosyal Politikalardan Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı görevini yürütmektedir. Taşkın’ın çalışma alanları arasında olan Türkiye siyaseti; Türkiye’de Milliyetçilik, Muhafazakârlık ve siyasal İslam; Demokratikleşme sorunları; Ortadoğu’da toplum ve siyaset; gençlik ve siyaset konularında kitap ve makaleleri yayınlandı.