Bugün bir heyula arıyorsak, ilk göreceğimiz, dünyanın en zengin ülkelerini dolaşan yerlicilik* heyulasıdır. İster gerçek ister uydurma olsun, göçmen “öteki”ye karşı duyulan güçlü korku üzerinden yükselen siyasi güçlerin çokluğunu ve niteliklerini sıralamak artık yıpranmış bir klişe haline geldi. Bu güçlerin, sınıfsal ve ideolojik ayrımların ne ölçüde üzerinde olduğunu araştırmaya ise pek emek harcanmıyor. Göç istemediğini ilan edenler artık sadece Trump’lar, Farage’lar, Orban’lar ve Salvini’ler değil; karakteristik olarak her akımın merkez siyasi kulvarlarından da ibaret değiller. Yeni gelen göçmenleri, ya—sanki mücadele dosdoğru siyasi-ekonomik meselelerden müteşekkilmiş gibi—kutuplaşma yaratan bir “kültür savaşı” meselesi olarak ya da işçi sınıfının ücretlerini düşük tutmak için ithal edilen ucuz işgücü artıkları olarak karakterize eden birçok solcu da var. Bernie Sanders’ın meseleye dair karnesi bu eğilimin iyi bir örneği: ABD göç mevzuatındaki misafir işçi programlarını ücretleri düşürdüğü için eleştirmek [1], “açık sınırlar” fikrinin kendisini “Koch kardeşlerin bir önerisi” olarak yaftalamak [2], daha yakın tarihli olaraksa, Trump’çı sınır fetişizminin en korkunç aygıtlarından biri olan Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza (ICE) ajansının kapanmasına yönelik bir çağrı yapmamak [3]. İngiltere’de ise Corbyn mülteciler konusunda sempatik açıklamalar yapıyor olsa da, AB üyeliğinin zorunlu kıldığı hareket serbestisinin sonucu saydığı “orta Avrupa’dan topluca düşük ücretli işçi ithalatının,” Britanya işçilerinin çalışma koşullarında “yıkıma sebep olduğunu” iddia ediyor. Corbyn’in bu tavrı, Britanya’nın AB’den ayrılmasına karşı çıkmayı—veya halihazırda Britanya’da bulunan ve sınır dışı edilme tehdidi ile karşı karşıya olan “AB’li göçmenlere” bir yardım eli uzatmayı—neden reddettiğini de kısmen açıklıyor. [4] Öte yandan, Slavoj Žižek ve Perry Anderson gibi solcu entelektüellerin biri “mültecilerin sınıf mücadelesi üzerine Avrupa çapında bir diyaloga engel olduğunu” [5], diğeri ise işçi göçmenlerin (sanki amaçları maliyetleri düşürmek, yarattıkları etki ise sınıf politikasının yerine göçmen karşıtı kültürel mücadeleyi getirmek olan, ulusötesi tedarik zincirlerine eklenmiş makine parçalarıymışlar gibi) “üretim faktörlerini” deregüle ettiğini yazıyorlar. [6] Bir yandan da Wolfgang Streeck gibi solcu düşünürler ile Alman Sol Parti’den Sahra Wagenknecht gibi siyasetçilerin ittifakı, sözüm ona güvence altındaki “cömert” bir sosyal devlet yanlısı nüfusu tahrik eden göçmen karşıtı bir siyaseti teşvik etti. O kadar ki, aslında bu tür bir siyaset, aşırı sağ tarafından tartışmaya açılan açıktan “ulusal sosyal” programlarla karşılaştırılabiliyor. [7] Ancak solda göçmenlik konusunda duyulan tek ses bunlar değil. Sanders’ın ICE’nin kapatılması çağrısı yapmaması kendi tabanında tepkiye neden oldu ve bu tavrını değiştirmek zorunda bırakıldı. Çok sayıda Labour seçmeni, Brexit’in sinik bir kemer sıkmacı Tory tuzağı olduğuna inanıyor. Ve Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri ile sığınmacıları gözaltına alıp geri püskürtmek için hukukiliği hayli tartışmalı korkakça anlaşmalar yapılmasını destekleme ihtimali en az olanlar, kıtaya ulaşan göçmenlerin etkisinin en çok hissedildiği Avrupa’nın “cephe hattı” Akdeniz kıyısındaki sosyalist politikacılar gibi görünüyor. Gerçekten de, bugün insanların hareket özgürlüğüne daha açık bir dünya umudunun olduğu bir yer varsa, en çok siyasi yelpazenin sol tarafıdır bu. Ancak soldaki göçmenlik savunucularının eksik kaldıkları şey, koalisyonlarının işçi sınıfı (taşıdığı sağ popülist oy potansiyeli, Corbyn ve Wagenknecht’in aldığı pozisyon için apolojizm yapmak amacıyla kullanılan bir sınıf) içindeki şüpheci üyeleri için net ve ikna edici bir teori. Ve sağın dilinin bu açıdan hiç de yetersiz kalmadığı ortada. En insani sığınma hakkı talepleri, en özgürlükçü hareket serbestisi argümanları veya sadece eşit muamele hakkı bile, hemencecik dillendirilen kültürel ve—sol açısından daha önemli olan—ekonomik kaygıların yanında sönük kalıyor. Ne de olsa, böyle kaygılar da haklar açısından dillendirilebiliyor: ulusun kendi kaderini tayin hakkı örneğin, veya kaynakları sonlu algılanan sosyal haklar. Ancak sol idealler ve sol fraksiyonların kendi aralarındaki anlaşmazlıklar bu konuda net bir tablo çıkarmaya imkân vermediğinden, bu sol siyasi ve ekonomik teorinin dedesi Karl Marx’ın bu konuda ne söylediğini hesaba katmak faydalı olabilir.
Marx’ın göç konusunda görüşleri pek azdır ve epeyce aralıklı yazılmışlardır. En net olanları New York’tan bağlantıları Siegfried Meyer ve August Vogt’a 1870 tarihli bir mektubunda yer alır. [8] Marx’ın konuya dair gözlemlerinin birçoğu gibi, bunlar da İrlanda ile ilgilidir. Bu örnekte, Marx’ın konusu, İngiliz aristokrasisinin adalarında yürüttüğü çitleme süreçleriyle topraklarından sürülmüş olan İngiltere’deki İrlandalı göçmenlerdir. İlginç şekilde, Marx, İrlandalı yeni gelenlerin İngiliz ücretlerini düşürmüş olup olmadığıyla değil, İngiliz işçilerin bu mefhumu söylemsel olarak nasıl ele aldığıyla ilgilidir. “Artık İngiltere’deki her sanayi ve ticari merkez iki düşman kampa ayrılmış bir işçi sınıfına sahip,” der: Sıradan İngiliz işçi, İrlandalı işçiden kendi yaşam standardını düşüren bir rakip olarak nefret ediyor. İrlandalı işçi karşısında kendisini hâkim milletin bir üyesi olarak görüyor ve bunun sonucu olarak İngiliz aristokratlarının ve kapitalistlerinin İrlanda karşısındaki bir aracı haline geliyor, dolayısıyla onların kendisi üzerindeki tahakkümünü de güçlendirmiş oluyor. İrlandalı işçiye karşı geliştirilmiş dinî, sosyal ve millî önyargıları benimsiyor. … İngiliz işçi sınıfının, örgütlülüğüne rağmen güçsüz oluşunun sırrı bu antagonizmadır. Kapitalist sınıfın iktidarını idame ettirmesinin sırrı buradadır. [9] Dolayısıyla Marx’ın göçmenlik konusundaki düşünceleri ilk bakışta kültürel farklılığın işçi sınıfı dayanışmasının ve onunla birlikte de sol davayı siyasi olarak ileri taşımanın altını oyduğunu düşünen ekolle epey ortak gibi görünmektedir—ancak bu antagonizmanın, belki de kültürel bölünmeyle yüz yüze bir işçi sınıfına içkin bir şey olmaktan ziyade üstyapısal bir dikkat saptırma olduğuna işaret eder şekilde, kapitalistler tarafından basın yoluyla bilinçli olarak kaşındığı düşüncesinde olduğunu not etmek gerek. Ancak Marx, ücret rekabeti konusunda altta yatan siyasi-ekonomik meseleden elbette imtina etmemiştir. Konu hakkındaki görüşlerinden birçoğu, neredeyse eşzamanlı çıkan Kapital’inin birinci cildinde ele aldığı daha genel “ilksel birikim”—kesintisiz sermaye birikimi sürecini ilkin mümkün kılmış olan, toprağın şiddet yoluyla ele geçirilmesi—teorisinin kapsamı içindedir. Marx’ın bu fenomene dair çözümlemesi de, emlak oluşumu tarafından kırdan sürülenleri şehirlere ittiğini—yani hem görece yakın çevrede (temel örneğinde mesela Scottish Highlands’den Glasgow gibi şehirlere) hem de sınırların veya denizin ötesinde (örneğin, İrlanda’dan İngiliz sanayi merkezlerine) gerçekleşebilen türden kırdan kente göçü ürettiğini—ifade ettiği çitleme süreçlerine odaklıdır. Marx açısından göç (bütünüyle olmadığı kesinse de) kısmen, üzerinde çalışılan topraklar üzerindeki hakların zayıf veya kullanılamıyor olmasının bir sonucuydu—ki, emeğe haklar (ve itibar) bahşedilen Locke’cu mülkiyet teorisini çürütmektedir bu. Dolayısıyla bu şekilde mülksüzleştirilen kır göçmenleri, iş talepleriyle sanayi şehirlerini arza boğabilecek ve daha düşük ücretler için rekabeti arttırabilecek olan, Marx’ın “yedek işgücü ordusu” dediği şeyi oluşturur. Bu, göçün, işçi sınıfı içindeki bölünmeleri besleme potansiyeline sahip olmasının yanı sıra, maddi olarak işçi sınıfının kısmetini de kötü etkilediğine inanan bir Marx’a işaret etmektedir. Ancak “yedek işgücü ordusu” tezi, sanayi merkezlerindeki emeğin koşullarına odaklanmaktadır, kırsal kesimdeki sayıları azalan emekçilerinkine değil. Bu, Marx’ı eleştiren bazılarının, kente göçün, kırsal alanlardaki emekçilerin pazarlık pozisyonunu güçlendirme etkisi yaptığını öne sürmesine neden olmuştur. “Yedek işgücü ordusu” teorisi aynı zamanda göçün kapalı bir sistem dahilinde yaşanıyor olmasına da dayanmaktadır. Gerçekte ise, toprak kiracısı durumuna düşmüş Britanya Adalarındaki birçok çiftçi—toprağın üzerinde veya yakınında kalmak ya da “yedek işgücü ordusuna” katılmak yerine—denizaşırı göç seçeneğini deneme yoluna gitmiştir. Çok uzaktaki bu yerleşimci kolonilerinde, Britanya’nın “artık nüfusunun” üyeleri, bu kez kendileri (en azından teoride) köksüz mülk sahipleri haline gelerek, yerli nüfuslara kendi başlarına gelen ilksel birikim sürecindekiyle aynı mülksüzleştirmeyi uygulayabilmişlerdir. Dahası, bu genel “artık nüfusta” dışarı göç verme nedeniyle yaşanan düşüş, herkes için çalışma koşullarını geliştirecek şekilde, “yedek işgücü ordusunun” sayısını bile düşürebilmiştir. Marx bu pozisyonu, New York Daily Tribune için yazdığı makalelerden birinde, “İrlanda’nın kıtlık ve göç sonucunda emekçiler açısından gün geçtikçe cennet halini aldığına eminiz” diye özetlemiştir. [10] Kapital’in birinci cildinin çıkışıyla aynı yıl İrlanda üzerine hazırlamış olduğu (ama yapmadığı) bir konuşmada, dışarıya göç vermenin, kalan emekçiler için daha iyi pazarlık koşulları yaratabileceğine dair bu argümanla uğraşmayı planlıyordu. [11] Dışarıya göç vermenin ücretlerde artışa neden olduğunu kabul etmesine rağmen, bu yapılmamış konuşma için tuttuğu notlarda, İrlanda’da kalanların genel durumunda düzelme olmadığını belirtmektedir. Sorunun büyük kısmı, artık İrlanda kırında yeterli işgücünün kalmamış olmasıydı. Yeni konsolide olmuş çiftlikler verimli işletilemiyordu. Buna toprak sahiplerinin artan rant talepleri de eklenince, nüfus daha büyük bir sömürüye maruz bırakılmış ve toprak üretiminden daha az istifade edebilir hale gelmişti. Yani Marx, “yedek işgücü ordusunun” tersinin, yani yeterli işgücünün olmayışının da çalışan bedenlerin aşırı arzına bağlanana denk veya daha beter tahribatlara sebep olabileceğini söylemektedir. Günümüzle kurulabilecek belki de en bariz analoji, Küresel Güney’de yaşanan beyin göçüdür. Günümüzün gelişmiş kapitalist ülkelerindeki düşük doğum oranları sorunu da, zamanında İrlanda’yı kasıp kavuran ve Marx’ın ele aldığı dışarı göçün büyük kısmının sebebi olan kıtlık gibi, bu ülkelerin ekonomik verimliliğini gün geçtikçe zora sokacak ve kalan işgücünün üzerine daha da artan çalışma yükleri bindirecektir. Kapital’in ilk Almanca baskısının önsözünde, “Yalnızca yaşayanlardan değil, ölülerden de acı çekiyoruz,” yazmıştı Marx. [12] Değişen ekonomilerde, İrlanda’da çitlemelere uyum sağlamaya çalışan çiftçiler gibi, “antika üretim biçimlerinin” sürmesiyleydi derdi ama bugünün yaşlanan sanayi toplumlarının, küçülen işgüçleri ve sendeleyen emeklilik planlarıyla, karşı karşıya oldukları sorunlar için de konuşuyor olabilir pekâlâ. Yapılmamış konuşması, düşük nüfusun tıpkı fazla nüfus gibi kapitalist sömürüyü nasıl güçlendirebileceğine dair bir pencere sunmaktadır. Sayısız gelişmiş kapitalist ülke, düşük nüfusun emek arzı açısından olumsuz etkisini gidermek amacıyla doğumu teşvik etme ve hatta otomasyon gibi girişimlerde bulunmuşlardır ama kanıtlanmış tek çözüm göç olmayı sürdürmektedir. Eğer bunun “yedek işgücü ordusu” üretme gibi bir riski varsa, düşük nüfusun da kendi ekonomik lanetleri söz konusudur ki sol, bu ikincisi konusunda belki de daha bile endişeli olmalıdır. Bugüne değin azalan ve yaşlanan nüfus meselesinin getirebileceği riskler sadece Economist editörlerinin kuru, teknokrat diliyle vurgulandı. Marx’ın analizi ise, bu sorunun, yerlicilerin “göç elimizden alacak” diye dövündüğü sosyal hakların ta kendisinin temeli olan ekonomik bolluk koşullarını tehdit edecek şekilde, eşit oranda zalimane ve sömürücü emek koşullarına nasıl önayak olabileceğine ışık tutabilir.
Göç konusunda Marksist bir duruşa ulaşmak için fazla dolambaçlı bir yol olarak görünebilir bu. Ama daha “doğrudan” teorik yaklaşımlar da—periferideki işgücünün küresel çekirdekte üretilen refaha yabancılaşmasını sona erdirebilecek bir argüman hayali mesela—daha soyut kalabilir ve harekete geçirdiği eylemsellik daha az sonuç alıcı olabilir. Ve göç sorununu milliyetçilik bağlamında ele almak (Marx’ın daha sık yazdığı bir konu) bu sorunu ortadan kaldırabilse de [13], göçe karşı potansiyel işçi sınıfı düşmanlığının altında yatan maddi kaygılara temas etmenin daha açık bir yolunu sunmamaktadır. Marx’ın kendi yaşam öyküsünden başlamanın bu konuda çok daha yerinde olabileceği de düşünülebilir. Adam ne de olsa bir değil bir sürü ülkede mülteciydi (Komünist Manifesto’nun daha başlarında kendini gösteren “polis casusları” o dönemin ICE’siydi); en yakın çalışma arkadaşı Engels, hayatının büyük çoğunluğunu, İngiltere’ye göçmüş bir İrlandalı göçmenle geçirmişti; ikisi de enternasyonalist işçi hareketinin müptela destekçileriydi ve sınıfın birliğinin ulusal sınırları aşmasını savunuyorlardı. Ama Marx döneminde mülteci statüsü bireysel siyasi muhaliflere tanınıyordu; günümüzde siyasetin karşı karşıya olduğu kitlesel akın konusundaki endişelerle yüklü değildi. Marx’ın enternasyonalizmi çoğu zaman Avrupa’nın ötesine de pek uzanabilmiş değildi; pek sindirilebilir olmayan bir şekilde, en azından bazı yazılarında, Hindistan’ı toplumsal gelişmişliğin, ancak sömürgecilik ile aşılabilecek aşağı bir aşamasında geçinip gitmekte olan bir ülke olarak değerlendirmişti. [14] Affedilmez şekilde tarih dışı olmaksızın, bu biyografik ayrıntıların herhangi birini, günümüzün “kalkınmış dünya” siyasetinin çoğunu meşgul ettiği şekliyle göç meselesine kolayca uygulanabilir görmek zor. Hindistan konusundaki gözlemlerine bakıp Marx’ın göçü engellemek için kalkınmayı destekleyecek olanlarla saf tutacağı sonucu çıkarılabilir ama İrlanda konusunda söylediği son söz bununla tam olarak bağdaşmaz. Başka yerlerde ırk kimi zaman gözünü bağlayabilmişse de, adanın ekonomik durumunun, bir ilkellik veya doğal bir handikap olmaktan ziyade, yakın zamanda ortaya çıkmış bir gerileme olduğunu—ve bir dış yardım değil devrimci bir tersyüz oluş gerektirdiğini—görebilmişti. İngiltere’ye yaşanan göçten kaynaklı gördüğü zorluklara ancak bu son verebilirdi. Meyer ve Vogt’a yazdığı gibi, “İrlanda’nın ulusal kurtuluşu,” İngiliz işçi sınıfının “toplumsal kurtuluşunun ilk koşuluydu.” [15] İrlanda ancak o zaman, işçi sınıfına onların düşmanıymış gibi gösterilebilmiş “yedek işgücü ordusunu” üretmesine sebep olan sistemden kurtulacaktı. (Kaderlerin bu şekilde iç içe geçmesinin—İngiliz işçi sınıfı içinde yaşayan mecburen devrimci bir İrlandalı göçmen topluluğu—başka yerlerdeki sabit işçiler arasında sınırları aşan türden bir dayanışmayı nasıl inşa edebildiği üzerine daha fazla kafa yorabilirdi—ama yormadı. Marx Kant’ın geniş görüşlü olanaklılıklarından çok Hegel’in diyalektik kesinliklerinin hep daha iyi bir öğrencisi olmuştur.) Marx, İrlanda’nın çitlenmesi için uyguladığı aynı ilksel birikim teorisini Avrupa dışı dünyanın sömürgeci talanına da genişletmiştir ve bugün göç konusunda Marksist bir yaklaşımın, şu anda Küresel Kuzey’e bu denli insan hareketliliğinin kaynağı işlevini görmekte olan sömürge sonrası topraklar için de aynı devrimci reçeteyi sunabilecek olması kuvvetle muhtemeldir. Fakat böyle bir reçete neye benzeyecektir? Marx için eşitsiz mülkiyet hakları göçün temel sebebiyse, bunun devrimci zıddının ya mülkiyetin yeniden dağıtılmasını ya da toptan ilgasını içereceği sonucunu çıkarmak akla yatkındır. Şu an yüksek sayıda göçmen üreten devletlerin bu yoldan—şu an birçoğunun daha önce zaten almış olduğu bir yol—gitmeyi istemesi, on dokuzuncu yüzyılın sonunda aynı konuda İrlanda kurtuluşu için söz konusu olandan çok daha az olası görünüyor. Özellikle de göç konusundaki siyasi istikrarsızlığın etkisi düşünüldüğünde, ileri kapitalist ülkelerdeki yerlicilik heyulasının sonunun gelmesi de aynı ölçüde düşük bir olasılık kalıyor. Marx’ın düşük nüfus konusundaki uyarıları da belki bir işe yaramayacak. Ama hareket serbestisinin artmasını sömürünün kaynağından ziyade onun bir merhemi olarak sunarak, en azından bu konudaki tartışmayı daha verimli hale getirebilir. Marx’ın daima kabul etmiş olduğu—ve en sonunda gerçekleştiği haliyle İrlanda devriminin İngiliz işçi sınıfının durumunu iyileştirmede yetersiz kalışı ile haklı çıktığı—gibi, göç, bu işçilerin sorunlarının olsa olsa sadece bir parçasıydı (“ilk koşul”) ve göçe verilen tepki, göçün bu tepkilerin sebebi olduğundan daha çok, daha büyük sorunların bir semptomuydu. Dolayısıyla her şeye rağmen yararlı olabilecek bir tartışma. [1] Seung Min Kim, “Sanders and Immigration? It’s Complicated”, Politico (19 Haziran 2015), https://www.politico.com/story/2015/06/bernie-sanders-and-immigration-its-complicated-119190. [2] Ezra Klein, “Bernie Sanders: The Vox Conversation”, Vox (28 July 2015), https://www.vox.com/2015/7/28/9014491/bernie-sanders-vox-conversation. [3] “Sanders Declines to Call for Abolishing ICE”, CNN (24 Haziran 2018), https://www.cnn.com/videos/politics/2018/06/24/sotu-sanders-ice.cnn. [4] Helen Lewis, “Jeremy Corbyn: ‘Wholesale’ EU Immigration Has Destroyed Conditions for British Workers”, New Statesman (23 Temmuz 2017), https://www.newstatesman.com/politics/staggers/2017/07/jeremy-corbyn-wholesale-eu-immigration-has-destroyed-conditions-british. [5] Slavoj Žižek, “In the Wake of Paris Attacks the Left Must Embrace Its Radical Western Roots”, In These Times (16 Kasım 2015), http://inthesetimes.com/article/18605/breaking-the-taboos-in-the-wake-of-paris-attacks-the-left-must-embrace-its. [6] Perry Anderson, “Why the System Will Still Win”, Le Monde diplomatique (Mart 2017), https://mondediplo.com/2017/03/02brexit. [7] Philip Oltermann, “Germany’s Left and Right Vie to Turn Politics Upside Down”, The Guardian (22 Temmuz 2018), https://www.theguardian.com/world/2018/jul/22/german-leftwingers-woo-voters-with-national-social-stance. [8] Karl Marx’dan Siegfried Meyer ve August Vogt’a [9 Nisan 1870], Karl Marx ve Frederick Engels, Selected Correspondence içinde (Moscow: Progress Publishers, 1975) 220; ayrıca bkz. https://www.marxists.org/archive/marx/works/1870/letters/70_04_09.htm. [9] A.g.e. [10] Karl Marx, “On the Labor Contract”, New York Daily Tribune (29 Temmuz 1853), https://www.marxists.org/archive/marx/works/1853/07/29.htm. [11] Karl Marx, “Notes for an Undelivered Speech on Ireland” [26 Kasım 1867], Karl Marx ve Friedrich Engels, Marx and Engels on Ireland içinde (Moscow: Progress Publishers, 1971) 120; ayrıca bkz. https://www.marxists.org/archive/marx/iwma/documents/1867/irish-speech-notes.htm. [12] Karl Marx, Capital: A Critique of Political Economy, vol. 1 (Harmondsworth: Penguin, 1976 [1867]), 91; ayrıca bkz. https://www.marxists.org/archive/marx/works/1867-c1/p1.htm. [13] Erica Benner’in çalışmasının da gösterdiği üzere, Marx’ın materyalizmi, on dokuzuncu yüzyıl milliyetçiliklerinin “idealizmi” ile uğraşırken de daha az sağlam değildi. Bkz. Erica Benner, Really Existing Nationalisms: A Post-Communist View from Marx and Engels (Oxford: Oxford University Press, 1995). [14] Özellikle bkz. Karl Marx, “The British Rule in India”, New York Daily Tribune (25 Haziran 1853), https://www.marxists.org/archive/marx/works/1853/06/25.htm. [15] Marx’dan Meyer ve Vogt’a.
- Çevirenin notu: “milli ve yerli” deyişindeki anlamı ile “yerlicilik”