Çağdaş dünya bu ülkede son beş yılda ve tabii özellikle de son iki yılda yaşananları en doğru olarak, ne iktisat, ne hukuk, ne siyaset analizleri ile açıklayabilir. Ancak hepsini ilişkilendirerek belirleyen “toplumsal psikopatoloji söylemi” ile anlamlandırabilir. Türkiye parasının değerinin ve uluslararası itibarının hızlı kaybı, aynı oranda artan yoksulluk, açlık, kıtlık, güvensizlik, belirsizlik, umutsuzluk ve bunaltı gibi yığınla toplumsal sorun içinde boğulmakta. Daha doğrusu, yurttaşlar hepsi birbirinden beter ve ilintili tüm bu kolektif sıkıntılarla tamamen bireysel olarak, yani kendi kişisel olanakları ile boğuşmakta. Elbette salt bu bile başlı başına herhangi bir ülkenin değil demokratikleşmesinin, ne derecede toplumlaşmış olduğunun da bir göstergesi. TOPLUMSAL PSİKOPATOLOJİ Türkiye’nin kötü yönetilmekte olduğunu artık Sağır Sultan duydu. Dahası, yüzyıllık Cumhuriyet’in oldukça meşakkatli ve inişli çıkışlı gelişimsel sürecini bütün dünya uzunca zamandır adım adım izledi. Bugün “kurtuluş” ve “kuruluş” öncesi zamanlarındakinden daha kötü koşullara nasıl geldiğinin belki kendi yurttaşlarından bile çok daha iyi farkında ne yazık ki! Çağdaş dünya bu ülkede son beş yılda ve tabii özellikle de son iki yılda yaşananları en doğru olarak, ne iktisat, ne hukuk, ne siyaset analizleri ile açıklayabilir. Ancak hepsini ilişkilendirerek belirleyen “toplumsal psikopatoloji söylemi” ile anlamlandırabilir. Elbette hemen her an ve her bağlamda, popüler kültürde bilfiil bazı “uzman” kişilerce veya psikologculuk oynayan hemen herkesçe ve muhtelif jargonlarla vülgarize edilen psi-karmaşasından (“psy-complex”) söz etmiyorum. Her halükarda, zaten kolektif karakter olarak sınır (“borderline”) tipte psikososyal alt yapısı olan bu toplum zaman zaman arzulasa veya yakınlaşsa da, yüzyıllık ayrışmasını bir türlü aşamadı. “Bütüncülleşmeyi” ve “demokratikleşmeyi” bir türlü beceremedi. Hatta yerel seçimlerden bu yana yarılmasını iyice derinleştirerek, bunu aleni ve toplumsal, yani kolektif olarak paylaşılan bir “psikopatolojiye” dönüştürmeyi başardı. Nitekim dramatik uçlar arasında gidip gelen bu tipe adını veren bir özelliğinin de “normal-anormal”, “sağlıklı psikoloji-psikopatoloji” sınırları arasındaki alana yayılması olduğunu daha önce yazmış idim. Düzensiz ve inişli çıkışlı, çok başarılı veya çok başarısız performans sergileme yatkınlığını da. Bugün gelinen durumda, iktidar-muhalefet karşılıklı siyasi, iktisadi, sosyolojik yönetişimi sayesinde, Mevlana’nın, Yunus Emre’nin, Aşık Veysel’in ve tüm diğer ahlaki ve kültürel barışçıl değerlerin topraklarında saldırgan şiddet tavan yaptı. Artık nihayet hem kendine de yabancılaşmış, hem de dışındaki gerçeklerden kopmuş durumda. Siyasi veya başka arenalarda kamplaşmış taraflar bir yandan kendinin ötekisini suçlamaya devam ediyor, bir yandan da helalleşmekten ve yüzleşmekten söz ediyor. Fakat ilk önce kendisiyle tanışan, yüzleşen ve barışan yok! Açıkçası, nelerin kabul edilmesi gereken, nelerin kabul edilemez veya hesap verilebilir olduğunu toplumda henüz pek idrak eden de yok. Tam tersine, toplumun aktif yönetimi elinde tutan bir yarısı kendine zarar vermek (“self-mutilation”) yoluyla hem varoluşçu devamlılık (beka), hem de gerçeklik testi yapıyor. Kendi bilgisi, yetkinliği veya bozulmuş muhakemesiyle kendi haddini bilemediğinden, nerede duracağının sınırlarını da sınamış oluyor. Başka bir deyişle, “toplumsal muhalefetin (katı, kesin ve kararlı?) sınırlarına” dayanana kadar yayılıyor. Böylece ne zaman ve ne kadar ilerleyeceğini veya geri çekileceğini anlamaya çalışıyor. Peki toplumsal muhalefet bunun farkında mı? Veya o nerede duruyor? Yani pasif yönetimdeki diğer yarısı da “yüzsüzlük, ahlaksızlık, mantıksızlık, yetersizlik, vb diye onu edilgen halka şikayet etmekten başka ne yapıyor? Sonuçta çözümsüzlük, çaresizlik veya “seçime (hangi?) kadar” sabırla izliyor. Demokratik yollarla halkın seçimini kazanarak kurtuluşu umuyor. Fakat yine tipik ve paradoksal olarak, hem onu merhamete, vicdana veya aklı selime davet ediyor. Hem de kendinin ne kadar “iyi”, onun ne kadar “kötü” olduğunu, elinden kolay kolay kaçıp kurtulamayacağını dillendirerek daha da “ajite” ediyor. Tabii bu kültür hem yıllardır “havlayan köpek ısırmaz”, hem de “geçti Bor’un pazarı…”deyip duruyor! Hem de zaten geçmişte kimlerin nelerin hesabını filan vermeden kaçıp kurtulduğunu, göçüp gittiğini gayet iyi biliyor. Bilmeyen gençler de nelerin kalıcı hasarlar bırakarak bu toplumu derinden örselemiş olduğunu damarlarında hissediyor veya doğrudan faturasını ödüyor. Ulusal stres sarmalı ile bu kolektif başa çık(ama)ma biçiminin en son tipik örneği de bugünkü Atatürk Hava Limanı ile ilgili olaylar ve tartışmalarda kolaylıkla görülebilir. Bir yanda dozerlerle pistler deliniyor, bir yanda gösterilen tepkisel ilgi üzerine “belki de hepsini yıkmayız” demeçleri veriliyor. Kılıçdaroğlu gibi liderlerin son zamanlardaki daha kararlı çıkışları yeterli olur mu? Bu yazı okunurken olup bitmiş olacak “büyük miting” nasıl bir etki yaratacak? Burada ayrıntılı akademik ve mesleki tartışmalara girmenin ne gereği, ne de kimseye yararı var. Fakat onun yerine, toplumsal çöküşün vahametini ve aciliyetini kavramak için belki sadece bireysel düzlemde onun eşdeğeri olabilecek şöyle bir “borderline tabloyu” düşünebilirsiniz. Daha önce aşırı stres, sıkışmışlık, iletişimsizlik ve çözümsüzlük karşısında bilinçli veya bilinçsiz “manipülatif” olsun veya olmasın, yukarıdaki muhtelif sebeplerle, örneğin kendini jiletleyen veya kolunda sigara söndüren birini hiç görmemiş olabilirsiniz. Yine de tahayyül etmeyi ve onunla empati kurmayı deneyebilirsiniz. Sonuç olarak, iktidarı ve muhalefeti ile toplumun kolektif psikolojik iç görüsünün, siyasi zekasının ve demokratik yönetişim sorumluluğunun hala ne kadar düşük seviyede olduğu da ortada ne yazık ki. TARİHSEL ZAMAN: GEÇMİŞ, ŞİMDİ VE GELECEK Tarihsel zaman geri dönüşümsüzdür. Tekerrür filan etmediğini, öyleymiş gibi hissettirenin “öğrenmeyi öğrenmemek” olduğunu daha önce de yazmış idim. Türkiye’nin çelimsiz modernleşme serüveninin göz ardında kalmış her ne aksaklığı varsa son 20 yılda AKP yönetimi ile adamakıllı görünür olduğunu da. Fakat bugünü gençliğe adamış ve bir kez daha andığımız büyük insan geri gelmeyecek. Bir daha başka hiç bir lider de ne onun kadar “yüce” olacak, ne de ülkenin koşulları tıpa tıp aynı olacak. Oysa “gelecek” biz görsek de, göremeyecek olsak da gelecek. Tarihsel zamanın tanımı gereği bu böyle! Atatürk’ten bu yana, değil “ergenlik”, “gençlik” kavramına bile yer vermemiş bu toplumda hala çocukluktan yetişkinliğe atlanıyor. Çocuklara da “gelecek güvencesi” beklentileriyle “yatırım” ve türlü yönlendirmeler ve psikolojik baskılar yapılıyor. Ayrı ve özgürleşmek üzere gelişecek birey özneler değil, daha kendileri özerkleşememiş ve dogmalarından kurtulamamış yetişkinlerin birer uzantıları muamelesi yapılıyor. Gençlerini hızla kaybeden, daha doğrusu küstüren ve kaçıran bu otoriter toplum geleceğini nasıl getirecek? Onlara saygı duymasını, anlayarak değer vermesini hala öğrenemeyerek nasıl sağlam kalabilecek? Önümüzdeki seçimlerde sayıları 9-10 milyona yaklaşan “potansiyel” genç seçmen oranını şimdi fark edince birden onlara yönelmiş araçsal siyasi vaatler ve hamasi söylemlerle mi? Akademik ilgi ve mesleki bilgi alanlarım da bir yana, yaşamının üçte ikilik kariyerini gençlerle geçirmiş, kuşakların değişimini izlemiş ve halen de onları dinlemekte olan birisi olarak yazıyorum: “Modern”i veya “muhafazakar”ı fark etmeksizin, bu ülkede esas gençler “endişeli” ve umutsuz! Sürekli olarak ve bunalarak soruyorlar: “Gelecek nasıl gelecek?” Tabii ki ne umutsuzluğa kapılmaya, ne de gerçekçilik-ötesi düşler kurmaya gerek var. İlk adım olarak - üç gün önceki doğum gününde bir twitle andığım filozof dostumun terimi ile - eleştirel gerçekçilik (“critical realism”) paradigmasında olabilmek gerekiyor. Roy Bhaskar “eleştirel epistemoloji” ile uğraşmayı bırakıp “eleştirel ontoloji” üzerinde çalışmaktayken vefat etti. (Oysa ben de naçizane, bunların hiç bir zaman birbirlerinden ayrı tutulamayacağını, hatta birbirlerini karşılıklı belirlediklerini savundum hep!) Nitekim çağdaş toplumlar da gökten zembille inerek demokratikleşmediler elbette. Geleneksel, dindar, muhafazakar toplum düzeninden kapitalist üretim, seküler ve modern yaşam biçimlerine geçerlerken insanlarını buna hazırlamak, destek olmak adına bazı düzenek ve söylemler icat ettiler. Elbette bu yazı bağlamında öncelikli olarak yukarıda değindiğim psi-karmaşasından söz ediyorum. Geçmişte tartıştığım bu kavramı ve Türkiye’deki toplumsal pratiklerini yeni kuşaklar ve zamanlar için belki de sabırla yeniden ele almak gerekiyor. Hala eski, muhafazakar  ve inatçı kafalar için, özellikle de “toplumsal onarım ve yeniden inşa”  bağlamında tartışmayı ise başka yazılara bırakıyorum.