Surbhi Kesar ve Ingrid Kvangraven Geçtiğimiz yüzyıllardaki tüm maddi ilerlemeler ve teknolojik gelişmelere rağmen bilgi üretme alanı açısından karanlık bir döneme doğru ilerliyor gibi görünüyoruz. Ancak şu anda karanlık; eleştirel düşünme ve kavrayış becerilerinin eksikliğini yansıtmaktan ziyade toplumumuzun bilginin kendisine ne şekilde değer biçtiğini ortaya koyuyor. Birleşik Krallık üniversitelerinde yaşanmakta olan direniş sürecinde biz de bir adım geriye gitmek ve yükseköğretim alanında daha geniş kapsamda neler yaşandığını, akademideki neoliberal dönüşümü desteklemede iktisadın rolünü ve bunun üniversitelerin üretmeye şartlandığı araştırma ve öğretim biçimleri üzerindeki etkilerini değerlendirmek istiyoruz. 1633’te Galileo, evrenin merkezinin dünya değil güneş olduğunu savundu ve Kilisenin zulmüyle karşı karşıya kaldı. Kilise Galileo için şu emri verdi: “Engizisyon Mahkemesi olarak, siz, adı geçen Galileo’nun … güneşin evrenin merkezi olduğu; dünyanın güneş çevresinde döndüğü ve evrenin merkezi olmadığı yönündeki doktrine (Kutsal ve İlahi Metinlere aykırı ve ayrıca yanlış olan bir doktrine) inandığınız ve onu savunduğunuzdan şiddetle şüphelenildiğini ilan ve beyan ederiz. Galileo’nun Diyaloglar kitabının yasaklanmasını, Engizisyon Mahkemesi iradesi ve kararıyla hapse mahkûm edilmesini ve kefaret olarak üç yıl boyunca haftada bir kez Yedi Tövbe Mezmurunu okumasını emrediyoruz.” Yüzyıllar sonra bugün çok şey değişti fakat aynı zamanda çok şey de değişmedi. Eleştirel düşünenlerin yargılanması için emirler veren kiliselerimiz yok, ancak mevcut sistem tarafından uygulanan, genel olarak bilgi üretimi, eğitim ve özel olarak da eleştirel düşünme alanını daraltan kesinlikle yapısal bir zulüm var. Küresel nüfusun eğitim seviyelerindeki genel artış göz önüne alındığında bu biraz şaşırtıcı gelebilir. Neoliberal akademi bağlamında bizim açımızdan ilginç olan şey tam da bu ironi –okuryazarlıktaki ve eşitsiz de olsa maddi ilerlemedeki gelişmelere rağmen bilgi ve kavrayış alanının daralması–. Birleşik Krallık akademisinin piyasalaşması Paulo Freire ve Terry Eaglton gibi eleştirel akademisyenler, kapitalizm ve özellikle de neoliberalizm koşullarında üniversitelerde bilginin üretilme biçiminin sınırlarını –ve korkunç etkilerini– eleştirel bir şekilde değerlendirdiler. Bununla birlikte zamanımızın hikâyesi, eğitim ve sağlık sektörlerini piyasa alanının dışında tutma ihtiyacını savunan modern ana akım iktisadın “babası” Adam Smith’e başvurularak bile eleştirilebilir. Akademi son yıllarda öğrencilerin “satın alabilen” tüketicilere, hocalar ve üniversitelerin ise “satıcılara” dönüştürüldüğü ve farklı üniversitelerin özel aktörler olarak rekabet etmeye zorlandıkları bir özelleştirme aşamasından geçti. Bu, Birleşik Krallık akademisinde çok sayıda yeni üniversite kurulmasına ve öğrenci sayısında keskin bir artışa yol açan 1992 “İleri ve Yüksek Öğrenim Yasası” sonrasında yükseköğretim sektörünün çarpıcı bir şekilde genişlemesiyle bir etki yaratmaya başladı. Hükümet üniversitelere sağladığı fonları öğrenci sayısıyla orantılı olarak artırmadığı için öğrencilere verilecek para miktarı hızla düştü. Jonathan Hopkin’in belirttiği gibi, bu, “öğrenci deneyiminin finansallaştırılması”na zemin hazırladı. Bu ise pek çok şeyi harekete geçirdi: eğitim öğrencileri eleştirel düşünmeye yöneltme aracı olmaktan çıktı, üniversite diplomaları bireyin işgücü piyasasındaki değerini yansıtacak tüketici ürünlerine dönüştürüldü; öğrencilere artan öğrenim ücretlerini ödemeleri için krediler ve tüketici deneyimlerini puanlama seçenekleri sunuldu, yani öğrenciler tüketicilere dönüştürüldü; birçok öğretim üyesi ve personel, “üniversite işletmelerinin” maliyetlerini düşürmek için ya işten çıkarıldı ya da çalışma koşulları güvencesiz hale getirildi; akademinin dışında olmalarına rağmen yatırım fonları ve yatırımcılara giderek artan bir şekilde bilgi üretme yönünün ne olması gerektiğini belirleme gücü verildi. Akademinin neoliberalleşmesi küresel bir fenomen olsa da, bu yazıda Birleşik Krallık örneğine odaklanalım: burada güvencesiz emek istihdamında çok ciddi bir artış yaşandı; son 12 yılda %18’lik bir reel ücret düşüşü, aşırı iş yüklerinde %16’lık bir artış ve cinsiyetler arası ücret eşitsizliklerinde %17’lik bir yükseliş gerçekleşti. Güvencesiz işlerde ödenen istikrarsız ve düşük ücret nedeniyle öğretim görevlilerinin evsiz kaldığı durumlar yaşandı. Diğer taraftan öğrenci ücretleri muazzam ölçüde arttı, bu da personel ve öğrencilerin bir araya gelerek “bu paralar nereye harcanıyor?” diye sormalarına neden oldu. Ancak paranın nereye gittiğini anlamak için çok uzağa bakmaya gerek yok. Örneğin Rektör Yardımcılarının (Birleşik Krallık üniversitelerindeki en yüksek kadro) maaşları son zamanlarda muazzam bir artış gösterdi (9 Rektör Yardımcısı toplamda yılda 4,45 milyon Euro kazanıyor) ve üniversiteler dünyanın dört bir yanından öğrenci çekmek için yeni parlak binalar inşa ederek inşaat çılgınlığına başladı. Bunun yol açtığı eşitsizlikler ve kötü çalışma koşulları Birleşik Krallık’taki #FourFights grevinin konusu. Birleşik Krallık’ta öğrenci borçlarıyla ilgili geçenlerde önerilen reformlarla durum daha da kötüye gidecek: birçok mezun tüm çalışma hayatını öğrenci kredilerini geri ödemek için harcayacak ve bu reformların en pahalıya patlayacağı kesim düşük gelirli öğrenciler olacak. İktisat disiplini bu dönüşüme katkıda bulundu mu? Bu, yükseköğretimin kendisinde yaşanan bir kriz olabilir, ancak iktisat disiplini söz konusu dönüşüme yakıt sağladı. İlk olarak disiplin, özelleştirme ve kuralsızlaştırmanın en verimli sonuçları sağladığı konusundaki argümanlar için güçlü bir temel sağlamıştır ve yükseköğretimin piyasalaştırılması ana akım iktisatçıların çoğunun beklediği ve onayladığı şeyle tam olarak uyumludur. Piyasalaşma hareketi, özellikle Birleşik Krallık ve ABD’de öğrencilerin artan ve giderek sürdürülemez hale gelen borç yüküne rağmen devam etti. İkincisi, “teorisiz” bir iktisadi onarıma (Banerjee-Kramer-Duflo tarzında) yönelik yapılan son hamle, akademideki dönüşümün teorik temellerinin bütünsel ve yapısal bir analizini yapmayı zorlaştırıyor. Dönüşüm boşlukta ortaya çıkmadı ve “tesisattaki” sızıntıların giderilmesiyle “onarılamaz”. Aksine, neoliberal akademik model kapitalizmin neoliberal dönüşümünün bir parçası olarak politik biçimde tasarlandı (bkz. Eaglton’ın görüşü). Birleşik Krallık’taki üniversite grevlerinin nedenlerinden biri tam da bu neoliberal dönüşümün akademik personel üzerindeki etkisidir. Üçüncüsü, iktisat eğitimi, öğrenmeye yaklaşımı açısından giderek daha dar ve araçsal hale geldi. Bugünün iktisat öğrencileri iktisat teorilerinin temel felsefi ve politik öncüllerinin eleştirel incelemesiyle çok sınırlı biçimde karşılaşıyorlar. Bu durum söz konusu eşitsiz, güvencesiz ve sürdürülemez akademik sistemi üreten iktisadi yapıları sorgulamayan bir iktisatçılar kuşağının yaratılmasına yardımcı oluyor. Bununla bağlantılı olarak ana akım iktisat bölümleri, özellikle de çok yüksek talep gören ve skalanın “en üstünde” olanlar fon kesintilerinin etkilerinden nispeten yalıtılmış kalırken, öğrencilerin daha aktif bir şekilde sorgulamaya ve eleştirmeye teşvik edildiği eleştirel iktisat bölümleri –ki bunlar da çoğunlukla yükseköğretim hiyerarşisinin alt basamaklarında olanlardır– daha şiddetli bir darbeyle karşı karşıya. Soğuk Savaş sırasında ABD’deki eleştirel iktisatçıların marjinalleştirilmesi ve dışlanması pratikleri oldukça saldırgan biçimde yürütüldü ve bu pratikler Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra da devam etti. Daha geçen yıl Leicester Üniversitesi “eleştirel yönetim bursunu başka alanlara kaydırmak” ve daha “ana akım” bir görünüme doğru ilerlemek yönündeki stratejik hedefleri neticesinde fazlalık olarak değerlendirdiği sol görüşlü akademisyenleri hedef aldı. Benzer şekilde Goldsmiths Üniversitesi İngilizce ve Tarih bölümlerinde personeli işten çıkarmakla tehdit ediyor ve bu durum, İngiltere’de sadece bu iki bölümde var olan Siyah İngiliz Tarihi yüksek lisans programının sonlanmasına neden olabilir. Öğrencilerin tüketici olarak görüldüğü ve üniversitelerin sadece en yüksek talep gören malı tedarik etmeye çalıştığı mevcut durumda, Yönetim, İşletme ve ana akım İktisat gibi daha piyasa dostu bölümlere fon aktarmak için dünya çapındaki radikal personel ve bölümlerde daha fazla kesinti görme riskiyle karşı karşıyayız. Brezilya’da iktisat alanındaki akademik bakış açılarının çeşitliliği, hem yerel hem de küresel kökleri olan güçlü kurumsal ve siyasi baskılarla tehdit ediliyor. Hindistan’da eğitimde özelleştirmeyi teşvik etme yönündeki harekete ek olarak eleştirel eğitim merkezlerine saldırarak öğrencilerin eleştirel kavrayış ve politik bilinçlerini bastırmayı hedefleyen aktif bir girişim söz konusu. Piyasalaştırmanın eleştirel düşünme üzerindeki etkisi Şimdiye kadar özetlenen gelişmeler –piyasalaştırma, kuralsızlaştırma, güvencesizleştirme ve çalışma koşullarının kötüleşmesi– hem eleştirel düşünceye hem de eşitsizliklerin azaltılması yönündeki somut ilerlemelere karşı bir tehdit oluşturuyor. Şu anda sektörde var olan büyük eşitsizlikler ve yüksek güvencesizlik seviyeleri ile başkaldırma ve otoriteye meydan okuma riskleri daha da artıyor. Fakat bununla birlikte genç araştırmacılar akademideki katı hiyerarşileri eleştirel bir şekilde incelemek ve bunlara karşı koymak yerine uyumlanmaya güçlü bir şekilde teşvik ediliyor. Bu durum, bir akademisyenin neye benzemesi gerektiğine dair kavrayışa aykırı olan kadınlar, beyaz olmayanlar ve işçi sınıfı kökenli akademisyenler için daha da kötü sonuçlar barındırıyor. Dahası, söz konusu gelişmeler üniversitelerin sömürgesizleştirilmesini savunanlar için ciddi bir tehdit oluşturuyor. Priyamvada Gopal’ın Cambridge grev alanında yakın zamanda verdiği bir derste belirttiği gibi: “sömürgesizleştirme, piyasalaştırma ideolojilerine ve bunun sonuçlarına teslim olan bir kurumda söz konusu olamaz”. Örneğin, Birleşik Krallık’taki üniversiteyi sömürgesizleştirme hareketlerine ilham veren Güney Afrika’daki Rhodes Must Fall[1] (Rhodes Yıkılmalı) hareketine, Fees Must Fall (Harçlar Yıkılmalı) kampanyası eşlik etti. Piyasa mantığı tarafından yönlendirilen bir kurumda emperyalizme, Avrupamerkezciliğe, yapısal ırkçılığa veya cinsiyetçiliğe temelden meydan okunamaz. Dolayısıyla #FourFights eylemi işçi hakları ve eşitlikle ilgili olsa da, akademisyenler kendimizi içinde bulduğumuz yapılara meydan okumanın mümkün olduğu bir üniversite inşasını direttiği için çok daha geniş etkileri var. İklim krizi, covid pandemisi ve artan yoksulluk ve eşitsizlik gibi acil krizleri ele alacaksak, akademisyenlerin ve öğrencilerin istediğimiz toplumun nasıl olduğunu ve bunu nasıl başaracağımız hakkında eleştirel biçimde düşünebileceği güvenli ve istikrarlı alanlara ihtiyacımız var. Bu mümkün olmadığı durumda Galileolara yapılan zulüm devam edecek ve maddi üretimde atılımlar yapmamıza rağmen eleştirel ve yaratıcı bilgi üretemeyen kayıp bir nesil olacağız. Üniversiteler, öğrenciler ve personeller grev alanlarında “eppur Si muov” (Galleio’nun mezar taşında yazılı olan son sözleri: Ama Dünya dönüyor!) diye haykırıyorlar. İşverenler bu haykırışlara kulak tıkamaya çalışırken işçi sendikaları endüstriyel eylemi tırmandırıyor. Şimdi yeni bir grev başlatıyoruz çünkü işverenler işçi haklarını ve çalışma koşullarını kötüleştiriyor, ama aynı zamanda daha iyi, daha radikal ve toplumsal olarak sorumlu bir üniversitenin hem gerekli hem de mümkün olduğuna inanıyoruz. Ve akademideki bu dönüşümün doğal ve gerekli bir evrim değil, işverenler ve devlet tarafından yapılan bir dizi tercihin sonucu olduğunu vurguluyoruz. (Bu yazdı https://d-econ.org/galileo-and-neoliberal-academia-a-critical-assessment-of-uk-higher-education/?s=08 adresinden Pelin Tuştaş tarafından çevirilmiştir.) --- [1] 2015’te Cape Town Üniversitesi öğrencilerinin, emperyalist ve ırkçı iş adamı Cecil Rhodes’in okuldaki büstünün yıkılması için başlattığı hareket.