Fıtrat ile fitnat arasında
Türkiye’nin geleceğinden sorumlu olan “yurt(taş?)sever” siyasi iktidar, muhalefet ve tüm yurttaşların yaşamın her alanında sık baş vurdukları “fıtrat” veya “fitne” zihniyet ve alışkanlıklarından bir an evvel kurtulmaları gerekir.
“Akıllı cep telefonu” kullanan okuyucularım arasında “coğrafi konumunu, bulunduğu(n) yeri bildir” anlamındaki “lokasyon at” lafını, duymamış veya kullanmamış herhalde yoktur. Locus ve onun çoğulu loci lokasyonun (location) Latince karşılığı. Gerek somut/maddi, gerekse soyut/mecazi anlamda yer ve konum demek.
Bir akademik psikolog olsanız dahi locus of control terimini hiç duymamış, kullanmamış olmanız da hayli olası. 1950’lerin ortasında Ratter’in ortaya attığı ve disiplinin hemen her alt alanında yerleşmiş ve ihraç edilmiş bu kavram Türkçe’ye “kontrol odağı” olarak çevriliyor.
Elbette, fizikten siyasi analize hemen her alanda kullanılan “odak” kavramı, her ne kadar fonetik/ses olarak locus-focus, loci-foci benzeseler de, aynı şeyler değil. Ona bakacak olursanız, “hokus pokus” da çok benziyor.
Hokus pokusu duymuş, fakat hiç kullanmamış veya yapmamış olmanız da olağan. Fakat locus of control kavramı ile burada ilk kez karşılaşmış olsanız da, bugüne kadar sayısız miktarda yapmamış olarak gelmiş olmanız olanaksız.
Bu teknik kavramdan, herhangi bir olayın ortaya çıkışını veya bir olgunun sebepsel kaynağını ve sonuçlarını kontrol ettiğine inanılan güç filan anlaşılmalı. Yani siyasette çok sık duyulduğu şekilde, belirleyici ve kontrol eden “güç odağı” gibi kullanılırsa daha doğru olur.
Her Kartezyen ikicil bilim tipolojisinde olduğu gibi, bireyler, topluluklar veya toplumlar yaşamlarındaki olayların sonuçları üzerinde kendilerinin kontrol sahibi olduğuna ve bunların dış etkenlerce kontrol edildiğine inananlar şeklinde iki gruba ayrıştırılır. Analizlerde kategorik sınıflama yerine, bu karikatür tipler hiç değilse bir spektrumun iki ucu şeklinde düşünülmeli. Elbette olayların türlerine, diğer konjonktürel koşullara, inanç derecesine ve tipik davranışların tekrar tarihçesine filan da mutlaka bakılması daha yararlı olur.
Dışsal etkenlere bu gücü atfedenler “başlarına gelenlerin” hiç değilse sonuçlarını değil değiştirmek ve dönüştürmek için, biraz olsun etkileyebilecek güçleri olmadığına inananlara çoğunlukla “kaderci” denir. İşlerini şansa bırakır, kendilerini o güce (örneğin Allah’a) teslim ve emanet ederler. Böylece sorumluluk da üstlenmezler.
Elbette, özgül koşullara göre ideal kıvamı ve dengeyi tutturmak önemlidir. Yani diğer uca da aşırı kayıp, haddini bilememek de arzulanmaz. Başka bir deyişle, sağlıklı olan veya insani-toplumsal gelişme açısından beklenen, gerçek koşulları doğru analiz etmek, gerçekçi beklenti ve hedeflerini makul ölçülerde tutup, dürüstlükle çabalamaktır.
Dolayısıyla, aşırı güç, yetki, sorumluluk, vs üstlenip sürekli olarak kendini limitlerinin ötesinde ve sanrısal (adeta tanrısal) olarak etkili görmek veya suçlamak kadar, bunun tam tersi, yani kendi gücü dışında bahaneler bulmak ve başka güçleri sorumlu tutmak da ciddi bir gelişimsel sorun veya “gelişmemişlik” göstergesidir.
Elbette hayattaki olaylar tıpa tıp aynı biçimde tekerrür etmeyebilir. Fakat onlara bakış biçimi tekrarlandıkça, o bir davranış örüntüsü olarak yerleşir. Hatta kemikleşir.
Üstüne üstlük, “aynı olaylar” da tekrar tekrar yaşanıp, her seferinde “tekil veya çoğul öznelere” yeni fırsatlar sunduğu halde, bir değişiklik yapılmıyorsa eğer, ister bilimsel psikoloji, ister gündelik dilde olsun, onun adı başkadır.
Sanırım bu kısa betimlemeden sonra, insanlar artık kendileri, aileleri, kurumları, ait olduklarını hissettikleri herhangi bir grup ve tüm Türkiye toplumu için -bir Pazar ekindeki popüler psikoloji testi gibi- bunu kendileri de yapabilirler.
Bu konuda yazmak hiç aklımda yoktu. Ani bir karar değişikliği ile, çünkü daha ilk satırdayken duyduğum bir “son dakika” anonsu ile, bu konuda yazmayı seçtim.
Şimdi vereceğim şu isimleri hem hatırlamak, hem de yanlış yazmamak için kendim de internetten teyit ettim. Yani aranızdan bunları hiç duymamış olanların çıkması da son derece olağan:
Oaks, Birleşik Krallık (1866), Courrieres, Fransa (1906), Monongah, ABD (1907), Senghenydd, Birleşik Krallık (1913), Mitsubişi Hojyo, Japonya (1914), Benzihu, Çin (1942), Laobaidong, Çin (1960), Mitsui Miike, Japonya (1963), Dhori, Hindistan (1965), Wankie, Rodezya/Zimbabve (1972), Chasnala, Hindistan (1975).
Bunlar dünyanın belleğine kazınmış belli başlı faciaların yaşandığı madenlerin isimleri. Büyüklük (= ölü sayısı!) derecesi yerine, kronolojik sırada ve ülkeleriyle birlikte dizdim.
Genellikle gaz sıkışması, metan gazı/grizu patlaması, çatı çökmesi ve göçük altında kalma, karbonmonoksit zehirlenmesi, kömür tozu patlaması, madeni basan suda boğulma gibi çok acı sebeplerle olmuş. Bir tanesi de bir madencinin baget lambasındaki ampülün patlayıp sıkışmış gazı tutuşturmasıyla... Bazı madencilerin cansız bedenine bile hiç ulaşılamamış.
Tabii sağ kurtulan “hafif” veya “ağır” yaralananlar arasında iz bırakan yanıkların, ciddi beyin hasarlarının da haddi hesabı yok. Kendilerinde, hatta yakınlarında izleri kolay silinmeyen psikolojik post-travmatik etkiler ise istatistiklere bile girmiyor.
Şimdi de istatistik severler için bir de ek bilgi koyayım: Dünyadaki bir düzine büyük faciada toplam can kaybının 6 bin 811 olduğunu yazmış bir kaynak. Ve bunların 3 binden fazlası, yani yarısı, 1942’den bu yana Türkiye’de olmuş facialara ait.
Daha geçen gün, süregiden hukuksuzluk davası ile gündemden düşmemiş Soma (13 Mayıs 2014) acısı hala belleğimizde! Bu kez geriye doğru bakacak olursak; Kozlu (8 Ocak 2013), Zonguldak (17 Mayıs 2010), Mustafakemalpaşa (10 Aralık 2009), Dursunbey (2 Haziran 2006), Küre (8 Eylül 2004), Ermenek (22 Kasım 2003), Sorgun (26 Mart 1995), Kozlu (3 Mart 1992), Yeni Çeltik (7 Şubat 1990), Bartın (31 Ocak 1990), Kozlu (31 Ocak 1987), Kozlu (10 Nisan 1983), Armutçuk (7 Mart 1983) ve diğerleri…
Bu listeye bugünkü Bartın (14 Ekim 2022) faciası da girecek. Tabii ki lafı özellikle dolandırdım. Çünkü ilk andan itibaren Bartın faciası üzerine medyada bilmem kaçıncı kez tekrarlanan ve bozuk pilak gibi döndürülen cızırtılı konuşmalara tahammül etmek pek o kadar kolay değil.
Önümüzdeki bir kaç gün kim bilir daha kaç kez ve türlü yorumlarını dinleyeceğiz. “Sansür yasası” söylemleriyle kafası iyice karışmış medya, hangi feryatları ve göz yaşlarını göstereceğini, kimin demeçlerini ne kadar filitreleyeceğini filan bilemeyecek. Modern Türkiye Cumhuriyeti toplumunda her kesim, kurum ve birey bir diğerini sorumlu tutup, suçlayacak.
Kimin meseleleri ne kadar ve nasıl takip ettiği, hangi sorumlulukları üstlenip, neleri değiştirmek ve iyileştirmek için somut hangi gayretleri sarf etmiş olduğu bir kez daha ortalığa saçılacak. Devlet - özel sektör, medya - siyaset, maden mühendisliği - işletme, iş güvenliği - cehalet, iş cinayeti - iş kazası, modern - geleneksel, vb. gerilimler yeniden körüklenecek.
Maden ocaklarında yasal bir zorunluluk haline getirildiği halde neden “yaşam odaları” yapılmadığı, maskelerin kullanılmadığı, vb. sorgulanacak. Maden ocağı, hatta hastane kapılarındaki kargaşa, görev tanımları ve yetki hiyerarşilerindeki belirsizlik, vb. konuşulacak.
Ben şu satırı yazarken, madencinin en “alaylı” ve bilek gücü gibi beceriler gerektiren bir meslek insanı olduğunu savunan halktan bir bilirkişi KPSS ile mekteplilerin bu işe alındığını söyleyecek. Belki siz okurken de Ankara’dan gelen bir siyasetçi ‘madencilik aileden gelen bir “kimlik”; öleceğini bile bile yapar, zor işin fıtratında var bu’ filan diyecek.
Sanki büyük bir marifet ve en önemli ilerlemeymiş gibi ısrarla artık madencilerin bagetlerinde (yani kendileri bildiremeyecek durumda olsalar bile) “lokasyon çipleri” takıldığı vurgulanacak. Nitekim bu çiplerden alınan verilere göre önce 6 “hareketsiz baget” rapor edilecek. Bir TV kanalında ilk etapta “6 kişi yürüyerek çıktı” denilecek. Sonra birisi bunu “6 kişi çıkarıldı” diye alt yazı geçecek. Haberi oradan okuyan bir yetkili canlı yayında “o hareketsiz 6 kişi” de çıkarıldı sanacak ve “can kaybı yok” filan diyecek.
Daha sonra düzeltilen sadece “sehven” hatalar ve rakamlar olacak. Kayıp sayıları “alıştıra alıştıra” açıklanacak, saatler geçtikçe yükselecek. Başsağlığı mesajları verilecek. Kameralar ocağın girişindeki “Allah’a emanet” yazısına odaklanacak. Sonra bu pilak yine ülkenin toplumsal tarih raflarında tozlanmaya bırakılacak.
Hangi açıdan bakılacak olursa olsun, bu çok büyük acıyı biraz olsun yumuşatmak için, lafı bilerek dolandırdım ve yazının “dikkat odağını” dağıttım.. İlgiyi başlığındaki “fıtrat ve fitnat” konusuna çekeyim dedim. Fakat şimdi de bu kavramları tanımlamak yerine, sadece iki noktayı vurgulamak isterim:
Öncelikle, kültürel, toplumsal, siyasi, uluslararası karşılaştırmalı analizlerde çok sık gönderme yapılan “Doğu ve Batı” kategorilerinin belki de en ayrıştırıcı ve belirleyici göstergelerinden birisi bireysel/kolektif düzlemde “kontrol edici güç kaynağını” (locus of control) nereye koyduklarıdır.
Dolayısıyla bugün “Doğu” ve “Batı”nın neden herhangi bir coğrafyaya, özcü kültür ve milliyetçi kimlik anlayışına, siyasi rejimin biçimine, dini referansa, vb. tam olarak tekabül etmeyen etiketler olarak (zaten en başından beri öyle olduklarından da vaz geçtim!) son derece işlevsiz ve anlamsız kaldıklarını da anlamak gerekir.
Yukarıdaki özellikle tarihlere ve ülkelere dikkat çekmek için verdiğim listede, Çin, Japonya ve Hindistan gibi ülkelerin “madenciliğin fıtratında” olan faciaları önlemek için ne gibi mühendislik ve yönetsel gelişmeler gösterdiklerini, bu anlamda artık “Batılı” olduklarını da görmek gerekir.
İkinci olarak, “gelişmiş” olmak isteniyorsa eğer, Türkiye’nin geleceğinden sorumlu olan “yurt(taş?)sever” siyasi iktidar, muhalefet ve tüm yurttaşların da, yaşamın her alanında sık baş vurdukları “fıtrat” veya “fitne” zihniyet ve alışkanlıklarından bir an evvel kurtulmaları gerekir.
Kendilerine ve bu topluma daha fazla kayıplar yaşatmamak adına, “fitnat” anlayışına geçmeleri ve gerekli becerileri ivedilikle öğrenmeye başlamaları gerekir.
O halde bu yazının devamı da, ülkenin yazgısının sonu da sizlere emanet!
Yorumlar
Popüler Haberler
İstanbul'da üç eğlence merkezi kalıcı olarak kapandı
Milli Piyango sonuçları açıklandı
'Sarallar' operasyonu: Nadir Metal'in CEO'su Burak Yakın ile 'ünlülerin kebapçısı' Fikret Aydoğdu tutuklandı
TELE1, sunucusunun 'Ferdi Tayfur çıkışı' için özür diledi
Ferdi Tayfur hayatını kaybetti
Kabine kulisi: 'Yeri sağlam' görülen ve 'gidici' gözüyle bakılan isimler