Michael Fassbender'ın başrolde olduğu "The Killer", bir suikastçinin sıradışı hikayesi ile öne çıkıyor. Fassbender’ın hayat verdiği karakter, sinemanın suçlu karakter portreleri arasında dikkate değer bir yer ediniyor. Bu karakter, profesyonel bağımsızlığının zirvesinde gezinen, karmaşık bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Film, sadece aksiyon sahneleriyle değil, aynı zamanda karakter derinliği ve duygusal katmanlarıyla da dikkat çekiyor.
Karakterin kişiliğinde bir çeşit kırılganlık ve belirsizlik hissi var ve film, bu zayıflığı gün yüzüne çıkarmaya odaklanıyor gibi. Ancak planlar ters gittiğinde, katil tam bir profesyonel gibi davranarak kaçmayı ve delilleri yok etmeyi hedefliyor.
Fincher'ın dehası tam da bu noktada devreye giriyor: gizemli katilin sistematik bilgi toplama ve finaldeki çatışma yolculuğunu izlerken, belirsizlik önemini korumaya devam ediyor. Bu, sıradan bir intikam öyküsünden öte, keşfedilmemiş diyarlara açılan gizemli bir serüvenin kapılarını aralıyor. Katilin, Amazon ve dev mağazalardan silah tedarik etmesiyle birlikte, Fincher, kentsel ve banliyö mekanlarını adeta canlı ve nefes alan bir harita gibi resmediyor.
Fassbender'ın karakteri hakkında öğrendiğimiz ilginç bir ayrıntı sürekli olarak Smiths şarkılarını dinlemesi. ("How Soon Is Now", "Heaven Knows I'm Miserable Now", "This Charming Man"). Bu detay çalışma rutininin bir parçası olarak ortaya çıkıyor. Bu da ruhsuz bir katilin altında gizlenen romantik bir zekayı değil, duyguların bölümlere ayrıldığını göstererek suikastçi olmanın tek bir yolu olmadığını ortaya koyuyor.
Fincher'ın önceki çalışmalarından ayrılan ve "The Killer"I daha derin bir felsefi zemine taşıyan unsurlardan biri, Fassbender'ın performansındaki öfke dolu ve gizemli anlatım. Fassbender, şüphecilik ile insan doğasında zuhur eden kötülük tohumları arasındaki o ince çizgiyi itinayla çiziyor. Fincher’ın dahiyane kurgusu ile seslendirmeleri arasındaki zamansızlık, duyduklarımızın gördüklerimizle her zaman örtüşmediği bir atmosfer yaratıyor. Bu, "The Killer"ın ahlaki boşluğu içindeki konumumuzu daha derinlemesine anlamamıza yardımcı olurken, aynı zamanda endişe ve rahatsızlık içinde bırakarak filmin güçlenmesine hizmet eden bir unsur haline geliyor.
Başlangıçta öğrendiğimiz üzere Fassbender'ın canlandırdığı The Killer, yoga yapan ve meditasyonla uğraşan bir keskin nişancı ve nadiren değişikliklere açık. Dolayısıyla, bir başarısızlık sonrasında sakinleşmek adına The Smiths yardımına koşuyor. Bu bağlamda, The Killer, birçoğumuz gibi, The Smith’i kriz anlarında başvurulan bir yöntem haline getiriyor ve ruha adeta şoklama etkisi yapıyor.
Gizemli katil, Paris'teki görevine oldukça sakin bir başlangıç yapıyor: sessizce hedefini bekliyor. Kullanmış olduğu boş ofis katını adeta bir kontrol odası gibi düzenliyor. McDonald's'a uğramak ve arada bir esneme hareketleri yapmak gibi sıradan eylemlerine rağmen, film gri tonlardan oluşan bu kontrol odasında hayat buluyor. Paris'teki bu gizemli figür, hem telaşlı hem de zaman zaman eğlenceli, işin zorlu gereklilikleri konusunda ise oldukça ısrarcı bir monologlarla seyrine devam ediyor.
Katil, Paris'teki işinin ardından kız arkadaşının yaşadığı şiddet olayıyla yüzleşiyor. Bu noktada, filmdeki karmaşık dünya, sadece bir suikastçının profesyonel yaşamının değil, aynı zamanda kişisel dünyasının da kaotik bir çatışmaya sürüklenişini anlatıyor.
The Killer, en nihayetinde, suikastçı film türünü aşan bir hikayeye dönüşüyor. Fassbender, uluslararası bir intikam avına çıkarak, Santa Domingo'dan New Orleans ve Cleveland'a geçiyor. Bu yolculukta, suikastçinin kendi iç dünyasının yanı sıra geniş bir toplumsal ve politik bağlam da ele alınıyor.
Film, özellikle sessiz finaliyle, izleyiciyi biraz sinir bozucu bir mesafede bırakıyor. Fight Club ve Seven gibi sinema tarihinde unutulmaz iki final sahnesi yaratmış bir yönetmen için, The Killer'ın finali bir noktada hayal kırıklığı yaratıyor. David Fincher, her yeni filmiyle başyapıt beklentisi yaratan kesinlikle bir film ustası. The Killer, belki de tam anlamıyla bu beklentiyi karşılamıyor, ancak birçoğu için bu seviyede bir eser ortaya koymak kaçınılmaz bir çabanın ürünü.
Kapitalizmin dişli çarklarına gönderme yapan film (Fight Club’ı anımsatan bir ton ile), katilin yaşam tarzını da eleştiriyor. Acımasız ve empatiden uzak bir yaşam tarzı sürdüren bu karakter, aldığı her can ile kendi değerini bir anlamda doğruluyor. Bu da toplumun bir yanılsaması ve adeta yok oluşun bir reçetesi. Bununla birlikte, film, hayatın değerini ve önemini genel olarak dünyanın taşıdığı anlamdan ziyade, bireysel olarak keşfettiğimiz veya kendi gözlerimizle önemli kıldığımız şeylerde bulmamız gerektiğini savunuyor gibi görünüyor.
ü