Finansal krizlerin arkasında sanıldığı gibi finansal yapıların serbest bırakılması değil bu yapıların kontrol dışı bırakılması (deregülasyon) var. Peki finansal krizler kümülatif bir sürecin ürünü mü? Ensar Yılmaz bu sorulara cevap verdi.

Son aylarda dünya genelinde yaşanan banka iflasları finansın kırılgan ve yıkıcı doğasını ve bunu kontrol etmenin güçlüğünü tekrardan göstermesi açısından önemlidir. Bu durum dönüp dolaşıp sürekli kriz, faiz, döviz kuru ve merkez bankası konuşmamızın da temel sebebini oluşturur. İflas olaylarının daha sıcak olduğu bir dönemde bu konu hakkında bir yazı yazmak için yeterince vakit bulamadım, fakat konunun önemi dolayısıyla bunu yine de yazmak istedim.

Silicon Valley Bank (SVB) krizinin ortaya çıkmasında çok sayıda faktör etkili oldu: Birincisi, bankanın kendi risk yönetimindeki problem (aşırı düzeyde hazine kâğıdı bulundurmadan kaynaklı faiz oranı riski); ikincisi, finansal regülasyon otoritelerin yetersizliği ve ilgisizliği; üçüncüsü, reel sektörün (startup firmaların) sektörel yapısı ve mevduat sigortasını aşan mevduat tutmaları ve son olarak da makro politika başarısızlıkları (artan enflasyon). SVB olayını takip eden banka iflaslarında ise neredeyse son dönemlerde her esrarengiz finansal olayın arkasından beliren kripto işlemleri etkili oldu.

Bundan kısa bir süre önce de kripto para borsasında (FTX olayı) ciddi suistimaller ve fiyat düşüşleri yaşanmıştı. Benzer şekilde, büyük bir İsviçre bankası olan Credit Suisse’nin batması da yine risk yönetimi, denetim yetersizliği (bilanço-dışı işlemlerin varlığı) ve finansal ürün kompleksliğinden kaynaklandı. Bu sorunları çözme biçimleri de genel olarak yine merkez bankası müdahalesi (kurtarma, fon aktarmalar), diğer bankaların sorunlu bankaları satın alımını teşvik etme ve regülasyonların yardımı (mevduat sigortası gibi) şeklinde gerçekleşti.

Burada sorulması gereken sorulardan biri finansal krizlerin bir müddet soluklandıktan sonra herkesi tedirgin edecek şekilde neden sürekli kendilerini hatırlattıklarıdır? Diğer bir soru, regülasyon otoriteleri ve politika yapıcılarının neden gelmekte olanı görmedikleri ve sürekli şaşırma hâlinde olduklarıdır?

Finansal krizler tarihsel olarak hep var oldular. Piyasaların çok yaygın olmadığı dönemlerde dahi finansal krizler, çok sıklıkla olmasa da meydana geldiler. Bunu, 1. yüzyılda Roma İmparatorluğu’nda gerçekleşen borç krizinden başlatabiliriz. Modern kapitalizmin İngiltere’de gelişmeye başlaması ile birlikte krizler artık iktisadi sistemin kaçınılmaz bir parçasına dönüştüler.  Finansal krizler ekonomik sistemin normal fonksiyonlarını ortadan kaldırarak işlemez hâle getirmektedir.

Krizleri ortadan kaldırmak için devreye sokulan tüm regülasyonlar ve önlemler bunu sadece biraz geciktirme işlevi görmekte. Kapitalist yapı krizlerden yeniden doğuyor ve kendini tekrar ediyor. Yani benzer iktisadi aktörler krizlerle karşılaştıklarında geri çekilmekte ama elverişli ortamı bulduklarında araçlarını değiştirerek tekrardan sahaya inmektedirler. Leon Trotsky’in dediği gibi, “kapitalizm, aynen insanın nefes alıp vermesi gibi, krizler ve ekonomik büyümeler ile yaşar”.

Finansal krizler aynı zamanda iktisat teorisi için de bir stres testidir. Eğer iktisat teorisi krizleri genel hatları ile öngöremiyor veya bunu yaratan temel problem alanlarını dikkate almıyorsa, ekonominin temel mekanizmalarının da iyi anlaşılmadığını gösterir. Başka bir deyişle, krizleri anlamamak kriz olmayan dönemlerin de dinamiğinin anlaşılmadığını gösterir çünkü krizler kazara veya rastlantısal değil, birikimle ortaya çıkarlar. Bu yanıyla, krizler küçük ve rastlantısal bir hata terimi değil, yanlı, sistemik ve büyük boyutlu bir nitelik taşır. Çoğu iktisatçı krizlerin bu sistemik karakterini ihmal etmekte ve daha çok siyah kuğu ve dışsal gibi görme eğilimi göstermektedir. Fakat buna rağmen iktisatçılar arasında krizlerin artan frekansı ve etki alanından dolayı, onları yapısal, endojen, yaygın etkileri olan olgular ve bir ölçüye kadar da öngörülebilir süreçler olarak görme eğilimi artmaktadır.

Krizleri harekete geçiren/tetikleyen farklı mekanizmalar söz konusu olabilir. Bunlar kredi genişlemesi, sermaye akımları, gelir dağılımında bozukluk, düşen kârlar, davranışsal eğilimler, deregülatif uygulamalar, teknolojik veya finansal inovasyonlar olabilir. Fakat diğer birçok şeyde olduğu gibi, krizleri de ancak ortaya çıktıktan sonra anlamaya çalışıyoruz. Yani her krizin farklı sebepleri olabilir. Okuduğum bir yazıda belirtildiği gibi, “dinozorların ortadan kalktığına dair hipotez ile posta güvercinlerinin ortadan kalkması farklı hipotezleri gerektirir”.

Her durumun da yakın ve uzak sebepleri vardır. Bir açıklamada yakın sebep diğerinde uzak sebep olabilir. Bu yüzden her açıklama gerçeğin ancak bir tarafını yakalayabilir. Açıklama gücü de krizin niteliğine bağlı olarak krizden krize değişir. Her seferinde bu sefer farklı denebilir. Fakat bunlara rağmen, yani finansal krizler farklı kanallar üzerinden ortaya çıksalar da, temelde finansın tahrik ettiği işlemlerin sonucunda gelişen mekanizmalar olduğunu düşünüyorum.  Bu da piyasa ekonomilerinin kredi ve borcun üstlendiği rolü ve bunun etrafında gelişen güç ilişkilerini anlamaktan geçiyor.

Finans sadece firmaların değil devletlerin de zihin setini değiştirdi. Politika yapıcılar daha fazla para politikası ve sıkı mali politikalarına başvurur oldular. Finansal ve parasal istikrar daha önemli bir kritere dönüştü.

Oysa iktisat bilimi kendini bu anlamıyla finanstan da uzaklaştırmış durumdadır. Aslında birçok açıdan gelişimine imkân verdiği bir olguyu (finansallaşma) görmeme eğilimi içindedir. Bugünün ekonomisini finansın temel dinamiklerini ve etkilerini dikkate almadan anlamanın çok sınırlı kalacağını düşünüyorum. İktisatçılar finansı küçümseyerek bir kenara koymaktadır. Bunun doğru olmadığını, finansın bir al-satın ötesinde borç, gelir dağılımı, krizler, balonlar, sermaye akımları, riskin genele yayılması, zengin olma motivasyonu, reel firmaların finansa bulaşmış olmaları ve merkez bankalarının bu kadar öne çıkmaları gibi çok sayıda durumu etkilediğini söylemek gerekir. Çoğu zaman bunlar dikkate alınmadan sadece seyretmekle yetinilmektedir.

Krizlerin en önemli ortak özelliği borçluluktur, yani borçsuz krizin olmadığını söyleyebiliriz. Tarihte ulusal ve uluslararası kriz örnekleri borcun tehlikelerini daha fazla görmemize imkân vermekte. Bu tehlikelerin boyutu kimin borçlu olduğu (firmalar, bankalar, hanehâlkları ve devlet), borcun vadesinin ne olduğu (kısa-uzun dönem), borcun tipi (kredi veya tahvil) ve borcun hangi para ile yapıldığına bağlı olarak (yerli-yabancı) değişmektedir.

Birçok ülkede, bu borçlanma türlerinin, farklı kombinasyonlarda öne çıktığını gözlemliyoruz. Bir ülkede, kamu borcu büyük bir problem iken, diğer bir ülkede özel şirketler, kısa dönemli, ya da yabancı para ile borçlanmanın daha fazla problem sebebi olduğunu gözlemliyoruz. Günümüzde aşırı borçlanmanın artan finansallaşma, bozulan gelir dağılımı ve hızlanan sermaye hareketlerinin olduğu bir dönemde gerçekleşiyor olması, borç olgusunu daha iyi anlamamız gerektiğini gösteriyor. 2007-8 global krizi bize ana akım iktisadi modellerin borcun ne kadar naif algılandığını göstermesi açısından oldukça faydalı oldu. Borcun ifade edildiği gibi sıfır-toplamlı bir oyun olmadığını ve krizlerin kaynağı olmanın ötesinde onları derinleştiren ve geri dönüşü zorlaştıran bir unsur olduğunu gösterdi.

FİNANSALLAŞMA

1970’lerin başında meydana gelen petrol krizinin öngörülmeyen sonuçlarından biri hızlanan finansallaşma süreci oldu. Petrol üreten ülkelerin artan petrol fiyatlarından dolayı elde ettikleri aşırı kazançlar ABD ve Avrupa bankalarına aktı. Petro-dolar dediğimiz bu paralar batılı bankaların kredi imkanlarını genişletti. Fonların çoğu yerel aktörlerden çok uluslararası alanlara yöneldi. Bu düzeyde yüksek fonlama dünya ekonomisinin finansal çehresini değiştirdi. Artan uluslararası ticaret hacmi ile birlikte artan sermaye akımları liberal düşüncelerin de daha fazla yayılmasına yol açtı.

Bu şekilde 1980’lerden itibaren finansal aktör ve piyasaların nüfuz alanı sürekli genişledi. Bunun etkilerini birçok alanda görebiliyoruz. Bunlardan biri, finans ve benzer sektörlerin (sigorta ve gayrimenkul gibi) milli gelir içindeki payının sürekli artış eğilimi göstermesidir. İkincisi, reel firmaların eskisine oranla karlarının önemli bir kısmını finansal faaliyetlerinden sağlamaya başlamalarıdır. Üçüncüsü, finansın kendi otonom alanını genişletmesidir.

Yüksek faiz aynı zamanda finansal sektörün de karlarının artmasını sağladı. Neoliberalizmin şahlandığı dönemde R. Reagan ve M. Thatcher ile birlikte ortaya çıkan politik tercihlerin bir sonucu olarak finansal alan deregüle edildi.

Böylece finans reel ekonomiden bağımsız, kendi çıkarı ile hareket eden bir sektöre dönüştü (riskli finansal ürünlerin artış hızı ve çeşitlenmesi). Bu durum aynı zamanda daha fazla finansal krizlerle karşılaşmamıza da neden oluyor. Son olarak, finansın uzamı genişledi, yani finans neredeyse tüm iktisadi aktörlerin hem fiili hem zihinsel alanını işgal etmeye başladı. Artan finansal motivasyon bilgi teknolojileri yoluyla toplumun her alanına nüfuz etmiş durumdadır.  Bu da sermaye birikim süreçlerinin ticaret ve üretimden finansal alanlara doğru hızlıca yönelmesine neden olmaktadır.

Diğer yandan, finans sadece firmaların değil devletlerin de zihin setini değiştirdi. Politika yapıcılar daha fazla para politikası ve sıkı mali politikalarına başvurur oldular. Finansal ve parasal istikrar daha önemli bir kritere dönüştü. Bu da merkez bankalarını daha fazla öne çıkardı. Doğal olarak, faiz oranı da kritik bir değişkene dönüştü. Özellikle 1970’lerin sonunda ortaya çıkan yüksek enflasyonun yüksek faizlerle kontrol altına alınması önemli bir dönüm noktası oldu (Volcker şoku).

Yüksek faiz aynı zamanda finansal sektörün de karlarının artmasını sağladı. Yine bu dönemde R. Reagan ve M. Thatcher ile birlikte ortaya çıkan politik tercihlerin bir sonucu olarak finansal alan deregüle edildi. Bu şekilde devletin regülatif fonksiyonları tek tek dilimlendi, ortadan kaldırıldı. Bu da büyük oranda piyasaların kendi kendilerini düzenledikleri varsayımına dayandırıldı. Ve tüm bunlara karlardaki düşme ve emeğin azalan gücü de eklenince finansallaşma reel firmaların da içine dahil olduğu bir yapı olarak ortaya çıktı ve gelişti.

Bu finansallaşma zemini üzerinden zamanla ortaya çıkan en kritik finansal inovasyonlardan biri türev ürünlerdir. Credit Suisse’in batmasında da bu kompleks türev ürünleri etkili oldu. Bu yanıyla, bu olay da 2007-8 global kriz döneminde olduğu gibi, riskin nerede başlayıp nerede bittiğini öngöremediğimiz sayısız türev ürünlerin neden olduğu olayların bir replikasından ibarettir. Türev ürünlerin çeşitleri ve hacmi her geçen gün artmaktadır. Türev ürün sayısını hesaplamak oldukça zor ve hacmi de yaklaşık 600 trilyon dolara ulaşmış durumdadır. Türev ürünler bize finansın büyüme limitinin olmadığını göstermektedir.

Türev ürünlerin ekonomileri spekülatif, istikrarsız ve krizlere açık hâle getirdikleri çok açık. Bu anlamda üç önemli etkileri vardır. Birincisi, türevler spekülasyon yapmayı ucuz hâle getirirler. Ucuz olması çok kişinin bu hengameye dâhil olmasını kolaylaştırır. Bu, riskli işlem miktarını artırdığı gibi, etki alanını genişleterek sistemik riski artırır. Türevler bu anlamıyla kolektif düzeyde tolere edilebilir riskin çok ötesine geçilmesine ve olması gerekenden daha fazla işlem hacminin gerçekleşmesine neden olurlar. İkincisi, artan komplekslik düzeyleri riskin fiyatlandırılmasını güçleştirir, ciddi düzeyde bilgi problemlerinin oluşmasına neden olurlar.

Aslında piyasayı işler hâle getiren şey bu anlamıyla kamusal regülasyondur, piyasanın kendisi değildir. Diğer bir deyişle, kapitalizmi sürdürebilir hâle getiren devletin kendisidir.

Örneğin, kompleks ürünler oldukları için şirket bilançoların izlenmesini zorlaştırırlar ve bu yüzden firmaların aldığı riskler takip edilemez hâle gelir.  Bu anlamda, türev ürünlerin imkân verdiği bilanço-dışı varlıkların ortaya çıkması bilançoda görünen risk ile gerçek riski farklılaştırır. Bu yüzden, regülasyon otoriteleri finansal firmaların aldıkları riskleri gecikmeli bir şekilde ancak izleyebilirler ve bu da önlem almayı geciktirir.

Credit Suisse batmasında da benzer bir durumu gördük, farklı türev ürünler riskin hafife alınmasını sağladı (bunda “toplam getiri takası” (TRS) denen taraflar arasında gelir takasına imkân veren bir türev ürün çok etkili oldu). Üçüncüsü, bilançoları muğlak hâle getirdikleri için suistimaller, yasa-dışı uygulamalara da imkân verirler. Bir takım kozmetik uygulamalarla riskler saklanır. 2000’li yıllarda Barings Bank and Enron olaylarında da görüldüğü gibi, türev ürünler vasıtasıyla resmi şirket kayıtları gerçek durumu yansıtmıyordu. Yunanistan’ın türev ürünler vasıtasıyla bütçe açığını düşük göstermesi de bunlardan biridir. En son türev ürünler kullanılarak finansal skandal sayılabilecek bir durum dünyanın önde gelen kripto borsası FTX’de de yaşandı.

REGÜLASYON VE FİİLİ MÜDAHALELER

Yukarıda da ifade ettiğim gibi, finansın çalışma mekanizması birçok sorunu kendi içinde barındırır. Bu yüzden, diğer sektörlerden daha fazla regülasyon ve müdahaleye tabidirler. Bunlar da genelde finansal aktörlerin risklerini azaltmayı amaçlayan rasyo kısıtları (sermaye yeterlilik oranı gibi); buna uyup uymadıklarını görmek için sürekli bilanço denetimi; kriz dönemlerinde olası negatif dışsallıkları azaltmak için düzenlemeler (mevduat sigortası gibi); ve likit fon ihtiyacı/ kurtarma operasyonları için merkez bankalarınca yapılan müdahalelerdir.

Finansal piyasaların kendiliğinden iyi çalıştığını düşünenler regülasyonlar yokmuş gibi düşünme eğilimi gösterirler. Örneğin, banka hücumlarını engellemek için konan mevduat sigortasının etkileri görmezden gelinir. Oysa herkes parasını önce çekmek istediğinde, yani bankalara hücum ettiğinde bankaların nasıl iflas ettiğini biliyoruz. Bugün banka hücumlarının geçmişe göre daha az sıklıkla yaşanmasını bu düzenlemeye borçluyuz.

Aslında piyasayı işler hâle getiren şey bu anlamıyla kamusal regülasyondur, piyasanın kendisi değildir. Diğer bir deyişle, kapitalizmi sürdürebilir hâle getiren devletin kendisidir. Bu düzenlemeye rağmen oluşan yaygın korkular, yani nakit ve sıcak paranın sunduğu güven etkisini regülasyonun güvencesine tercih edildiğinde, 2008 krizi sonrasında olduğu gibi ABD’de çok sayıda bankanın batması veya insanların İngiliz Northern Rock Bankası’nın önünde yığılması şeklinde ortaya çıkar.

Dünya genelinde finansal regülasyonlar Büyük Bunalım sonrası 1930’larda başlayan, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra ve 1970’lerin ortasına kadar yaygın bir şekilde finansal aktörlerin davranışlarını törpülemek üzerine kurgulandı. Bu yüzden, bu dönem aralığında (1945-1980) kriz sayısı çok fazla değildir. Bu dönemde, banka faizleri sınırlandırıldı, ticari-yatırım banka ayrımı yapıldı, mevduat sigortası gelişti, sermaye akımları sınırlandırıldı (Bretton Woods anlaşması) gibi.

Fakat 1980’lerden sonra regülasyonlar azaltıldığı gibi, piyasa-uyumlu hâle de getirildi. Yani finansal aktörleri sınırlandırmaktan çok onlara kendi faaliyet alanlarını genişletme ve yaymaları için yasal alanlar yaratıldı. Yukarıda da ifade ettiğim gibi, finansallaşma süreci bu zemin üzerinden gelişti.

Finansal regülasyonlar neden krizleri önlemekte çok başarılı değiller sorusu kritik önemde bir sorudur. Bence bunun temel bir kaç nedeni var: (i) finansal sistemin doğasıdır. Finansal süreçler kümülatif süreçlerdir. Birbirini yukarı veya aşağı doğru çeken mekanizmalar içerirler. Fazlasıyla genişleme ve daralma eğilimi gösterirler. Bugünün genişlemesi yarının daha fazla genişlemesine neden olur.

Dolayısıyla, sistemik risk biriktirirler. Bunun regülasyonlar tarafından önlenmesi çok zordur. Regülasyon özü itibariyle bireysel kurumların davranışlarına dönüktür, sistemik riski önlemede çok başarılı değillerdir.  (ii) konjonktürel olarak risk algısının değişiyor olmasıdır. Bu hem finansal aktörler hem de regülatörler açısından geçerlidir. Genişleme dönemlerinde finansal aktörler risk marjlarını düşürürken, regülatörler de bir esneme/duyarsızlık eğilimine kapılırlar. (iii) finansal inovasyonla birlikte finansal ürün kompleksliğinin artıyor olması riskin düzeyini ve finansal ürünler arasındaki korelasyonu artırmaktadır. Bu da regülatif denetimi ve müdahaleyi zorlaştırmaktadır. (iv) yukarıda da ifade ettiğim gibi finansın suiistimale sürekli açık bir alan olmasıdır. Özellikle, finansal varlıkların fiziksel olmayan yapısı, finansal işlemlerin açık olmayan doğası, büyük paraların küçük çabalarla kazanılması ve kazanma hırsı insanları/kurumları daha kolay bir şekilde yasal ve ahlaki olmayan bir motivasyona sürekler. Bu da regülasyonları aşma, ihlal etme dürtüsü yaratır. Ve son olarak (v) regülasyonun politik bir güç ilişkileri alanı olmasıdır. Finans-siyaset ilişkisi regülasyon kapsamını ve içeriğini belirler.

Dolayısıyla regülasyonların fiili etki alan zayıflar. Finansın politik etki alanın genişliyor olmasının temelde eşitsizliğin derinleşmesi ile oldukça güçlü bir bağı vardır; sendikaların zayıflaması, siyasi partilerin ve medyanın finans sermayesi ile kurdukları ilişkiler bu gelişmede oldukça etkilidir.  Yakın bir dönem olması açısından, örneğin global kriz sonrasında ortaya çıkan Dodd-Frank yasası Trump döneminde bazı finans çevrelerin girişimi ile regülasyonlar esnetildi ve kapsam dışı bırakıldılar. SVB de bunlardan biriydi.

Regülasyon otoritesi ve banka ilişkisi bir “tez-antitez-geçici sentez” ilişkisidir. Her regülasyona (tez) karşı banka bir karşı hamlede (antitez) bulunur ve bu durum birbirini kollayarak ve örtük bir anlaşma içinde (geçici sentez) bir müddet devam eder. Bu, sonu bitmeyen bir kaçış-kovalamaca hikayesidir. Bu anlamıyla, finansal yapı kararlı bir bünyeye sahip olmayan sürekli mutasyon geçiren biyolojik bir bünyeyi andırır.

Bu bünye regülasyondan kaçıp sürekli etkileme uzamını yayma eğilimi gösterir. Bunu bilanço veya bilanço-dışı faaliyetlerinde, finansal inovasyonda, tezgâh-üstü piyasaların hızlı gelişmesinde veya gölge bankacılığın gelişiminde de net bir şekilde görürüz. Hatta finansçıların kripto paraların merkezi olmamasına bu kadar değer biçmelerinde de bunun olduğunu düşünüyorum. Fakat bu merkezi olmama ve regülasyondan kaçınma eğilimi, yukarıda da ifade ettiğim gibi, sistemik riski artırarak kalıcı tahribatlar yaratır.

Finansal sorunların bazılarını regülasyonlarla çözmek gerçekten zordur. Sorun bellidir ama çözümü de sanıldığı kadar kolay değildir. Örneğin, son banka krizlerinde de (SBV ve Credit Suisse olaylarında) çok sıkça ifade edilen “batmasına izin verilmeyecek kadar büyük” durumu bunlardan biridir. Yani bir banka o kadar büyük ki kurtarılması gerekir, aksi takdirde tüm sistemi zincirleme olarak aşağı çekebilir.

Genel olarak şunu söyleyebiliriz, ne zaman finansal piyasalara bir şey olsa merkez bankaları müdahale ederler. Hatta bu durum Fed başkanı Alan Greenspan döneminde (1987 ve 2001 krizlerinde) ve 2008 krizlerindeki müdahalelerinden dolayı, türev piyasalarından (put opsiyonu) esinlenerek “Greenspan put” olarak nitelendirildi. Yani bankaların finansal varlıkları düştüğünde Fed hemen satın alma opsiyonunu kullanıyor ve aktörleri kurtarmaya yönelik hareket ediyordu. Bu yüzden, nasıl olsa Fed kurtarır gibi bir algı yerleşmiş durumdadır.

Finansın bu kadar büyümesi merkez bankalarının da işlevini etkilemekte ve onları finansal piyasaların tercihlerini daha fazla önemser hâle getirmektedir. Fakat merkez bankalarının bu tavrı, yukarıda da ifade ettiğim gibi bankaların aşırı risk alma eğilimine artırmaktadır. Bu yanıyla, her kurtarma vakası bir sonraki batmanın habercisidir. Merkez bankası regülasyon radarından her daim kaçan finansal aktörleri her seferinde bir daha ve farklı isimler altında yeniden kurtarır. Kurtarma eylemi riski teskin etmektir, risk ortadan kaybolmaz çünkü sisteme içkindir.

Dünya genelinde çok sayıda ülkede en büyük 4-5 banka hem mevduat hem de kredi piyasalarını kontrol eder. Hatta uluslararası büyük bankaların büyüklüğü bunun da çok ötesindedir. Burada şunu ifade etmek gerekir, finansal sistemin istikrarlı olması rekabetçi olmasına göre daha fazla tercih edilen bir durumdur. Rekabet finansal piyasalarda sonuçları itibariyle daha tahrip edici olabilir. Yani bankaların büyük olması bu anlamda tercih edilen bir durumdur.

Fakat bu durum iktisatçıların “ahlaki risk” dedikleri bir durumun ortaya çıkmasını da kolaylaştırır. Yani hem mevduat sigortası hem de kamunun kurtarma eğilimi bankacıların daha fazla risk almasına neden olur. Özetlersem, finansal alanda rekabet her zaman iyi değildir, fakat bu durum bankaların çok büyümesine imkân verdiği için de sistemik alanın büyümesine yol açar. Devletler bu problemi kısmen “kurgusal belirsizlik” (constructive ambiguity) yaklaşımı --hangi bankanın kurtarılacağını önceden ilan etmemek ve bunu duruma göre belirlemek—ile çözmeye çalışırlar.

Böylece bilinçli bir belirsizlik yaratılarak bankanın ahlaki risk eğilimi (risk alma motivasyonu) azaltılmaya çalışılır. Fakat yine de fiili durum bunu dayatır,  bankalar o kadar büyük ki kamu otoritesi eninde sonunda kurtarmak zorunda kalır. Lehman Brothers olayında ABD hükümeti tercihini kurtarma yönünde kullanmadı, fakat bunun sirayet etkisi tüm finansal sistemi kötü etkiledi.

Benim bu tür durumlarda temel önerim, kamunun finansın içinde regülasyon ile birlikte fiili olarak da daha fazla yer alması gerektiğidir. Yani kamunun hem yapı hem aktör olarak kendini finansta daha fazla konumlandırması gerekir. Elbette risk alımını ciddi anlamda önleyen, sürekli denetim altında ve değişen davranışsal eğilimleri takip eden bir regülasyon olmalıdır. Hatta her finansal ürün kamu denetiminden geçmelidir, aynen yeni ilaçlar gibi, etki potansiyeli analiz edilmelidir. Fakat bu yeterli değildir, kamu fiili olarak finansta yer almalıdır, kamu bankaların sayısı ve alanı daha da genişlemelidir.

Bu sadece finansal hizmetin doğru ve uygun alanlara kaymasına yardımcı olmayacaktır, aynı zamanda rekabet içinde olduğu özel bankaların da risk davranışını, fiyatlarını (faiz oranları) da fiili olarak kontrol altına almış olacaktır. Bunun özel bankalar için de iyi olacağı açık, onlar için de konjonktürel risk dalgalanması daha ılıman olacaktır.

Bu son olayların da gösterdiği gibi, finansın mantığı büyük oranda “yıkıcı yaratıcılık” üzerine kuruludur. Bunca finansal inovasyonun ve bunca zihinsel emeğin neden olduğu sadece risk dağıtımı ve reel firmalara finansman sağlamak değildir. Finansal firmalar büyük oranda kendi riskli işlemlerini finanse etmektedirler. Risk dağıttığı ifade edilen türev piyasalarda (emtialar dahil) sözleşmeye konu olan malların sadece %5’i el değiştirmektedir.

Bu yanıyla, finans istikrar yaratmadığı gibi, bunun kümülatif bir değeri de yoktur. Keynes’in kendi döneminde dahi finansın kumara çok yatkın olduğunu belirtmesi oldukça önemlidir. Ben de buna, şu cümle ile katkıda bulunmak isterim, finans bir müddet sonra sadece yarattığı negatif dışsallıklardan dolayı değil, kendisinin de sonunu hazırlayan kötücül Yunan Tanrısı Ares’tir.