Bin dokuz yüz kırk sekiz Arap-İsrail savaşı neticesinde İsrail’in kontrolü altına giren Filistin topraklarından yüzbinlerce Filistinli Gazze Şeridi ve Batı Şeria ile Lübnan, Suriye ve Ürdün’e ve diğer Arap ülkelerine göç etti/etmek zorunda kaldı. Varlıklı toprak sahipleri ve tüccarlar göç ettikleri yerlerde tekrar hayatlarını kurabildiler. Ancak topraksız köylüler, işçiler ve küçük esnaf sahipleri ya derme çatma kurulan mülteci kamplarında diğer Arap ülkelerinin, Kızıl Haç teşkilatının veya Birleşmiş Milletler (BM)’in sağlayacağı yardımlara bağımlı yaşamaya mahkum oldu ya da bu ülkelerin ucuz işçi gücü haline geldiler. Takip eden on yıllar boyunca Filistinli mültecileri zorlu günler bekliyordu. Ürdün’ün vatandaşlık vermesi, Mısır ve Suriye’nin ise kendi vatandaşlarına tanıdığı hakları tanıması ile Filistinlilerin yaşam şartları bu ülkelerde bir nebze de olsa iyileşti. Ancak ülke içindeki hassas mezhepsel dengenin bozulmasından endişe edilen Lübnan’da Filistinli mülteciler çok daha kötü koşullarda yaşamaya devam etti. Lübnan’a yerleşen Filistinlilerin çok azı vatandaşlık alabildi. Geri kalanı geçici yerleşimci statüsünde tutuldu. Bu statüde ise hemen hemen hiçbir yasal hak sahibi olamadılar. Lübnan’daki mülteci kamplarının hali de perişandı. Mesela, Filistinli mülteciler 1960lı yılların sonuna kadar mülteci kamplarında derme çatma yapılarda veya çadırlarda yaşamak zorunda kaldı. Ancak bu tarihten sonra mülteciler için teneke çatılı betonarme evler yapılmaya başlandı. 1971 yılında bu evlerin yaklaşık yüzde 90’ı 80 metre kareden daha küçüktü, her odada ortalama 3.5 kişi, her evde ortalama 6.7 kişi yaşıyordu. Ayrıca mülteci kamplarındaki evlerin yaklaşık yüzde 90’ının tuvaleti, yüzde 60’ının akan suyu yoktu. Kampların çoğunda çöpler toplanmıyordu ve kanalizasyon sistemi de kurulmamıştı. Ancak 1970’li yılların ortalarından itibaren Lübnan’daki mülteci kamplarındaki yaşam koşulları daha da iyileştirilmeye başlayacaktı. Bu haliyle de bu kamplar Filistin direnişinin yatağı/kaynağı haline geldi. Kendi topraklarında bir Yahudi devletinin kurulması fikrine ve projesine aslında Filistinliler en başından itibaren direniş gösterdi. Yahudilerin hemen hemen her göze çarpan girişimine karşı gösteriler düzenlediler, hükümete protesto-dilekçeleri yolladılar, hatta Yahudi yerleşimcilere saldırdılar. Manda döneminde ise artık sokağa yayılan şiddet artarak devam etti. 1920, 1921, 1928, 1929, 1933, 1936-1939 ve 1945-1948 yıllarında geniş çaplı ve yüksek katılımlı protestolar ve isyanlar oldu. Öyle ki bu protesto ve isyanlar İngiltere’nin Filistin’e Yahudi göçünü kısıtlama kararı aldırdı. Yahudi yerleşimciler ise, artan şiddete karşı kendi kendilerini savunma amacıyla kurdukları öz savunma örgütleri zamanla İsrail Ordusu’nun çekirdeğini oluşturacaktı. Bu uzun süreçte elbette topraklarını fahiş fiyatlar karşılığında Yahudilere satanlar da oldu. Ancak neticede Yahudilerin büyük çaplı toprak satın alabildiğini iddia etmek çok zordur. 1947 BM Bölünme Planı’na göre Arap devletine ayrılan kısımda Araplar toplam toprakların yüzde 77’sinin sahibi iken, Yahudiler sadece yüzde 0.84’üne sahipti. Yahudi devletine ayrılan kısımda ise Araplar toprakların yüzde 24’üne sahipken, Yahudiler sadece yüzde 9’una sahipti. Yahudilerin satın aldıkları bütün toprakların yüzde 60’a yakınının önceki sahipleri toprağında yaşamayan ve toprağını fakir köylülere kiraya vererek geçinen, Albert Hourani’nin ‘şehirli ileri gelenler (urban notables) dediği büyük toprak sahipleriydi. Bu tarımla uğraşmayan ve servetini büyük oranda bölgeye hakim devletle işbirliği yaparak geçinen kesimden satın alınan topraklar içinde en çarpıcı olanı Emir veya Cizril vadisi satışıydı. 1948 yılına kadar Yahudilerin aldığı bütün toprakların yüzde 22’sini bu tek satış oluşturacaktı ve satışı yapan aile de Sursock ailesiydi. Sursock ailesi ise, Filistinli bile değildi. Yunan Ortodoks Kilisesine mensup, Beyrut’un varlıklı bir ailesiydi ve vadiyi 1870’li yıllardan başlayarak Osmanlı devletinden satın almıştı. Ancak neticede Filistin’in sahibinin kim olacağını yasal yollardan da olsa yapılan toprak satışları değil, savaş meydanı belirlerdi. 1948 savaşından sonra Yahudi devleti Filistin’in yüzde 77’sinin sahibiydi. Takip edilen yıllarda yapılan savaş meydanında edinilen toprakların yasal düzenlemelerle sahiplerinin değiştirilmesiydi. Filistinlilerin terketmek zorunda kaldıkları topraklar İsrail devleti tarafından sahiplenildi ve Yahudi yerleşimcilerine açıldı. 1949 yılının Temmuz ayında İsrail’in ilk Başbakanı David Ben-Gurion bir proje başlattı: bütün yerleşim yerlerine, dağlara, vadilere, pınarlara, yollara … İbranice isimler verilecekti. Proje 1951 yılında tamamlandı ve böyle Filistinlilerin hafızası tamamen silinecekti (memoricide). Ancak Filistin direnişi devam etti. 1948 savaşı biter bitmez toprakların ve evlerinden göçe zorlanan bir çok Filistinli geri dönmeye çalıştı. İsrail bu geri dönüşleri engellemek için askeri güç kullanmak zorunda kaldı. Binlerce Filistin köylüsü İsrail askerleri tarafından öldürüldü. Zamanla Filistinliler özellikle sınır bölgelerine yakın İsrail yerleşim yerlerine yağmalama amaçlı saldırılar düzenlemeye başladılar. Gaza ve Batı Şeria’yı kontrolü altında tutan Mısır ve Ürdün de Filistinli mültecileri bu doğrultuda teşvik etti, hatta eğitim verdi. Efsanevi Filistinli ‘fedai’  karakteri bu süreçte doğdu.* Fedai saldırıları büyük oranda birbirinden bağımsız saldırılardı. Herhangi bir nihai politik ve milli gaye güdülmüyordu. İntikam ve/veya mülteci kamplarındaki zor hayat koşulları ve yoksulluk harekete geçiren temel etkenlerdi. Bu tür bir direnişin etkin ve uzun süreli olması pek mümkün değildi. Her şeyden önce İsrail bu saldırıları karşılıksız bırakmadı. İsrail hem sınır ötesi askeri operasyonlar yaptı, hem de İsrail’e girmeye çalışan mültecilere karşı şiddete başvurdu. Neticede binlerce Filistinli mülteci öldürüldü. Ek olarak fedai saldırıları mülteci kamplarının bulunduğu Arap devletleri için de sorundu. Zira İsrail’le bir savaşa sebep olabilirdi. Nitekim İsrail’in 1956 yılında Gaza’ya düzenlediği bir operasyonda sadece Filistinli mülteci öldürülmedi, kırka yakın Mısırlı asker de öldürüldü. Ancak bu resim değişecekti. Zira aynı dönemde civar Arap ülkelerinde eğitimlerini alan ve Filistin Felaketini bizatihi yaşayarak tecrübe eden veya bizatihi yaşayanlardan öğrenen yeni bir Filistinli nesil yetişiyordu. Pan-Arap milliyetçiliği ve seküler eşitlikçi ideolojileri benimseyen bu nesil altmışlı yıllardan itibaren İsrail’e karşı direnişin öncülüğünü, hem de daha örgütlü olarak yapmaya başladı. Filistin direnişinin liderliğini üstlenip, takip eden onyıllarda sürdürecek en önemli örgüt 1959 yılında Kuveyt’te kuruldu: Harekat el-Tahrir el-Vatani el-Filistini (Filistin Vatanının Kurtuluşu Hareketi). Örgütün Arapça isminin baş harflerinin, H-T-F, tersten sıralanması ile de örgütün en bilinen adı icat edildi: Fatah veya Türkçe’deki adıyla Fetih. Liderliğini Yaser Arafat’ın yaptığı örgüt kurulduktan sonra özellikle Filistin mülteci kamplarındaki varlığını güçlendirmeye, finansal kaynaklarını artırmaya ve silah temini için çalıştı. İsrail içindeki ilk silahlı eylemini kurulduktan altı yıl sonra 1965 yılında yapan Fetih, takip eden iki buçuk yıl boyunca İsrail içinde 175 saldırıyı üstlendi. İsrail’e karşı silahlı ve örgütlü bir direniş yürütmek için Fetih’in haricinde başka Filistin örgütleri de kuruldu. Kararlı, örgütlü ve bağımsız bir Filistin direniş hareketinin doğuşu ve gelişiminden bağımlı veya bağımsız olarak, 1964 yılının Ocak ayında o zamanın Arap Birliği’ni oluşturan 13 Arap ülkesinin kral ve devlet başkanları kendi aralarındaki sorunlara çözüm bulmak ve İsrail’in saldırganlığına karşı karşı ortak stratejiler geliştirmek üzere Kahire’de toplandı. Toplantıda Filistinlileri Arap Birliği’nde temsil edecek bir yapının kurulmasına karar verildi. Bu karardan yaklaşık altı ay sonra Munazzamat el-Tahrir el-Filistiniyye (Filistin Kurtuluş Örgütü - FKÖ) kuruldu ve eski bir diplomat Ahmet Şukeyri başkan olarak seçildi. Örgütün ayrıca askeri bir kolu olacaktı. Ancak bu ordu bağımsız bir ordu olmayacak, varolan Arap ordularının parçası olacaktı. Bu haliyle de FKÖ’nün Filistin direnişini civar Arap devletlerinin jeo-stratejik amaçlarından bağımsız sürdürebilmesi söz konusu olamazdı. Ancak 1967 İsrail-Arap Savaşı’nda Arap devletlerinin İsrail karşısında bozguna uğraması ile yeni bir dönem başladı. Nitekim bu bozgundan iki yıl sonra Fetih’in lideri Yaser Arafat FKÖ’nün başkanlığına seçildi. * 1996 yılında FKÖ Filistinli şair Said El-Mazayin’in aşağıdaki şiirini milli marş olarak kabul etti. Bu kabul Filistin milli hafızasında ‘Fedai’ karakterinin önemini göstermektedir. Fedai, Fedai, Fedai, Ey toprağım, Ey atalarımın toprağı Fedai, Fedai, Fedai, Ey halkım, Ey ebediyetin halkı. Azmimle ve ateşimle ve intikamımın volkanıyla, Toprağım ve evim için kanımda tutuşan özlemle, Dağları tırmandım ve savaşlar verdim, İmkansızı fethettim, sınırları geçtim. Fedai, Fedai, Fedai, Ey toprağım, Ey atalarımın toprağı Fedai, Fedai, Fedai, Ey halkım, Ey ebediyetin halkı. Rüzgarların azmiyle ve silahların ateşiyle, Mücadele ülkesinde halkımın ısrarıyla, Filistin benim evim ve zaferimin yolu (Filistin benim evim, Filistin benim ateşim) Filistin benim intikamım ve direnişim. Fedai, Fedai, Fedai, Ey toprağım, Ey atalarımın toprağı Fedai, Fedai, Fedai, Ey halkım, Ey ebediyetin halkı. Bayrağın gölgesinin altında yapılan yeminle, Toprağımla ve halkımla ve acının ateşiyle, Fedai olarak yaşayacağım, Fedai olarak kalacağım. Fedai olarak öleceğim - o dönene kadar. Fedai, Fedai, Fedai, Ey toprağım, Ey atalarımın toprağı Fedai, Fedai, Fedai, Ey halkım, Ey ebediyetin halkı. … Kaynaklar: Fida’i, Wikipedia maddesi: https://en.wikipedia.org/wiki/Fida%27i Rex Brynen, Sanctuary and Survival: The PLO in Lebanon, Westview Press, 1990.