Dr. Faruk Alpkaya, "Cumhuriyet" dosyası için cumhuriyet ve sol ilişkisinin tarihsel sürecini değerlendirdi.
Genel olarak baktığımızda, cumhuriyet ve sol
kapitalizmle ilişkili, hatta onun ürünü olan kavramlar. Cumhuriyet sözcüğünün geçmişi geriye uzansa da temsili bir sistem halini alması kapitalizmden sonra gerçekleşiyor. Sol ise bir yönetim biçimi olarak cumhuriyetin yerleşmesinden sonra ortaya çıkıyor. Bu açıdan bakarsak sol bir anlamda cumhuriyetin sınırlarını genişletme mücadelesi olarak görülebilir. Hatırlayalım: Kısa süreli İngiliz cumhuriyetini bir yana koyarsak, kavramın bugünkü içeriğini kazanması Fransız Devrimi’nden sonra gerçekleşiyor. Devrimden sonra kurulan temsili yönetimin sınırları çok dar, oy verme hakkı toprak sahibi olanlarla sınırlı. Sol da tam bu noktada, temsil alanını genişletme sürecinin bir parçası olarak ortaya çıkıyor, sonunda bütün yurttaşların oy hakkına sahip olmasını amaçlayan genel ve eşit oy mücadelesine dönüşüyor. Burada genel ve eşit oyun cinsiyetçiliği aşmasının oldukça yeni olduğunu, yurttaşlardan ikamet eden herkese erişmesinin ise yeni yeni gündeme geldiğini hatırlamalıyız.
Solun buradan yeni bir sıçrama yapması sol içi tartışmalardan sonra gerçekleşiyor. Gene hatırlayalım en azından erkek yurttaşların yasa karşısında eşitliğini savunan sol düşünce Fransız Devrimi’nden sonra çok renkli bir yelpazeyi andırıyor. Toplumsal eşitliği kapitalist dünyayı bir kenara bırakarak kurmaya çalışan ütopistler, her şey hemen şimdi gerçekleşmeli diyen anarşistler, gündelik yaşam koşullarını düzeltmeyi isteyen sendikalistler, genel grevle iktidarı ele geçirmeyi savunan anarko-sendikalistler, komplocu bir devrim anlayışı savunan Blanquistler, belediye sosyalizmini savunanlar, kadın-erkek eşitliğini önceleyen feministler gibi rengarenk bir sol var. Bu solcuların temel amacı yasa karşısında eşitlikle sınırlanmış burjuva cumhuriyetini aşmak, toplumsal eşitliği gerçekleştirmek. Bu solcuların farklı olan noktaları toplumsal eşitliği gerçekleştirmeye yönelik sundukları çözümler. Marx bu noktada bu çok renkli solun özelliklerini birleştiren aşamalı bir program sunuyor: Ütopyanın gerçekleşmesi bir sonraki aşamaya bırakılıyor, temel hedef olarak cumhuriyeti/devleti ele geçirmek konuluyor. Günlük sendikal mücadele devrim mücadelesine tabi kılınıyor, toplumu dönüştürmek, ya da toplumsal eşitlik ise devrimden sonraya erteleniyor.
Paris Komünü’nden itibaren Marx’ın görüşleri sol içinde baskın hale geliyor, ama bu sefer Marksistlerin kendi içinde bir çeşitlenme ortaya çıkıyor. Kabaca sanayileşmiş merkez ülkelerde nitel ve nicel olarak güçlü olan işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesinin ve toplumsal eşitliği sağlamasının seçimlerle mümkün olacağını savunan sosyal demokrat partiler ortaya çıkıyor. Bu ülkelerin seçkinleri işçi sınıfının merkeze aktarılan kaynakların paylaşımında söz sahibi olmasını kendi açılarından ehvenişer görüyorlar ve merkez ülkelerdeki sosyal demokrat partiler birbirinin peşisıra iktidara geliyorlar. Yarı-çevre ülkelerde sanayileşme sınırlı olduğu gibi temsili açıdan dahi demokratik bir yapıdan söz etmek mümkün olmadığı için bu ülkelerde işçi sınıfının geniş köylü kitleleriyle işbirliği yaparak iktidarı devrimle ele geçirmesini savunan Leninist partiler ortaya çıkıyor, zaman içinde bunlar da yarı-çevre ülkelerde iktidarı ele geçiriyor ve sosyalist/halk cumhuriyetlerini kuruyorlar. Çoğu sömürge statüsünde olan çevre ülkelerde ise öncelikli hedef bağımsızlık ve demokrasi (cumhuriyet) olarak saptanıyor ve geniş halk cepheleri kuruluyor. Bu örgütler de 1960’ların sonlarında iktidarı ele geçirmeyi, bağımsız cumhuriyetler kurmayı başarıyorlar. Böyle bakınca 1960’ların sonunda Marx’ın programının ilk aşamasının başarılı olduğunu söylemek mümkün, ama tam da bu noktada büyük bir başarısızlık ortaya çıkıyor. Ülkelerinde iktidarı ele geçiren sosyal demokrat, Leninist ya da ulusal kurtuluşçu partiler toplumsal eşitsizliği ortadan kaldırma noktasında ortak bir başarısızlık yaşıyorlar. Basit bir örnek vereyim: 70 yıllık SSCB’de prezidyumda bir tek kadın yoktu! Bu açıdan bakarsak, solun -istemeyerek de olsa- kapitalizmin ürünü olan ulus-devletlere meşruiyet sağlayarak kapitalizmin ömrünü uzattığını söyleyebiliriz.
Bugüne gelirsek söylememiz gereken ilk şey bildiğimiz (eski) dünyanın artık var olmadığıdır. Bugün kapitalizm çatırdıyor, sistemi oluşturan unsurlar parça parça dökülüyor. Sol da bu sürecin bir parçası olarak çatırdıyor, dökülüyor. Geriye dönüp baktığımızda geçmişten kurtarılacak bir şey var mı? Bence var: Solun ahlaki duruşu, eşitlik, özgürlük kardeşlik özlemi hala canlı, yalnızca bu amaca ulaşmak için geçmişte önerilen programlar, yol ve yöntemler ömrünü doldurdu.
Eşitlik, özgürlük, kardeşlik için bugün ne yapmalıyız? Kabaca baktığımda aklıma şunlar geliyor: Cumhuriyeti (ya da iktidarı/devleti) ele geçirip toplumu kurtarmak hayali büyük engel olarak önümüzde duruyor. Seçimleri, merkezi iktidarı, belediyeleri kazanmayı asıl amaç olmaktan çıkarmalı, yalnızca günü kurtarmak ve süreci daha az zararla atlatmak için başvurmamız gereken araçlar olarak görmeliyiz. Dolayısıyla düşünsel/ fiziksel enerjimizi asıl olarak buralara harcamaktan vazgeçmeliyiz. Bunu yerine şöyle bir gündemi izlemeliyiz.
- İlk ve öncelikle amacımız cinsel yönelimleri de içerecek biçimde cinsiyet eşitsizliğine karşı kararlı bir biçimde durmak olmalı. Bu söylemesi kolay, binlerce yıllık geçmişi nedeniyle gerçekleştirmesi çok zor bir hedef, ancak bu konuda yaşanacak küçük bir gelişme bile toplumun ergin kesiminin yüzde 50’sinden fazlasına temas edecektir. Örneğin temsili organlarda yüzde 50 kadın kotası bu konuda çok önemli bir adımdır.
- Çocuklar konusunda yapılan ayrımcılığa dur demeliyiz. Onlar adına karar vermek yerine onların kendi adlarına karar vermesini sağlayacak başta eğitim kurumları olmak üzere hiç olmazsa örnek kurumlar yaratmalıyız.
- Etnik ayrımcılığın farklı biçimleri olan ırkçılık ve milliyetçilikle mücadele etmeliyiz. Bu özellikle Türkiye gibi bir ülkede özellikle öne çıkıyor. Suriyelilere yapılanlara, Kürtlere yapılanlara vb. kesinlikle karşı çıkmalıyız. Hem mülteci, göçmen vs’nin hem de ülkenin asli unsurlarının tam ve gerçek eşitliğini savunmalıyız.
- Seçkinlerin doğayı sömürerek maliyetlerini dışsallaştırmasına dur demeliyiz, aslında her yörede bu konuda sürmekte olan faaliyetleri genel bir siyasal programa tabi kılabilmeliyiz.
- Geçmiş yüzyıllarda yürüttüğümüz mücadelenin kazanımları olarak parasız eğitim, parasız sağlık, ikramiye ve ömür boyu yaşanabilir bir geliri içeren emeklilik sistemi gibi kurumları savunmalı, geliştirmeye çalışmalıyız.
Tabii bunlar hem gündelik hem de uzun vadeli sonuçları olacak şeyler, ama şurası kesin Kürt ya da Arap düşmanlığı yaparak mevzi korumaya çalışmak ya da bu yöndeki ırkçı söylemlere teslim olmak ırkçılığın asıl sahipleri karşısında kısa vadede bir şey kazandırmayacağı gibi orta ve uzun vadede kaybettirmeye adaydır. Korkmamalı, öncüllerimiz gibi cesur olabilmeliyiz diye düşünüyorum. Bugün, kapitalizmin çökerken gerçekten sol olmak istiyorsak buna mecburuz.
Buradan Türkiye’nin hem genel gelişime uygun hem de kendine özgü yönlerine bakarsak neler söyleyebiliriz?
Osmanlı Devleti 1850’lerde yarı-çevre bir ülke olarak kapitalizmle bütünleşmişti. 1900’lerin başına geldiğimizde ise yarı-çevre bir ülke olmaktan çevre ülke statüsüne sürüklendiğini görüyoruz. Birinci Dünya Savaşı’na bu kaderi değiştirmek ve bir Türk-İslam imparatorluğu kurmak için giren İttihat ve Terakki devletin çöküşüne yol açtı, savaş sırasında büyük bir soykırım gerçekleştirmesine rağmen ülkenin kurtulmasını sağlayamadı. Bu koşullarda doğan Kemalist hareket, Ekim Devrimi’nin de katkısıyla yeni bir devlet için mücadele ederken komünist solu Karadeniz’de boğdu ve “sınıfsız imtiyazsız bir halk” hedefiyle cumhuriyeti ilan etti. Ertesinde de büyük bir modernleşme ve sanayileşme atağına kalkıştı. Bu hem sol bir hareketti, hem de kendi dışındaki sola karşı bir hareketti. Unutmayalım, aynı dönemde Kürdistan’ın dört ülke arasında paylaşılması Kürt halkının kendine özgü bir dinamik ve direnç geliştirmesine yol açtı.
1945’ten sonra, dünyadaki gelişmelere uyumlu bir biçimde Türkiye’de çok-partili hayata geçilmesi yeniden sola karşı bir baskıyla gerçekleşti. Solun yasaklı olduğu bir rejim kuruldu. Türkiye ABD’nin Ortadoğu’daki karakollarından birine, anti-komünizm devlet siyasetine dönüştü. Bu süreç Türkiye’nin ithal ikameci sanayileşme modeline benimseyip işçi sınıfının güçlenmeye başladığı 1960’larda tersine dönmeye başladı, özellikle Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşu ve sosyalist bir çizgiyi savunması Türkiye’deki siyasal partileri dönüşüme uğrattı. Siyasal yelpaze sol ve sağ olarak yeniden tanımlandı, devletin kurucu partisi tıpkı 1930’larda “ılımlı devletçilik” (İnönü’nün ifadesiyle “mutedil devletçilik”) yaptığı gibi bu sefer de İnönü’nün liderliğinde“ortanın solu” çizgisini benimsedi. Bu çizgi 1970’lerde Ecevit ile toplum nezdinde kabul gördü, ama unutmayalım aynı sırada tabandan güçlü bir radikal sol da geliyordu. ABD, onun Türkiye’deki aparatları olan MHP, Ülkü Ocakları bu solu boğmak için harekete geçirildi ve maalesef sol bu tuzağa düştü. Sonuç 12 Eylül ve solun TSK marifetiyle “suç” ile özdeşleştirilerek şiddetle ezilmesi oldu. Sonrasında SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte eski solun dünyada tasfiye olmasına benzer bir süreç Türkiye’de yaşandı.
Bugün Türkiye siyasetine baktığımızda biraz 1930’lardaki Latin Amerika’ya, biraz da 1950’lerde Türkiye’de geçerli olana benzeyen bir popülizmin siyasal rejim haline dönüştüğünü görüyoruz. Bu koşullarda bütün dünyada olduğu gibi eski tip bir sol siyaset yapmak çok zor. Ahlaki tercihleri öne alan ve bunun içine eski tarz siyasetin kazanımlarını yerleştiren yeni bir çizgi geliştirmek gerekiyor. Yalnız burada geçmişimizle hesaplaşmamız şart. Bu işin başında da Türk halkında büyük bir ahlaki çöküntüye neden olan Ermeni Soykırımı ile yüzleşmek öncelikli hale geliyor. Orayı aşmadan hiçbir şeyi aşmak mümkün görünmüyor. Çünkü orada sınıfsal olanla etnik/kültürel olan iç içe geçmişti ve o günden bu yana bu eğilim sürüyor. Geçmişte sermaye/gavur özdeşleşmişti, bugün ise kültürel sermaye/dinsiz özdeşleşmiş durumda. Bu çemberi kırmamız şart. İlk soruya dönersek, eski sol ile eski cumhuriyet birlikte doğdular, birlikte geliştiler, bugün de birlikte ölüyorlar. Yeni bir sol ve yeni bir dünya ise önümüzde duruyor.
Faruk Alpkaya kimdir?
1959'da Bandırma'da doğdu. A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdikten sonra İ.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde yüksek lisans yaptı. A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde doktorasını tamamladı. Alpkaya, Ankara Üniversitesi'nde öğretim görevlisiyken 670 sayılı OHAL KHK'sıyla görevinden ihraç edildi.
Cumhuriyet dosyasında yayımlanan diğer söyleşiler