“Bayram” adına öğrenciler arasında en son hangi yıl rastladığımı hatırlamıyorum. Bu seçimde ilk kez oy kullanacaklar arasında kaç tane vardır, hiç kestiremiyorum. Zaten “Nerde o eski Bayramlar?” diye nostaljik köşe yazıları, TV programları ve reklamlar bile yapılmaya başlanalı da çok oldu.
Fakat bu Bayram, böyle tipik modern toplumsal dönüşüm ve “yabancılaşma” (alienation) süreçlerinden öte, çok tuhaf geçti. Bugünse 23 Nisan, fakat geleceklerine ipotek konmuş çocuklarımızı düşününce hele, neş’e filan dolamıyor insan.
ZAMAN(LAMA)Hayatta geri dönüşümsüz olan veya tersine çevrilemeyen en önemli şey; zaman.
Fakat tarihsel zaman yaşamda “dördüncü boyut” ve hayati anlamda elzem olmasına rağmen, yeterince önemsenip ciddiye alınmıyor artık bu ülkede. Sıklıkla “verili” alınıyor veya “cepte keklik” gibi varsayılarak bol keseden harcanıyor. Her halükarda “tarih-siz” yaşanıyor.
Giderek de daha günlük, hatta anlık uyaranlara tepkisellik arttı. Dünyayı okuma, önünü -ki çoğunlukla miyobik ve at gözlüklü- bir sonraki adımını görme ve yolunu bulma biçimi olarak kanıksandı. Ancak geçmişe dönük bireysel/kolektif hafızasızlık ve geleceğe dönük salt belirli bir savunma biçimi olmaktan çıktı, norm oldu.
Oysa, şimdi sunulana veya her önüne konulana, her koşulda ve sorgulamadan çabuk adaptasyon iyi bir şey değil. Fakat salt “yeni” diye her insan-toplum teknolojisine hızlı alışıp tüketmek kadar, ret etmek ve direnmek de erdem değil.
Hal böyle olunca da tabii, artık “beşinci boyut” sayılan “bireysel/kolektif bilinç” gelişmesi de çok güçleşiyor. Ne de olsa bellek öğrenme, idrak, ussallaştırma, muhakeme, müzakere, merak, problem çözme, yaratıcılık, vb. önemli zihinsel fonksiyonların ön ve “birlikte-yapıcı” (co-constructive) koşulu.
Oysa sözüm ona, bu memlekette hem bireysel, hem de sınıfsal-sosyal-kolektif bilinci ve zekayı Solcusu da, Sağcısı da, liberali de, dindarı da pek önemser!
Dolayısıyla, zamanın gerisinde kalmak veya prematüre davranmak işten bile değil elbette. Ne yazık ki, Türkiye’de siyasetten eğitime, mühendislikten sağlığa, adaletten medyaya, iktisattan tarıma kadar tüm toplumsal ve hayatî alanlara egemen eril pragmatist zihniyette bu uç örnekler son derece yaygın.
Özetle, “doğru yer-doğru zaman ve doğru soru-doğru cevap”, kısaca “zamanlama” çok önemli ve öncelikli bir toplumsal ödevimiz.
ESKİDEN
Yazının başlığındaki “eskiden” sözcüğünün okuyanda “tarihsellik” (historicity) beklentisi oluşturması kaçınılmaz. Bilincinde olsun veya olmasın.
Tabii aynı durumun, tıpkı söz konusu “tarihsel nesnenin” seçimi gibi, yazanın bilinçli tercihi olması özellikle arzu edilir. Hele bu nesne “somut veya maddi-nesnel gerçekliklere” değil de, “soyut veya psikolojik-öznel gerçekliklere” ait bir kavramın temsili ise.
Üstelik “kimlik” kavramı hem bunların ikisini de birden, hem de üçüncüyü, “tinsel veya muhayyel-yansıtımsal gerçeklikleri” ve daha fazlasını kapsıyor.
Zaten tam da bu sebeple, siyasetin de kolaylıkla bilinçli veya bilinçsiz olarak istismar edebildiği tarihsel bir kavram. Tüm inanç, kültür, zihniyet, düşünce, ideoloji, bilgi, bilim, ekol, paradigma, kulüp, ego, vb. kimlik/iktidar savaşları bu sebeple çıkar. Tarihteki kanlı savaşlar da bunların siyasi istismarı ile.
Nitekim işimizi ne kadar güçleştirecek de olsa “kimlik” üzerine bir kez daha yazmayı bu yüzden deneyeceğim. Dün de siyasete - ki öncelikle iktidar olmak kaydıyla tüm muhalefeti, siyasi analistleri kast ediyorum - egemen “kimlik politikaları” hakkında yazmıştım. Şimdi farklı bir hususa dikkat çekeceğim.Çünkü İslam dünyasının Bayram arefesinde ve siyasette din istismarcılığının mükemmel örneklerini sergilemekte başka ülkelerle yarışan Türkiye’nin demokrasi-antidemokrasi seçimi arefesinde, baş CB adayı Kılıçdaroğlu’nun yayımladığı “Alevi” videosunun “zamanlama” meselesi önemli.
Ne yazık ki öncesinde, aynı video içinde ve sonrasında pek çok başka “onarıcı ve bütüncülleştirici” siyasi mesajlar da vermiş olmasına rağmen, tam da beklendiği gibi çirkin provokasyonlara maruz bırakıldı. Fakat muhalefet destekçileri tarafından bile kendisinin Kahta programını iptali farklı biçimlerde yorumlandı. Bu da o videodaki hassas ve kritik dönüştürücü ana mesajın vurgulanmasını gerekli kılıyor.
O bakımdan, hızlıca ve kalın fırçalarla kimlik meselesinin tarihselliğine şu konjonktür için önemli bulduğum yanlarının altını çizmeye çalışayım:
SÖZCÜK-TERİM-KAVRAM-KURAM-DİL-SÖYLEM-TOPLUMSAL TEMSİL İLİŞKİLERİKimlik politikalarının malzemesi olan ”kimlik” kavramının kendisi de (diğer yakın siyasi akrabaları gibi) modernitenin geçtiğimiz yüzyıl başlarındaki bir icadı olan bilim-felsefe-toplumsal pratik alanı olarak psikanalizin icadı bir metafordur.
Bu elbette terimin ondan önce veya modern felsefeden de önce olmadığı, daha doğrusu “ben/o ne(yim)?, kim(im)?” gibi ilintili soruların sorulmadığı anlamında değil. Kavramın bugünkü (yanlış veya geçersiz/karşılıksız) kullanımındaki gibi tanımlanmamış da olsa, farklı tarihlerde farklı düşünce kültürlerinde yerine geçen faaliyetler elbette vardı.
Günümüze kadar da bunlar çeşitli aşamalarda, farklı yönlerde ve biçimlerde dönüştü. Böylece daha çağdaş beka sorunlarını ve savaşlarını da beraberinde getirdi. Çünkü dünyaya yayılırken başka dillerce alımlandı ve geleneksel kültürel alışkanlıklarla çarpıştı. Kuram, kavram, terim, gerçeklik temsilleri ilişkileri de zamanla birlikte kendi içinde, dışında ve aralarında dönüştü.
Örneğin, geçen yüzyılın ortasında ABD’ye Erikson’la göç etti. Bize oradaki entelektüel kapitale assimilasyonu, siyasi sterilizasyonu, “adaptasyonu” ve yeniden-politizasyonundan sonra “işlenmiş ürün” olarak geldi. Yani başta anaakım siyaset bilim olmak üzere tüm sosyal bilimlere egemen popülist pragmatist Amerikanizasyonda olduğu gibi.
Tabii hem rötarlı, hem de miadı dolmuş entelektüel teknoloji atığı olarak 80’lerde tüm küreselleşme dünyasına neokapitalist ve popülist pragmatist siyaset (bilim) teknolojileri ile yayıldı. “Bulaşma” (dissemination) Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra daha hızlandı ve 9/11 sonrası da biçim değiştirdi.
Bizdeki ve artık vasat bile denilemeyecek entelektüel piyasa hızlı psikolojizasyon ve dijitalizasyonla birlikte neokapitalist ithalat, taklit, fason, parça-birleştirme veya karşıtına-bağımlı tepkisel “yerli ve milli” imalat mahsulü geçersiz ve işlevsiz fabrikasyon ürünlerle kaynıyor.
Dolayısıyla “havalı sözcükleri” (terim-kavram-kuram-toplumsal gerçeklik-zaman) temsili ilişkilerinden kopmuş olarak, hamasi amaç ve retoriklerle kullananlar ve toplumsal açıdan yarar yerine de zarar verenler veya zamanın dışına çekenler sadece siyasetçiler değil.
İşte bu da hem genel anlamda, hem de bu yazıdaki işimizi daha da çok güçleştiriyor.
KİM-LİK? NE-LİK, NİÇİN-LİK, NE ZAMAN-LIK, NEREDE-LİK VE NASIL-LIK?Belki de şimdilik sadece yaygın kullanımdaki ”identity” teriminin Türkçe’deki ”kimlik” ve “aidiyet” anlamlarındaki karşılıkları üzerinde biraz durup bırakmalı. Çünkü bu geniş ve derin konu salt epistemolojik, ontolojik, ahlak veya siyaset felsefesi açılardan değil; dil felsefesi bakımından da çok sorunlu.
Nitekim sözcüğün etimolojisi Antik Yunancaya uzanır ve “ben-lik” (I-ness) değil; “o-luk” (that-ness) anlamında.
Modern “identity” sözcüğünün ilk kullanılışı ise, 16. yy ortalarında ve Latince “aynı” anlamındaki “idem” sözcüğünden türeme. Koşullar değişse de kişinin pek değişmeden kalmasını sağlayan bazı özellikleri. Kendi deyişimle modern “kişilik= kişi(sel kim)lik” kavramına tekabül ediyor.
İlki (1. tekil) “şahış” değil; (3.) ”şey” hakkında. İkincide de gizil veya dolaylı olarak kendisi hakkında bir özelliğe işaret eden, fakat kendi dışındaki şeylerle “aynı” olma vurgusu önemli. Yani bugünkü gibi o ”nesnel” özelliklerle ”özdeş” (identical) tutulma durumu.
Fakat her halükarda yukarıda da kısaca değindiğim gibi, bu kategoriler:
- Öznel değil (aidiyet hissi gibi), nesnel (kalıp etiketler gibi).
- Dinamik değil, statik.
- Yaşayan değil, ölü.
- Tarihsel ve olumsal değil, özcü ve önden belirlenmiş.
- Özne öncülünü dahil eden ve onunla birlikte üretilen, geliştirilen değil hazır üretilmiş ve dayatılan, betimlemeler.
Bu yazı için belki de daha önemlisi “içerden” ve kendisi için geçerli veya anlamlı karşılığı olmasından çok, “dışardan” ve başkaları için bireysel/kolektif işaretleyici (“identify” edici) ve dayatmacı olması. Bir yandan farklılığı başkalarından (Onlar) ayırt edeyim (differentiation) derken, başka başkalarıyla (Biz) aynılaştırıcı, yani özdeşleştirici.
Kaldı ki, kişinin/topluluğun kendisini içerden nasıl tanımladığı, ne kadarıyla özdeşim kurduğu (“identification”) ile “öteki” olan veya olmayan başkalarının dışardan nasıl tanımladığı “aynı” değil. Dolayısıyla kendi eleştirel kuram-pratiğim açısından da kesinlikle özerkleştirici ve özgürleştirici değil.*
Zaten kimlik politikalarına karşı “Hepimiz Ermeniyiz”, “Hepimiz Kürdüz”, “Hepimiz Aleviyiz”, “Hepimiz Yahudiyiz”,“Hepimiz LGBTİ+”, “Hepimiz Türküz”, “Hepimiz insanız”, “Hepimiz Dünya gezegenliyiz”, vb. demek de öyle, onunla özdeş olmak demek değil.
Fakat salt böyle, Hrant yürüyüşündeki, Gezi’deki, vb. retorikler ile de; yani kuram-pratik anlamındaki toplumsal makro/mikro söylemlere (Foucaultgilci anlamda) dönüştürülemeden, “ötekileştirilmiş kimlik gruplarına ve üyelerine” geniş kamusal/özel yaşamda, eşitlikçi haklarla seküler ve barışçıl alanlar açılamaz.
O bakımdan da nitekim Kılıçdaroğlu’nun, bugün de sürmüş ve arkası gelecek provokasyonlar karşısındaki olgun ahlaklı ve mutedil davranışları desteklenmeli. Tabii kendisi de kamusal alanda yakınen kollanmalı, korunmalı.
Başka bir deyişle, iktidar veya muhalefet içinden gelen “kimlikleri araçsallaştıran bölücü ve provokatif şiddet” karşısında yapıcı kolektif bir ”söylemsel eylem/eylemsel söylem” olarak benimsenmeli. Tırmanmış kolektif öfke ve yıkıcı saldırganlık böyle nötralize edilmeli.
---
*Gülerce, A. (2003) “Whatever You May Say I Am, You Are Another One: A Critical Reading of Lacan on Subjectivity and Identity”, Theoretical Psychology: Critical Contributions, 224-232.