Söyleşiler

Eski Sovyet alanı Rus jeo-politiğinin esiri oldu

Abone Ol
Sunuş Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı savaş devam ediyor. Geride kalan 10 günde Ukrayna’nın pek çok yerinde insanlık dramı yaşanıyor. Rusya-Ukrayna gerilimini sitemizde portre yazarları ile tanıdığınız uluslararası ilişkiler uzmanı Doç. Dr. Zeynep dağı ile konuştuk. Dağı ortaya çıkan savaşı pandemiye benzetti ve ekledi: “Pandeminin küresel niteliği insanlara şu gerçeği hatırlattı: ya hep beraber hasta olacağız ya da hep beraber iyileşeceğiz. Ya hep birlikte özgür yaşayıp refahı paylaşacağız ya da hep birlikte savaşın bir parçası olacağız.” Murat Aksoy Şuradan başlayalım, Rusya Ukrayna’ya neden saldırdı? Putin, Ukrayna’ya açtığı savaşı güvenlik gerekçesine bağlıyor. NATO’nun genişlemesiyle Rusya’nın güvende olmadığını iddia ediyor. Rusya ile Doğu Avrupa’daki NATO ülkeleri arasında eski Sovyet alanlarını kontrol ederek bir tampon bölge oluşturmayı amaçladığı görüntüsünü veriyor. Ama aynı zamanda savaş ve gerginlik politikasıyla otoriteryen rejimini daha da konsolide etmeye çalışıyor. Güvenlik haklı bir gerekçe mi? Değil. Nitekim Rusya’nın çevresine baktığımızda, ondan daha güçlü bir devlet yok. Rusya, güvenliğini sarsacak reel bir tehditle karşı karşıya değil. Zaten Rusya eski Sovyet alanını kendi arka bahçesi olarak dizayn ederek güvenlik zırhını daha da sağlamlaştırmıştı. Ayrıca NATO da Ukrayna’dan gelen üyelik taleplerini Rusya’yı ürkütmemek adına kabul etmemişti. Ama bu saldırı Rus tehdidine karşı kendini yalnız hisseden ülkelerin NATO’ya üyelik süreçlerini hızlandıran bir işlev görecek. Kosova şimdiden NATO’ya üyelik talebinde bulundu, Finlandiya üyeliği gündemlerine alacaklarını açıkladı. Bu saldırı bir kez daha gösterdi ki Rusya değil, bölgedeki diğer ülkeler ciddi güvenlik riskiyle karşı karşıya.  Putin Ukrayna savaşını tarihsel bir arka plana ve güvenlik kaygılarına dayandırıyor. O halde bugünü anlama adına kısaca tarihsel süreçten biraz söz edebilir misiniz? Tarihi kavşaklarda tarihi hatırlamak önemlidir. Rus Çarlığı 1917’de yıkılsa da aynı alan üzerinde Marksist Leninist çizgide SSCB doğdu. Lenin 15 Cumhuriyetli federal bir yapıyı kurarken anayasaya istenildiğinde ayrılma hakkının da korunduğu bir madde ekledi. Lenin bu madde ile gerçekte Sovyet halkları arasında Moskova’nın meşruiyetini güçlendirmeye çalıştı. Çünkü Sovyetler Birliği’nde federal yönetim gönüllülük esasına değil, Moskova merkezli Sovyet Komünist Partisi, Kızıl Ordu ve KGB üçgeninde kurulan otoriter bir denetim mekanizmasına dayandı. Bu yapı dağılınca Sovyet cumhuriyetleri anayasal haklarını kullanarak bağımsızlıklarını ilan ettiler. Ancak dağılmayı mümkün kılan cumhuriyetleri bir arada tutan denetim sisteminin, yani Sovyet rejiminin çökmesiydi. Bunu da  tetikleyen misyoner dış politikanın artık Sovyetler Birliği için taşınamaz bir yük olmasıydı. SSCB ÜSTLENDİĞİ YÜKÜ TAŞIYAMAZ HALE GELDİ Neydi Sovyetler Birliği’nin misyoner politikası? Sovyetleri dağılmaya götüren temel neden, küresel ölçekte sosyalist hareketlere verilen destek ve Batı Bloku ile girilen silahlanma yarışının getirdiği ağır yüktü. Sovyetlerin Soğuk Savaş boyunca kendisine yakın rejimleri korumak adına üstlendiği maliyetli liderlik zaman içinde ülkeyi fakirleştirdi. Sovyet hazinesinin boşalmasına yol açan bu yarıştan çekilen Gorbaçov Batı ile işbirliğinin önünü açtı. Glasnost politikası ile Sovyet toplumunu dış dünyaya açan Gorbaçov 1995’te ODTÜ’de yaptığı konuşmada ‘artık Ruslar sıcak denizlere inme hayallerini ‘turist’ olarak gerçekleştirmeye başladılar’ demişti. Oysa Ukrayna örneğinde bir kez daha gördüğümüz gibi Putin ülkesini dünyaya açmak yerine bütün dünyayı karşısında aldı, yeni Soğuk Savaşın ve belki de nükleer bir savaşın fitilini ateşledi. Glasnost politikasının sonuçları ne oldu? Gorbaçov’un Kızıl Ordu’nun Doğu Avrupa ülkelerindeki hakimiyetine son vermesi Soğuk Savaş’ı sembolize eden Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılmasına yol açtı öncelikle. Doğu Avrupa alanında başlayan özgürlükçü hareketleri durdurmak için bölgedeki komünist rejimler Bulgaristan’dan Polonya’ya hepsi Moskova’dan Kızıl Ordu’nun desteğini bekledi.  Diğer komünist yöneticiler gibi Doğu Almanya’da bu yardımın gelmesini dört gözle bekleyen bir kişi daha vardı: Putin. Doğu Almanya’da KGB ajanı olarak çalışan Putin, Dresden’de kızgın halkın despotizmin kalesi olarak gördükleri Doğu Alman İstihbarat Servisi STASİ’yi basmaları, ardından Putin’in olduğu karşı binaya yönelmeleri üzerine paltosunun yakasını kaldırarak kalabalığa karışıp binadan ayrılmak zorunda kaldı. PUTİN’İN TRAVMASI Putin daha Sovyetler dağılmadan önce değişim dalgasına Doğu Almanya’da travmatik bir şekilde yakalandı. Sonra da hep Sovyetlerin dağılmasını en büyük jeo-politik felaket olarak niteledi. İktidarı boyunca bu travmadan bir zaferle çıkmaya çalıştı. Rusya’nın eski nüfuz alanlarına güçlü bir şekilde dönüşünün siyasi ve askeri alt yapısını sistematik bir şekilde adım adım hazırladı. Dağılma sonrası süreci de kısaca açabilir misiniz? 1991’de Sovyetler Birliği dağıldı ve 15 Cumhuriyet bağımsızlığına kavuştu.  Ancak dağılma Rusya’da farklı bir kutuplaşmaya da yol açtı. Dağılma travmasıyla Sovyet nostaljisine düşenlerle Batı’ya entegre olmak isteyenler ayrıştı. Batı’yla işbirliği arayanlar eski Sovyet alanını bir kambur olarak görüyorlardı. Dağılmayı bir fırsat olarak görüp, Yeltsin liderliğinde Batı’ya entegre olmaya çalıştılar. Rusya’nın Batıya entegre olduğu dönem de var… Evet, bu boyut bilinçli bir şekilde unutturulmaya çalışılır. Özellikle petrol ve doğal gaz gibi enerji kaynaklarını uluslararası piyasalara ulaştırmak için Rusya yoğun bir şekilde Batılı ülkelerle köhnemiş alt yapısını modernize eden yatırımlara girişti. Boru hatları ile enerji arzını da arttıran Rusya dünya pazarlarına açıldıkça petro-dolar zengini olmaya başladı. Batı, Rusya’yı 1997’de G-7 platformuna katarak G-8 üyesi olmasına fırsat verdi. Ayrıca 1997 yılında ‘NATO-Rusya Kurucu Senedi’ imzalanması ve ‘Daimi Ortaklık Konseyi’nin kurulması da güvenlik stratejilerinde önemli bir dönüm noktasıdır. Diğer önemli bir adım da çok eski olmayan bir tarihte ve Putin yönetiminde gerçekleşti. O da Rusya’yı küresel sisteme entegre eden ve bizzat ABD inisiyatifi ile 2012 yılında Dünya Ticaret Örgütü'ne üye yapılmasıdır. Bütün bunlar Rusya’nın uluslararası sistemin parçası olduğu, Batı ile iyi ilişkiler kurması anlamına geliyordu. Enerji arzı, enerji güvenliği ve enerji diplomasisi açısından küresel dünyanın parçası olmasına rağmen, Rusya zenginleşmesini kendi halkının refahına sunmak yerine, Ukrayna savaşının sermayesi olarak kullanmayı tercih etti.  EŞİTLER ARASINDA BİRİNCİ Rusya’nın ‘Yakın Çevre Politikası’ neden önemli? Batı ile yakınlaşmaya rağmen, Putin iş başına geldikten sonra önceliği Batı’ya değil yakın çevreye verdi. Yakın çevresi kabul ettiği eski Sovyet Cumhuriyetlerini Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) çatısı altında birleştirse de onlarla egemen ve eşitlik ilkesine dayalı bir diplomatik ilişki kurmadı hiçbir zaman. Sovyetlerin geleneksel ‘eşitler arasında birinci’ statüsüyle tepede Moskova’nın olduğu bu hiyerarşik modeli Avrasya alanında BDT ve benzer yapılarla kurumsallaştırmaya çalıştı hep. Bugün Ukrayna’da yaşanan gelişmelerin perde arkasında da bu anlayış yatıyor. Putin için eski Sovyet cumhuriyetleri eşit ve egemen devletler değil, olsa olsa Rusya’nın istediği gibi top koşturacağı bir arka bahçedir. Hatta Putin Ukrayna diye bir devletin ve ulusun olmadığını söyleyecek kadar ileri gidiyor. Böylece, BM üyesi egemen bir ülkeyi yok sayarak uluslararası hukuku da çiğniyor. Sonuçta Rus dış politikasının ana söylemi olan Avrasyacılık eski Sovyet Cumhuriyetleri’ni egemen ve eşit devletler olmaktan çıkarmakta, Moskova’nın bir kölesi olmaya mahkum etmektedir. Eski Sovyet alanında nüfuzunu ve saldırganlığını meşrulaştırmada hangi araçları kullanıyor? Rus kimliğini ve bölgede yaşayan Rus vatandaşlarını. Nasıl yani? Sovyetler döneminde yoğunlaşmış bir Ruslaştırma politikasının bugün karşımıza çıkan sonucu, Putin’in eski Sovyet cumhuriyetlerinde yaşayan Rus kökenli vatandaşları müdahaleci dış politikasının bir aracına dönüştürmesidir. Güvenlik doktrinlerinde de bölge ülkelerinde yaşayan Rus vatandaşlarına en ufak bir ihlal olduğunda bunu müdahale nedeni sayacağına dair ibareler yer alıyor. Rus azınlığı bahane ederek bütün o eski Sovyet alanını Rusya’nın güvenlik şemsiyesi altına almaya çalışıyor. Bölge halklarının ulusal iradeleri, çıkarları, insan hakları Rusya lehine sürekli göz ardı ediliyor. Bugünkü tartışmalara bakıldığında kendi ülkeleri için tam bağımsızlık söyleminin bayraktarlığını yapan insanların Kazakistan’dan Ermenistan’a, Moldova’dan Ukrayna’ya bölge ülkelerinin ve halklarının bağımsızlıklarını hiçe saymaları çok şaşırtıcı. Ayrıca milli iradeyi dikkate alıyorsak, Putin’in Ukrayna ordusuna emir vererek seçilmiş liderlerine karşı darbe çağrısı yapması nasıl meşrulaştırılabilir? Putin sadece Rus azınlığı değil, doğalgaz ve petrolü de bölgede istedikleri yapılmadığı takdirde vanaları kapatma tehditleri ile sürekli bir şantaj aracı olarak kullanıyor, asgari düzeyde diplomatik teamülleri bile hiçe sayıyor. RUSYA YAPTIĞI ANLAŞMAYA UYMADI Putin Ukrayna’dan yakın bir tehdit mi gördü, yoksa Batı’daki dağınıklığı kullanma için bir fırsat mı? Bu, gündemi anlamak için önemli bir soru. Rusya-Ukrayna denkleminde güvenlik tehdidi ile karşı karşıya olan Rusya değil Ukrayna’dır. Sovyetlerin dağılması sonrası yapılan anlaşmayla Ukrayna’nın elindeki nükleer güçler, Karadeniz’deki donanma hepsi alınmıştı. Neyin karşılığı alındı bu? Rusya’nın Ukrayna’nın güvenliğinin garanti edileceğine dair sözler, anlaşma karşılığında. Ukrayna’nın kendini savunacak alt yapısına el konulduktan sonra da 2014’te Kırım’ı ilhak etti. Şunu da unutmayalım, Kırım’ın ilhak edildiğini Putin, Kremlin Sarayı’ndaki Çarların zafer konuşmasını yaptığı odada açıkladı. Ukrayna Rusya açısından hiçbir zaman askeri bir güvenlik tehdidi olmadı. Ama Ukrayna halkının demokratikleşme talebini, yöneticilerini seçimle değiştirme pratiğini, Batı’ya yakınlığını Putin hem Rus halkına hem de bölge halklarına örnek olabilecek bir tehdit olarak gördü.  Batı cephesi? Rusya’nın Kırım’ı ilhak üzerine Batı G-8’den Rusya’yı çıkardı ama başka güçlü tepkiler de vermedi, veremedi. Daha önce de 2008’de Gürcistan’a müdahalesinde, Putin’in Güney Osetya ve Abhazya’yı tanımasında bile Batı düşük profil politikalar izlemişti. Bu dönem Batı içindeki uyumun da bozulduğu bir dönemdir. 2008’de Amerika’da patlak veren ekonomik kriz, göç dalgaları, AB içinde aşırı sağın yükselişi, Brexit süreci, ardından Trump yönetiminin Trans-Atlantik ilişkilerdeki uyumu bozması ve hatta NATO’yu etkisizleştirmesi. Ki bütün bu süreçlerde yani Amerika’dan Almanya seçimlerine, Brexit referandumuna kadar Rusya’nın NATO’nun ve AB’nin uyumunu bozmaya yönelik birçok aracı kullandığını da dikkate almalıyız. Batı’da oluşan bu karmaşa ve boşluğu Putin’in fırsata çevirmeye çalıştığı daha iyi anlaşılıyor bugün. Rusya, Güney Osetya ve Abhazya ve Kırım’da amacına ulaştı ama Ukrayna saldırısı tarihsel bir kırılmaya yol açtı. Neden? Biliyorsunuz Putin savaştan bir gün önce yaptığı konuşmada Rusya’nın sınırlarının olmadığını söyledi. Gerçekten de Putin’in uygulamalarına bakacak olursanız Rusya uluslararası hukuku, diplomasiyi hiçe sayan bir politika izliyor. Bunu da açıkça ilan ediyor dünya kamuoyuna. Nitekim Putin’in Donbas bölgesini tanırken yaptığı konuşmada da Ukrayna diye bir ülke yok, öyle bir halk yok, bunların hepsi zaten Rus’tur vs. sözleri var. Putin’in hedefi Ukrayna’yı tamamen denetimine almak. Aslında, Rusya’nın sınırlarının olmadığını açıkça söyleyerek sadece Ukrayna’nın değil hiçbir ülkenin toprak bütünlüğüne saygı duymayacağını deklere eden bir lider var karşımızda. Ancak, Putin’in izlediği bu sınırsızlık politikası Hitler’i de hatırlattığı için ters tepti. HİTLERLE BENZERLİĞE DİKKAT Nasıl yani? Hitler’in yayılmacı politikalarına daha ileri gitmez, daha ileri gitmez diyerek göz yumulmasının sonucunda Avrupa çok kanlı bir yıkım yaşadı. Putin de Güney Osetya, Abhazya ve Kırım ilhaklarıyla, en son da Ukrayna saldırısıyla kendi başına durmadığı, durmayacağı anlaşıldı. Ancak Putin’in oyununu iki önemli dinamik bozdu. Birincisi, Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenski’nin bu kadar güçlü ve meşru direneceğini hesaba katmadı Putin. Savaşa hazırlıksız yakalanmasına rağmen ülkelerini her durumda gerektiğinde molotov kokteyllerle savunmaya çalışmaları II. Dünya Savaşı’nda Finlilerin Kızıl Ordu’ya karşı molotov kokteyllerle beklenmeyen güçlü direnişlerini hatırlattı. İkincisi, dağınık ve edilgen Batı’dan bu kadar güçlü ve tek ses olmuş bir tepki göreceğini düşünmüyordu. Bu savaş, çok hızlı bir şekilde İngiltere, AB, NATO ve uluslararası kamuoyunu birleştirdi. Savaş, NATO’ya da AB’ye de uluslararası hukuku ve barışı koruma adına can suyu verdi. Kartopu gibi artan ve daha önce küresel ölçekte bu düzeyde hiç görülmeyen bir yaptırımlar zincirlemesi oluştu. Uluslararası hukuku hiçe sayan, sivillere saldıran, dünyayı nükleer savaşla tehdit eden bir yönetime karşı ilk kez total bir izolasyon uygulanıyor bugün. Hava sahası, bankacılık sistemleri, kültürel, sportif faaliyetler gibi Soğuk Savaş döneminde bile görülmeyen bir yaptırımlar demeti devrede. Peki bundan sonra ne bekliyorsunuz? Putin sivil ve askeri cephe ayrımı yapmadan topyekûn bir saldırı yapıyor. Bunu gerçekten bütün insanları inciten, vicdanları kanatan biçimde yapıyor. Ama Ukrayna küçük bir Kırım değil. 600 bin km2 genişliğinde, 45 milyon nüfusa sahip koca bir ülkeden bahsediyoruz. Putin bu ülkeyi boyun eğmeye zorluyor fakat Ukraynalılar direniyor. Bu tür işgallerde tarihte de görüldüğü gibi girmek kolay kalmak zordur. Savaşın bir an önce bitmesi hepimizin temennisi. Ama artık yeni bir durumla karşı karşıyayız. Berlin Duvarı’nın yıkılması, Sovyetlerin dağılması, 11 Eylül uluslararası düzen için nasıl kırılmalara yol açtıysa, Ukrayna’ya yönelik bu savaş çok daha büyük bir radikal dönüşümü tetikleyecek küresel ölçekte. BARIŞ REFLEKSİ DOĞDU Nasıl bir dönüşümden söz ediyorsunuz? “Rusya sınırsızdır” dayatmasının nükleer bir savaşı da tetikleme ihtimali güçlü bir barış refleksinin de doğmasına neden oldu. Bu güçlü karşı çıkış dünya için açıkçası bir umut. Uluslararası toplum bir yol ayrımında şu an. Bu yaşananlar Batı-Doğu arasında geleneksel bir ideolojik çatışma değil. Putin eski Sovyet alanında kendi uydusu olan yozlaşmış dar kadrolarla bölgeyi tahakkümü altına almış durumda. Yozlaşmış otoriteryen yönetimler meşruiyet ve gücünü halklarından değil, sırtını dayadıkları Putin’in askeri gücünden alıyorlar. Putin bölgede kendi yanında duranları ödüllendirmekte, karşı çıkanları ise koltuklarından devirerek cezalandırabilmekte. Bu ilişki ağı eski Sovyet alanını bir bütün olarak Rus jeo-politiğinin esiri haline getirdi. Bu ülkeler Rusya’nın güvenlik endişesi bahanesiyle ve arka bahçe söylemiyle mayınlı bir araziye dönüştürülmekte. Hep Rusya’nın güvenliği konuşuluyor. Peki 1991’de bağımsız olan bu ülkelerin geleceklerini, egemenliklerini, bağımsızlıklarını Rusya’nın güvenlik söylemine mahkum etmek ne kadar hukuki ve adil? Ayrıca Putin’in sadece dışa değil, kendi halkına karşı da şiddet uyguladığını unutmamak lazım. Sonuçta Putin hem kendi halkını hem bölge halklarını demokratik değerlerden ve dış dünyadan tecrit etmeye çalışıyor. Korku politikalarına rağmen Rusya’da her şehirde insanların savaşa karşı ilk günden tepkilerini göstermeleri de kayda değer. Bu yeni fiili Soğuk Savaşta ya dünya halkları birleşip otoriter faşizan söylemlere ve yönetimlere karşı çıkacaklar ya da demokrasiyi, özgürlüklerini kaybedecekler. Bu karşı çıkış salt Rusya’ya karşı da bir duruş değil barışı tehdit eden bütün otoriter yönetimlere karşı güçlü bir dirence dönüşebilir. Nasıl? Putin’in nükleer tehditleri de pandemiyi çağrıştırıyor. Pandeminin küresel niteliği insanlara şu gerçeği hatırlattı: ya hep beraber hasta olacağız ya da hep beraber iyileşeceğiz. Onun gibi ya hep birlikte kaosun içine yuvarlanacağız ya da hep birlikte barış içinde bir arada yaşamayı öğreneceğiz. Ya hep birlikte özgür yaşayıp refahı paylaşacağız ya da hep birlikte savaşın bir parçası olacağız.