Nordlinger’e göre askerler bu ilk müdahale veya müdahale tehdidiyle, o ülkedeki başat siyasi aktöre dönüşüyordu. Böylelikle müstakbel hükümetler, başka askeri darbeleri engellemek üzere, siyasi hesaplamalarına askerleri de dahil etmeyi bu ilk darbenin hatıraları nedeniyle bir daha unutmayacaktı. Müdahalenin başarı veya başarısızlığı da önemli değildi, bir askerî darbe girişimi dahi, bu hatıraların oluşması için yeterliydi.

Modern orduların siyaset biliminin inceleme alanına girmesi II. Dünya Savaşı’ndan sonra oldu. Bu literatür birbiriyle çelişmesi muhtemel iki toplumsal amaç arasında bir denge kurabilmenin imkân ve koşullarını arıyordu: Toplumlar bir taraftan güvenlik ihtiyaçlarını tam olarak karşılayacak bir orduya, öte yandan bu şiddet örgütlenmesinin kendi arzularını topluma dayatamayacak şekilde sınırlandırılmasına ihtiyaç duyuyordu.

Samuel Huntington 1957’de, Morris Janowitz de 1964’te bu literatürün iki önemli, hatta kurucu eserini yazdılar: The Soldier and the State: The Theory and Politics of Civil-Military Relations ve The Professional Soldier: A Social and Political Portrait.

Birbirleriyle tartışan bu iki çalışma, orduların kendilerine eğilerek personeli, kurumsal ve yapısal özellikleri, değerleri, birlik ruhu, hiyerarşisi, eğitimi, profesyonelleşme derecesi, disiplin algısı gibi değişkenlere bakarak bir ordu sosyolojisine de teşebbüs ediyordu.

Bu iki siyaset bilimci, özellikle, askerlerin sivil üstünlüğü prensibinin reddi şeklinde ortaya çıkan pretoryen davranış eğilimlerinin şekillenmesinde ordunun örgütsel özellikleri, subayların dinsel, ulusal ve etnik aidiyetleri, siyasal eğilimleri, siyasal toplumsallaşma süreçleri gibi bazı faktörlerin anlamlı etkilerinin olduğunu söylediler.

Buradan itibaren ise Janowitz ve Huntington’ın yolları teorik olarak ayrıldı. Janowitz bu kurumsal özelliklerin orduları kendiliğinden toplumdan ayrı ve üstün hâle getirdiği ve bunun orduda darbeci/müdahaleci dürtüleri taze tuttuğu ve geliştirdiği sonucuna ulaşırken, Huntington tam aksine, o toplumdaki sivil kurumsallaşma kadar bizatihi ordunun bu niteliklerinin ve özellikle profesyonelliğin askerlerin sivillere itaat etmesini gerekli ve doğal kıldığı sonucuna vardı.

Gerek Huntington’ın gerekse Janowitz’in çalışmaları Amerikan toplumunu ve ordusunu esas alıyordu ve bu çalışmalara getirilen en büyük eleştirilerden biri de bu önermelerin Amerikan toplumundan, tarihinden ve ordusundan kaynaklandığı ve buradan hareketle evrensel bir genellemeye varılamayacağı idi.

Eric Nordlinger ise bu iki yazardan daha sonra, 1977’de, temelde “gelişmekte olan ülkeler”e odaklanan bir çalışma yayımladı: Soldiers in Politics: Military Coups and Governments.

Kitaptaki tespitlerden bazıları şöyleydi:

Bu ülke ordularında askerler kendilerini ülkenin en modern, etkin ve verimli kurumlarından biri, hatta birincisi olarak görüyor ve bu özellikleri taşımayan, yani modern, etkili, verimli, rasyonel olmayan; bunun yerine partikülarist, kişiye bağlı, partizan ve kişisel çıkarları gözetmeyi yeğleyen kurumlara ve elbette bu arada hükümetlere karşı bir olumsuz bilinç geliştiriyordu.

Nordlinger’e göre askerlerin bu bilincinin temelinde, kendilerinin onlardan (sivillerden) daha iyisini yapacaklarına dair inançları bulunuyordu. Bu algı onların siyasete teknik, yönetsel ve bir bakıma “siyasetsiz” bakmalarına yol açıyordu.

Nordlinger’e göre askerlerin bu bilincinin temelinde, kendilerinin onlardan (sivillerden) daha iyisini yapacaklarına dair inançları bulunuyordu. Bu algı onların siyasete teknik, yönetsel ve bir bakıma “siyasetsiz” bakmalarına yol açıyordu ve inanıyorlardı ki rasyonel ve görev odaklı düşünüldüğü, sonuca gidecek kararlı adımlar atıldığı sürece çözülemeyecek herhangi bir sorun mevcut olamazdı.

Nordlinger subayların askerî eğitim sürecinde gerçekleşen toplumsallaşmaları yoluyla görece daha tek-tip bir ideolojiye sahip olabileceklerini, öte yandan subayların, geldikleri toplumsal sınıf ve grupların niteliklerinden tamamen soyutlanamayacağını söylüyordu.

Nordlinger’e göre asker gözünde siyasal eylem genellikle kişisel çıkarla ilişkilendiriliyor ve olumsuz bir yerde konumlandırılıyordu. Örneğin siyasi partiler genellikle genel çıkarlar yerine kendi bencil çıkarlarının peşinde koşan gruplardı. Askerlerin hedefi olabildiğince siyasetsiz bir toplum ve komuta ile konsensustu.

Önemli bir diğer saptaması da şuydu:

Askerler bir kez siyasete aktif müdahale yoluna gittikten sonra "oyunun kuralları” o ilk müdahaleyle değişmekteydi. Ordu, ilk müdahalesi, müdahale girişimi ve müdahale tehdidiyle birlikte, bir rejimde siyasi bir aktör olarak "haklarını" açık biçimde vurgulamış ve iddiasını ortaya koymuş oluyordu. Buna karşılık siyasi alan da orduyu önemli bir iktidar partneri olarak içerecek şekilde genişliyordu. Askerler bu ilk müdahale veya müdahale tehdidiyle, o ülkedeki başat siyasi aktöre dönüşüyordu. Böylelikle müstakbel sivil hükümetler, başka askeri darbeleri engellemek üzere, siyasi hesaplamalarına askerlerin görüşlerini de dahil etmeyi bu ilk darbenin hatıraları nedeniyle bir daha asla unutmayacaktı. Bu anlamda müdahalenin başarı veya başarısızlığı da önemli değildi, bir askeri darbe girişimi dahi bu hatıraların oluşması için yeterliydi.

Bu literatür bilgilerini uzatmak elbette çok mümkün. Mesela İspanya’nın 1982-1991 arasında Savunma Bakanı olan ve İspanya ordusundaki demokratik dönüşümün mimarı Narcis Serra’nın benzer bir demokratik dönüşüm amacı güden ülkelere somut öğütlerini içeren kitabını da burada zikredebiliriz.

Tüm bu literatür bilgilerinin yazının başlığındaki soru ile ilgisi aslında yeterince açık.

Bu çalışmaları muhtemelen okumamış olan Erdoğan, tüm bu literatürü adeta “okumadan bilerek” ve Türkiye’de sivil-asker ilişkilerinin yeni baştan ele alınmasını gerektirecek büyüklükteki değiştirerek nasıl başardı?

Erdoğan, iktidara geldiği 2002’den bu yana Türk Silahlı Kuvvetlerini öngörülemeyecek biçimde ve daha önce hiçbir siyasi iktidar tarafından denenmeyen ölçülerde dönüştürmeyi başardı.

Bu çalışmaları muhtemelen okumamış olan Erdoğan’ın tüm bu literatürü adeta “okumadan bilerek” ve Türkiye’de sivil-asker ilişkilerinin yeni baştan ele alınmasını gerektirecek büyüklükteki bu değişimi nasıl, hangi yol, tutum ve araçlarla başarabildiğini gelecek bir seri yazıda tartışmaya çalışacağım.

Tartışmaya Harp Okulları ve Harp Akademilerinde subaylara sıkı sıkıya öğretilen taarruz ilkelerinden biri olan “cüret” kavramı ile başlamak anlamlı olacak gibi görünüyor.