Kadınlar bugün Amerikan savaş makinesinin şekillendirilmesinde en üst düzeyde rol oynuyorlar. Bu övünülecek bir şey değil. Büyük medya kuruluşları kadınların ABD’nin en büyük silah şirketleriyle savunma ve istihbarat örgütlerinin üst kademelerinde yer alması olgusunu yere göğe sığdıramıyor. MSNBC’den Politico’ya ve NowThis’e kadar birçok önde gelen yayın, bu yükselişi kadınların genel anlamda yükselişinin ve bugün liderlik ettikleri kurumlarda eşitliğin gelişiminin bir göstergesi olarak yorumluyorlar. Politico muhabiri David Brown, şu anda ülkenin en büyük beş savunma sanayii tedarikçisinin dördünün CEO’larının kadın olduğunu belirterek, “Pentagon’un en büyük silah alıcısı ile ülkenin nükleer stoğunun baş denetçisi bugün müzakere masasında en etkili ulusal güvenlik görevlerinden bazılarını üstlenmiş olan diğer kadınlara eşlik ediyor.” Brown, en büyük kurumsal fon sağlayıcıları silah tedarikçileri olan Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi think tankının kıdemli başkan yardımcısı Kathleen Hicks’ten bahsederken “ulusal güvenlik topluluğu”nda meritokrasinin diğer alanlardakinden daha ilerde olduğunu öne sürüyor ve gelişmeleri “dönüm noktası” olarak selamlıyor. Makalede, söz konusu örgütlerin lider pozisyonlarındaki kadınların, bütün kadınların kendilerine güvendikleri durumda zirveye ulaşabileceklerini iddia ettikleri satırlara yer veriliyor. Kadınların müzakere konusundaki benzersiz yetenekleri, koruyucu anne rolleri ve problem çözme konusundaki “farklı bakış açıları” sayesinde bu alanda ortaya koyabilecek özel bir şeylere sahip olduklarını iddia etmek için köhnemiş toplumsal cinsiyet klişelerine başvuruyorlar. Makalede kadınların ordudaki liderliğinin hassas ekipmanları kumdan korumak için külotlu çoraplara sarmak gibi yenilikçi çözümlerle sonuçlanabileceğine dair küstah bir övgü bile mevcut. Ne var ki feministler kadınların bu “yükselişini” bir kazanım olarak görmemelidir. Güncel emperyal-feminist makale dalgasının gösterdiği üzere ABD askeri-endüstriyel kompleksinin -kendi saflarında olsun, vahşetinin en büyük yükünü taşıyan ülkelerde olsun, kadınlara asla özgürlük getirmeyecek son derece vahşi bir kurum- reklam ve pazarlamasını yapmak konusunda feminizm giderek daha fazla rağbet görüyor. İnsan hakları avukatı ve George Mason Üniversitesi öğretim üyesi Noura Erakat’ın In These Times’a verdiği röportajda belirttiği gibi, kadınların ABD askeri kurumlarında yer almasıyla “sistem bize daha güçlü bir şekilde boyun eğdiriyor ve bununla savaşmamız zorlaşıyor. Tarihsel dışlanma deneyimimiz, [dâhil olmayı] başarmayı arzu edilir kılıyor, ancak bu bir imgelem eksikliği. Tarihsel dışlanma pratiğimiz bizi daha iyi bir sistem ve mümkün olan başka bir dünya hayal etmeye itmelidir.” Medyanın bu ordu yanlısı tavrı rastlantı değil: Savunma sanayii tedarikçileri halka ilerici, kadın yanlısı bir imaj sunmak için çok sıkı bir şekilde çalışıyor. Raytheon ve diğer firmalar kendilerini kadın ve kızların bilim alanında güçlenmelerini destekleyen asil kurumlar olarak resmetmek için halkla ilişkilere milyonlar harcıyor. Raytheon, ABD’li Kız İzciler ile ortaklığını duyuruyor. Reklamlarından birinde, “Raytheon’un yıllar sürecek taahhüdü ile Kız İzciler ortaokul ve lise kızları için ilk ulusal bilgisayar bilimi programını ve Siber Meydan Okuma’yı uygulamaya koyacak” deniyor. Oldukça pahalı bir tanıtım videosundaysa Raytheon’un küresel iş hizmetleri başkanı Rebecca Rhoads’tan alıntı yapılıyor: “Raytheon’un dünyayı daha güvenli bir yer haline getirme vizyonu ile kız izcilerin dünyayı daha iyi bir yer haline getirme vizyonu bundan daha uyumlu olamazdı.” Beş yaşından küçük 85 bin Yemenli çocuğun ölümüne yol açan kıtlığın müsebbibi olan Yemen’deki ABD-Suudi savaşına düzenli bomba tedariki sağlayan bir şirketten gelen bu iddia oldukça küstah. 2017’de 44,9 milyar dolarlık silah satışıyla açık ara dünyanın en büyük silah üreticisi olan Lockheed Martin, geçen Ağustos ayında Yemen’de bir okul otobüsüne çarparak elli dört kişiyi (kırk dördü çocuk) öldüren 500 kiloluk lazer güdümlü MK 82 bombasını üretti. Ancak bu, şirketin kendisini kadın bilim insanlarını işe alan ve destekleyen ilerici bir kurum olarak lanse etmesini engellemiyor. İnternet sitesinde, şirketin kızların hayallerini gerçekleştirmelerine yardımcı olduğu iddiasıyla Langston Hughes’un “Ertelenmiş Bir Rüya” şiirinden alıntı yapılıyor: “Bu, lisede İngilizce dersinde öğrendiğimiz şiirler arasında en sevdiklerimden biriydi. Bugünse, Lockheed Martin topluluğundaki Toplum Hizmeti ve Bağlılığı görevimi sürdürüyorken, birçok kişi hayır dediğinde ertelenmiş bir rüyanın neye dönüşebileceğini şahsen biliyorum, ama ben ‘Evet yapabilirsin’ diyorum.” Şirketin yönetim kurulu başkanı, başkanı ve CEO’su Marillyn A. Hewson, Tokyo’da düzenlenen 2015 Dünya Kadınlar Meclisi’nde yaptığı konuşmada şunları belirtiyor: “Kadınları desteklemek, kadınların kendilerini ve birbirlerini yükseltmek için çalışmaları kadar önemlidir. Çünkü kendi kariyerlerimiz için sorumluluk almak başlı başına güçlendiricidir.” Sahte-feminist halkla ilişkiler sadece özel şirketler için değil, aynı zamanda kadın öncülüğündeki CIA işkencesini pazarlamak için de kullanılıyor. Geçmişte Tayland’daki gizli CIA hapishanelerinin birinde işkenceyi yöneten Gina Haspel şimdi CIA’yı yönetiyor -Trump yönetimi işkence suçlamalarına karşı Haspel’i onun bir kadın olduğu gerçeğine dikkat çekerek savunmuştu-. Basın sözcüsü Sarah Sanders’ın Twitter’da yazdığına göre “Kadınların güçlendirilmesini ve ulusal güvenliğimizi desteklediğini iddia eden ancak Haspel’in adaylığına karşı çıkan Demokratlar tam anlamıyla ikiyüzlüdür”. Erakat soruyor: “Tek yaptıkları asla feminist bir çerçevede üretilmemiş bir gündemi gerçekleştirmek olan yüksek askeri rütbelerdeki kadınları nasıl bir başarı olarak methedebilirsiniz? Haspel işkence rejimimizin mimarıydı. Onu neden methedeyim?” Bütün bunlar olurken, geçmişin savaş suçlularına bu “kız gücü” haberleriyle iade-i itibar yapılıyor. Geçen Nisan’da Washington Post’da şu şaşırtıcı başlıkla bir haber yayınlandı: “‘Çocuklar Madeleine Albright’ı seviyorlar’: Kıdemli bir diplomat nasıl bir kız gücü ikonuna dönüştü”. Madeline Albright 1996’da, ABD’nin Birleşmiş Milletler büyükelçiliği görevini yaptığı sırada, 60 Dakika programında ABD rejimi tarafından öldürülen yarım milyon Iraklı çocuk hatırlatılarak bu bedele değip değmediği sorulduğunda ödenen bedele “değer” olduğunu söyleyen kişiydi. No Shortcut to Change (Değişime Giden Kısa Bir Yol Yok) kitabının yazarı Kara Ellerby, “Militaristleştirmenin ve militarizmin zirvesinde yer alan kadınların desteklenmesinin kadınları ilerlettiğini düşünmek çok beyaz, çok emperyalist ve çok liberal bir feminizm anlayışı” diyor ve In These Times’ta “Tabii, Raytheon’un başında bir kadının olması harika, peki ya o bombaların atıldığı kadınlar?” diye soruyor. “Küresel bir perspektiften bakıldığında kadınları ABD askeri egemenliğinin parçası haline getirmek azıcık bile feminist değil: Bu tam olarak emperyalist.” Feminist bilim insanı ve yazar Cynthia Enloe, bu kurumlardaki kadın liderliğinin, kurumların dünyanın geri kalanına yaptıklarını değiştirmediğini söyleyerek bu endişeyi yineliyor. In These Times’a belirttiği üzere “Yalnızca birkaç kadının zirveye yükselebildiği CIA, savunma bakanlığı ya da diğer kurumlarda, kadınların şirket ya da örgütün misyonuna meydan okuduklarına dair hiçbir kanıt yok”. Askeri-Endüstriyel Kompleksler Kadınların Yararına Değil ABD askeri müdahaleleri özellikle kadınlar açısından kötü: Bu müdahaleler dünya çapındaki 1.000 ABD askeri üssünde, bunların yakınında veya ABD askeri eylemlerinin gerçekleştiği yerlerde yaşayan insanlar ile ordu personeli ve asker eşleri açısından cinsel şiddetle çok derinden bağlantılı. Japonya’dan Filipinler’e kadar yerel halk, ABD ordusunun varlığına ve bunun getirdiği çevresel yıkımla cinsel şiddete çok uzun yıllardır isyan ediyor. Savaşın etkileri -temel hizmetlerin, elektriğin, yiyecek ve suya erişimin azalması, aile üyelerinin ölümü, artan hastalık ve sakatlık oranları gibi- kadınların saldırılara karşı savunmasızlığını artırmakta ve kadın işçilerin koşullarını kötüleştirmektedir. Hasta ve engellilerin, çocukların ve yaşlıların bakımından ağırlıklı olarak kadınlar sorumludur ve bu işlerin yapılma koşulları savaş durumunda ciddi şekilde zorlaşmaktadır. ABD ordusu aynı zamanda dünyanın en büyük kirleticisidir. İklim değişikliğine ve -tüm insanları tehlikeye atan- hava, su ve toprağın zehirlenmesine katkıda bulunan bu faaliyetlerinin “kadınların yararına” olduğunu iddia etmek zor. ABD ordusu kendi saflarındaki kadınlara da şiddet uyguluyor. Gazi İşleri Bakanlığı kayıtlarına göre 2015 yılında Askeri Cinsel Travma (MST) tanılı 1.307.781 hasta ayakta tedavi edildi. Kadın askeri personelin yaklaşık yüzde 38’i ve erkek askeri personel ile gazilerin yüzde 4’ü Askeri Cinsel Travma -tecavüz veya cinsel saldırının edebi kelamı- yaşadı. Araştırmalar, evsiz gazi kadınların yüzde 40’ının orduda cinsel saldırıya maruz kaldığını ortaya koyuyor. (ABD ordusunun işgal altındaki insanlara uyguladığı cinsel şiddet hakkında çok daha az şey biliniyor veya kamuoyuna duyuruluyor.) Ve askeriye mensupları konuştukları için cezalandırılıyor. Bir Savunma Bakanlığı raporunda, cinsel saldırıyı ihbar eden kadınların yüzde 58’inin ve erkeklerin yüzde 60’ının cezalandırıldığı ortaya koyuluyor. Cezalandırmayı konu alan raporların yüzde 77’si, cezalandırma yapanların ihbar eden kişinin komuta zincirinde olduğunu gösteriyor. Mağdurların üçte biri genellikle ihbarı yaptıktan sonraki yedi ay içinde ordudan atılıyor. Harvard Hukuk Fakültesi Gaziler kliniği tarafından hazırlanan bir raporda, cinsel saldırı mağdurlarının ordudan daha sert biçimde atıldığı, bunların yüzde 24’ünün ordudan onurlu koşullarla ayrılmadığı ifade ediliyor. Cinsel saldırıya uğradığı için ordudan ayrılan kadınlar rütbe atlayamıyor. Bununla birlikte medyanın ordu ve istihbarat aygıtlarının üst düzey kadrolarına ulaşmış kadın tasviri, kadınları örtük biçimde mağdur göstererek utandıran, kadınların başarısızlığını çoğunlukla başarı önünde engeller yaratan özgüven eksikliğine dayandıran ağdalı anlatılardan oluşmakta. Englity CEO’su ve Raytheon’un eski CEO’su Lynn Dugle Politico’ya şunları söylüyor: “Yaşadığım en büyük zorluklardan biri, kendime hiçbir şey başaramayacağımı söyleme isteğine direnmek oldu. Raytheon’da CEO’luk görevi teklif edildiğinde milyarlarca dolarlık bir şirketin başında olmaya hazır olduğumu düşünmemiştim. Kendime sürekli olarak cesur ve özgüvenli olmayı hatırlatıyorum.” Yetersiz temsil edilen grupların (bu durumda kadınlar) egemen kurumlara dâhil edilmesi yoluyla “ilerleme” hakkındaki bu anlatılar, aslında ABD siyasetindeki köhnemiş bir modeli takip ediyor. Marjinalleştirilmiş nüfuslara hedef gözeterek zarar verirken “çeşitliliği” savunan polis departmanları olsun, kendilerini “yeşil” olarak tanımlayan petrol şirketleri olsun, (sulandırılmış) bir ilerlemecilik veya kapsayıcılık ile ilişkilendirilme dürtüsü dünyanın en zararlı kurumlarının kullandığı en yaygın halkla ilişkiler stratejilerinden biri. Kadınları Kurtaracak Savaşlar? ABD askeri-endüstriyel kompleksinin kadın yanlısı olabileceği fikri yalnızca bir yeniden markalandırma pratiği değildir: Dünya çapında felaketler yaratan ABD askeri müdahalelerini haklı çıkarmak için de kullanılır. Tarihçi James Peck, Ideal Illusions (İdeal Yanılsamalar) adlı kitabında bunun Soğuk Savaş sırasında ABD’nin kendi askeri imparatorluğunu meşrulaştırmak için (anti-komünist bir strateji olarak) dünyanın insan hakları savunucusu imajını yenilediği dönemde gelişen daha büyük bir eğilimin yansıması olduğunu gösteriyor. ABD’nin kadın haklarını benzersiz bir şekilde koruduğu iddiası, bu büyük resmin parçasıydı. George W. Bush iktidarının Afganistan’daki savaşı kadınları Taliban’dan kurtaracağını öne sürerek meşrulaştırdığı söylem oldukça ünlüdür. 17 Kasım 2001’de Laura Bush başkanın haftalık radyo konuşmasına atıf yaparak şu iddiada bulunmuştur: “Afgan kadınları dünyanın geri kalanının yeni keşfetmekte olduğu şeyi çok zor deneyimler yaşayarak öğrendi: Kadınların vahşice baskılanması teröristlerin temel hedefidir.” Medya kuruluşları görev bilinciyle buna ayak uydurdu: 2010’da Time, kapağında burnu kesilmiş “Bibi Aisha”ya yer veren  “Afganistan’dan Ayrılırsak Ne Olur?” başlıklı bir sayı yayınladı. Tabii ki uzun süren ABD işgali, son on yedi yılda olduğundan çok daha fazla bölgeyi kontrol eden Taliban’ı daha da güçlendirdi. Bu arada sivil ölümleri arttı. Yine de “kadınları kurtarmak” söylemini popülerleştiren politikacıların veya uzmanların hiçbiri, bu savaşın Afganistan’daki kadınlara gerçekte nasıl zarar verdiğine ve onları nasıl öldürdüğüne cevap vermeye zorlanmadı. 2011’de Libya’nın bombalanması (Daily Beast’in ifadeleriyle “Libya’ya yapılan hava saldırıları, ABD tarihinde kadınların çoğunlukta olduğu bir diplomatik ekibin askeri harekât başlattığı ilk örnek”ti), kadınlar tarafından yönetilen ilk ABD savaşı olarak alkışlandı. Libya hava stratejisinin komutasının bir kadın subaya verilmesi de Guardian’da “ABD ordusunda her gün ayrımcılıktan şikâyet eden kadınlara bir destek” olarak yorumlandı. Bu ünlü kadın savaş mimarlarının, siyahların bugün köle pazarlarında alınıp satıldığı Libya’daki korkunç koşullarla ilgili bir cevap vermeleri isteniyor mu? Müdahalenin amigoları ABD’nin Libya’ya veya herhangi bir yere yaptığı askeri müdahalenin kadınlar için gerçekten de daha iyi koşullara yol açıp açmadığını inceliyorlar mı? Kadınları kurtarmakla ilgili anlatılar, ABD’nin IŞİD’e karşı savaşında da oldukça yaygın biçimde kullanılıyor. Kadınların IŞİD’in korkunç muamelelerine maruz kaldığı konusunda şüphe olmasa da, tecavüz, köleleştirme ve taciz, Suriye ve Irak’ta 2.780 sivilin ölümüne neden olan acımasız ABD bombalama kampanyasını haklı çıkarmak için kullanıldı ve her iki ülkede de sivillerin öldürülmesini kolaylaştırdı, daha fazla sivil ölüme kapı açtı. Bunlar olurken ABD’nin müttefiki Suudi Arabistan’ın kadınlara yaşattığı vahşet cezasız kalıyor ve bu da kadınları koruma ihtiyacının ABD’nin jeopolitik çıkarlarına bağlı olduğunu açık biçimde gösteriyor. Bu klişeler yeni değil. Sömürgecilerin varlıklarının kadınlara yardım ettiğini ve gitmelerinin onlara ciddi zarar vereceğini iddia eden ABD ve Batı Avrupa sömürgeciliği taktik kitabından alınmalar. Sadece bir örnek verecek olursak, 1883-1907 yılları arasında Mısır’ın İngiliz başkonsolosu olan Lord Cromer, Mısırlıların zorla medenileştirilmesi gerektiğini savunmak için peçeyi -ve kadınların refahını- gerekçe gösterdi: “Mısır’daki ve daha genel anlamda Müslüman ülkelerdeki kadınların konumu, bu nedenle, Batı medeniyetinin yerleşmesine eşlik etmesi gereken düşünce ve karakter gelişiminin sağlanması önünde ölümcül bir engeldir”.  Ne var ki Cromer peçeden yakınırken, feminist bilim insanı Leila Ahmed’in işaret ettiği üzere, Kadınların Oy Hakkına Karşı Erkekler Birliği’nin lideri sıfatıyla İngiltere’de kadınların baskılanması lehine ajitasyon yapıyordu. Feminist, aktivist, yazar ve bilim insanı Angela Davis, “Feminist praksisin kelime dağarcığı: savaş ve radikal eleştiri üzerine” adlı çalışmasında cesur bir feminist vizyon ortaya koyuyor: “Bu daha radikal feminizm, sahiplenme arzusundaki bireyciliğe teslim olmayan bir feminizmdir”, “demokrasinin kapitalizmi gerektirdiğini varsaymayan bir feminizm, cesur ve risk almaya istekli bir feminizm, kadın hakları için savaşırken aynı zamanda kapitalist demokrasinin formel ‘hak’ yapısının tuzaklarının farkında olan bir feminizimdir.” Kore Savaşı’nı sona erdirmek için mücadele eden küresel kadın ağı Women Cross DMZ’nin kurucusu Christine Ahn’a göre, “Kadınların bu tahakküm kurumlarındaki (ister Lockheed Martin gibi Pentagon taşeronları isterse dünya çapındaki gizli işkence eylemlerinden ve demokratik rejimlerin devrilmelerinden sorumlu olan CIA olsun) yükselişini kutlamak, dikkatimizi söz konusu kurumların gücünü ve etkisini en aza indirmemiz gerektiği hususundan uzaklaştırıyor”.
[jacobinmag.com’daki orijinalinden Pelin Tuştaş tarafından PolitikYol için çevrilmiştir.]