Emperyalizm ve Kalkınma Miti: Zengin ülkeler 21.yüzyılda nasıl egemen oldular?
Sam King
Geçtiğimiz on yıllarda “emperyalizm” kavramı zengin ülkelerdeki popüler söylemden ve akademik yazından neredeyse tamamen çıkarıldı. Emperyalizm 1970’lere kadar Marksist düşünürlerin temel olarak kullandığı fikirlerden biriydi, ancak kavramın son zamanlarda Marksistler tarafından bile –en azından akademide– yararlı veya alakalı görüldüğü durumlar oldukça nadir.
Üçüncü Dünya toplumlarında kitle temelli ulusal kurtuluş mücadelelerinin teşvik ettiği savaş sonrası radikal emperyalizm anlayışı Üçüncü Dünya toplumlarının emperyalist çekirdek tarafından ekonomik olarak sömürülmesine meydan okuyordu. Ancak 1990’lara gelindiğinde bu mücadelelerin gerilemesiyle ve Sovyet Komünizminin çöküşüyle birlikte antiemperyalizm söylemi büyük ölçüde terk edildi. Çoğu durumda bunun yerini ulusal sömürü dinamiklerini görmezden gelen “küreselleşme” söylemi aldı.
Zengin ülke işçilerinin önemli bir bölümü işlerini ucuz emek ekonomilerine kaptırırken eleştirel söylem bunun üzerinde durmak yerine ulusal sınırları yok eden ve Birinci Dünya toplumlarının küresel egemenliğini baltalayan şirketlere odaklandı.
George Bush yüzyılın başında Amerika Birleşik Devletleri başkanı seçildikten sonra emperyalizm üzerine yazılarda kısa süreli bir yükseliş yaşandı. Bu yükselişe, kendini bir kez daha açıkça “imparatorluk” ilan etmenin ABD’nin dünya gücüne fayda sağlayacağını düşünen savaş yanlıları öncülük etti. Harvey gibi önde gelen Marksist yazarlar emperyalizmi bu bağlamda yeniden tanımladılar, ancak kavram ana akım söylemden çıktığında bunu hemen unuttular.
Bugün Çin’in ABD ile zengin ülke müttefiklerinin egemenliğine sözde bir tehdit olarak yükselişine dair neredeyse her yerde var olan saplantı, eleştirel düşünürlerin Üçüncü Dünya toplumlarının emperyalist merkez devletler tarafından süregelen ve yıkıcı sömürüsüyle ilgili fiili durumu görmezden gelmesine kapı açıyor.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra -dünyanın birçok yerinde sömürgecilik sona erdiğinde- zengin ve yoksul ülkeler arasında ortaya çıkan büyük uçurum, bunu izleyen 75 yılda ortadan kalkmadı. Hatta daha da kötüye gitti ve bu kötüye gidiş devam ediyor.
Şekil 1, büyük ülkelerdeki gelir seviyelerinin neoliberal küreselleşme ve Çin’in sözde yükseliş dönemlerinde bile fiilen yükseldiğini ve diğer ülkelerle gelir farklarının açıldığını gösteriyor.
Şekil 1. ABD, Birleşik Krallık, Almanya, Japonya, Fransa, Avustralya, Çin, Meksika, Brezilya, Endonezya ve Hindistan’ın kişi başına GSYİH’si (ABD Doları cinsinden)
En büyük zengin ve yoksul ülkelerin (ve Avustralya’nın) ABD Doları cinsinden kişi başına GSYİH’si. Kaynak: Dünya Bankası
Manchester University Press’in Progress in Political Economoy serisinde yayınlanan yeni kitabım Imperialism and the Development Myth: How Rich Countries Dominate in the Twenty-first Century (Emperyalizm ve Kalkınma Miti: Zengin Ülkeler Yirmi Birinci Yüzyılda Nasıl Egemen Oldular), durumun sadece bu grafikte temsil edilen 11 zengin ve yoksul ülke için değil, dünyadaki tüm büyük ülkeler için geçerli olduğunu gösteriyor. Özellikle Çin, küresel zengin-yoksul ülke ayrımının bir istisnası değil, parçası olarak görünmekte.
Bugün dünya o kadar bölünmüş durumda ki, dünya nüfusunun yaklaşık %87’si yoksul ülkelerde, sadece %13’ü zengin ülkelerde ve %1’den azı Portekiz ve Çek Cumhuriyeti gibi bir avuç küçük, orta gelirli ülkede yaşıyor.
Dünya sisteminin bu en çarpıcı ve önemli özelliğine –iki parçaya bölünmüş olmasına– tüm düşünürler, özellikle de anti-kapitalistler tarafından büyük dikkat gösterilmelidir.
Söz konusu bölünme şu can alıcı soruyu gündeme getiriyor: Modern emperyalist sistem, sömürgeciliğin sona ermesinden bu yana geçen yaklaşık 75 yılda sömürge döneminde var olan aynı zengin yoksul ayrımını yeniden üretmeyi nasıl başardı?
Burada, zengin ve emperyalist ülkeler ile onların egemen sınıflarının bu konumu sürdürmek için hangi somut mekanizmaları kullandığını sorabiliriz. Modern kapitalizm neden neredeyse hiç ortası olmayan iki farklı ülke grubu üretiyor? Yeryüzündeki büyük yoksul toplumları ekonomik boyunduruktan kurtulmaktan alıkoyan şey tam olarak ne? Zengin ve yoksul toplumlar arasındaki ilişkiyi (ve ayrıca zengin ve yoksul toplumları) tanımlayan ve bu duruma sebep olan temel faktörleri en iyi şekilde nasıl kavrayabiliriz?
Bu soruları ikna edici bir şekilde cevaplamak için sadece ülkeler arasındaki ilişkileri değil, aynı zamanda bu ilişkinin tüm bireysel toplumların iç yapıları ile nasıl bağlantılı olduğunu da analiz eden bir kavrayışa sahip olmalıyız.
Yeni kitabım, yedi yıldan fazla süren çok yoğun ve azimli bir araştırma projesinin ürünü. Kitabım, şaşırtıcı bir şekilde, bu sorulara aslında oldukça açık, hatta basit ve doğrulanabilir cevaplar bulabildi. Bu, çoğunlukla, neoliberal dönemde (1980’den bugüne) küresel emek süreçlerinde yaşanan gelişmelere ilişkin akademik araştırmaların ve iş dünyasını kapsayan haberlerin içerdiği büyük miktardaki yeni verilerin kilit kısımlarından yararlanmam neticesinde mümkün oldu.
Emek süreçlerinin söz konusu dönemde ulaştığı küreselleşme derecesi Üçüncü Dünya sömürüsünün temel mekanizmalarını o kadar açık bir şekilde ortaya koydu ki, bunlar bugün, 1970’lerin emperyalist sömürüyle ilgilenen radikal yazarları için bile mümkün olduğundan daha net bir şekilde görülebiliyor. Araştırmanın ortaya koyduğu şey zengin ülkelerin ezici hâkimiyetlerinin temelde küresel emek sürecinin kendisi üzerindeki tekelleşmeleri aracılığıyla sürdürüldüğüdür.
Kitabımda geliştirilen emperyalist tahakküm altındaki emek süreci kavrayışı; emperyalist askeri güç, finansallaşma, dolar hegemonyası, borç, fikri mülkiyet ve ticaret kuralları gibi yasal ve kurumsal yapıları temel alan rakip açıklamalardan daha üstündür. Söz konusu rakip açıklamaların her biri önemlidir ve destekleyici kavrayışlar sunar, ancak toplumsal hâkimiyeti temelden açıklamaz.
Buna karşılık emek süreci üzerindeki tekel, toplumsal egemenliğin en temel ve doğrudan biçimidir. Zengin ülkelerin ve tekel şirketlerinin, örneğin telefonlarda kullanılan dokunmatik ekranlar gibi çok daha az sayıda sofistike ürün karşılığında T-shirtler gibi çok sayıda basit ürün talep edebilecekleri uzun zamandır bilinmekte. Bu şekilde zengin ülkeler uluslararası ticaret yoluyla kendi emeklerinin daha azı karşılığında daha fazla Üçüncü Dünya emeği elde edebilirler ve etmektedirler. Emperyalist sömürünün özü daha az emek karşılığında daha çok emek elde etmektir.
Cevaplanması daha zor olan soru, on yıllardır yoksul ülkeleri bu mengeneden kurtulmaktan alıkoyan şeyin ne olduğudur. Bu soru çoğu okurun zihninde Çin ile ilişkili olarak yer almaktadır.
Kapitalist sistem içinde yoksul ülkelerin yukarıda bahsettiğimiz mengeneden kurtulmasının ya da zengin ülkelere yetişmesinin hiçbir zaman mümkün olmamasının ya da olamamasının nedeni, işlerin bunun gerçekleşmesine elvermeyecek ölçüde gelişmiş olmasıdır. Burada kastettiğim şey mevcut üretim sürecinin –modern üretim tekniğinin– hâlihazırda çok büyük ölçekli hale gelmiş ve dolayısıyla kurtuluşu imkânsız kılacak kadar özelleşmiş olması. Gerekli üretim ölçeği, uzmanlığın zaten uluslararası hale geldiği anlamını taşıyor. Tüm ülkeler onlar için en uygun olan emek süreci türlerinde uzmanlaşmaya zorlanıyor, ya da en uygun hale gelecek şekilde biçimlendiriliyorlar.
Uluslararası emek uzmanlaşması tesadüfi değil, hiyerarşiktir. Emperyalist sistem tarafından oluşturulur ve şu temel biçimi alır: zengin ülkeler en yüksek teknolojiyi, bilimsel ve sofistike emek süreçlerini tekelleştirirken yoksul ülkeler düşük teknolojide, basit ve sıradan emek süreçlerinde uzmanlaşmaya zorlanır. Emek sürecinin bu hiyerarşik kutuplaşması yukarıda gösterilen gelir kutuplaşmasının altında yatan toplumsal temel ve açıklamadır.
Yoksul ülkelerin devlet liderliğindeki en ciddi ve güçlü çabalarla bile bu darboğazdan asla kurtulamamasının –en azından kapitalist sistem içinde– iki temel nedeni vardır. Birincisi, herhangi bir toplumun yürüttüğü emek süreci, o toplumun sosyoekonomik kapasitesinin ve karakterinin en önemli belirleyicisidir. Bu nedenle düşük teknolojili ağır işlerin günlük yükünü taşımak, yoksul toplumları karşıt iş türünde rekabet etmekten alıkoyar.
İkinci neden, kapitalist rekabetin toplumları rekabet avantajına sahip oldukları alanlarda uzmanlaşmaya zorlamasıdır. Tam da sömürgecilik mirası ve 75 yıllık yeni sömürgecilik nedeniyle, yoksul toplumlar yoğunlukla basit ve ucuz emek süreçlerinde rekabet ediyor. Bu nedenle dünya pazarının mantığı (ve buna tekabül eden ev içi toplumsal yaşam), emperyalist yüksek teknoloji üretimiyle rekabet etme girişimlerini şiddetle geriye itiyor.
Güçlü Çok Uluslu Şirketler ve onların emperyalist devlet destekçileri tarafından yapılan şiddetli geri itme ile birlikte gerçekleşen organik geriye itilme, kapitalizm içinde gelişmeye yönelik tüm girişimleri kötü sona mahkûm eden ve etmeye devam edecek olan şeydir.
Çoğu okur Çin’i sistem içindeki bir istisna veya sisteme yönelik bir meydan okuma olarak görecektir. Ne var ki kitap, Çin’in gelişmiş ülkelere yetiştiği (hatta öncü olduğu) sanayiler açısından bakıldığında bu sektörlerde emperyalist ekonomilerle gerçekte hiçbir yakınsamaya ulaşamadığını gösteriyor. Örneğin telekomünikasyon (5G dâhil), enerji üretimi ve havacılıkta durum böyle.
Trump’ın Çin’e yönelik sözde “ticaret savaşı” –Biden iktidarında da devam etmekte– bunu çok açık bir şekilde gösteriyor. Huawei, ticaret savaşından önce belki de Çin’in tek gerçek çok uluslu şirketiydi. Bugünse ABD’nin yüksek teknolojili ürün ve parçaların Çin’e ve Huawei’ye ihracatına getirdiği yasaklar dolayısıyla yok ediliyor. Çin önemli bir teknolojik tekele sahip olmadığı için bu duruma Çin teknolojisinin ABD’ye ihracını kapsayan herhangi bir yasakla yanıt veremiyor.
Çin’in dünya pazarına girmesini izleyen kırk yıl, onu zengin ülkelerin teknolojik düzeyine meydan okuma noktasına yaklaştırmadı. Başka bir kırk yıl da durumu değiştirmeyecek. Yabancı ve yerli sermayenin faaliyet özgürlüğünü kısıtlayan son Çin politika kararları dizisi, bu katı sınırlılığın resmi olarak kabul edilmiş olmasının ifadesi gibi görünüyor.
(https://www.ppesydney.net/imperialism-and-the-development-myth-how-the-rich-countries-dominate-in-the-twenty-first-century/ adresinden Pelin Tuştaş tarafından çevirilmiştir.)
Yorumlar
Popüler Haberler
Deniz Zeyrek, Sözcü gazetesinden ayrıldı
MHP'li vekillerin istifa gerekçesine PolitikYol ulaştı: VIP altın kaçakçılığı
Yasadışı bahis soruşturmasında yeni dalga: 7 fenomene yakalama kararı
Sivas’ta dershane bulunan binada yangın: Bir öğretmen öldü
Selçuk Üniversitesi, mutluluğun formülünü aramayı bıraktı
Marmaray'da bir kişi intihar etti