Pazar Politik

Ego’nun biricikliği ve ciddiyetsizliği

Abone Ol
Doğamda çatışan iki karakter var; biri muhafazakâr, diğeri ilerici. Bunların biri akıllı, biri duygusal ve romantik. Başka insanlarda bu var mıdır? Varsa nasıl bir denge arz eder? Bilemiyorum. Bende bu iki doğanın çatışması söz konusu.

Huysuz ama tatlı ihtiyar Schopenhauer, insan bilincini fırtınalı bir gece karanlığında bir anlığına çakan bir şimşeğe benzetir. Etkisi o kadardır. İnsanın bu dünyadaki varlığının geçiciliği, kimine çok fena dokunur, kimisi ise bunu bilir ve umursamaz.

İkisinin arasında bir yol tutmak gerekse de bu en zoru olandır. İnsan her gün ölümlülüğü ve geçiciliği üzerine temaşa ile yaşayamaz; Schopenhauer’in de ısrarla üzerine durduğu gerçekliklerden birisi budur. Bu sebeple bu paradoks oldukça rahatsız edicidir. Ölümü bir yerde inkâr ederek yaşamak gerekir.

Yaşlanıyorum. 45 yaşına geldim ve geçen gece aniden göğsümden rahatsızlandım. 23 sene önce yaşadığım panik atak geri geldi diye düşündüm ama kendi “malımı” biliyorum affedersiniz. Bu panik atak değil ama vücudum enteresan tepkiler veriyor; başımda bir ağrı, soğuk ter, nefes almakta güçlük…

Gece çalışıyorum, hareketsizim. Platoncu bir filozof gibi düşünsem de onun gibi yaşamıyorum. Spor yapmam lazım. Tütünü bırakmam gerekiyor. Başka yolu yok. Ezcümle vücudum sinyal veriyor. “20 küsür sene kendine zulüm ederek yaşadın” diyor.

Neyse sabahın beşinde “acaba doktora gitsem mi?” diye düşünürken yatağında yatan oğluma bakıyorum. Ben ölsem bu herif ne yapar? Çok üzülür, elbette atlatır ama derin bir yara olur genç yaşta. Kendimi mi avutuyorum? Belki de ölüme karşı direnen kendi egom, kendine bir savunma mı buluyor? Bilemiyorum.

Doktora gitmekten vazgeçiyorum. Eşime diyorum ki “ben biraz yürüyüş yapacağım.” Yürüyüş iyi gelir mi? Geçen sefer de doktora gittim, “sinüs taşikardisi” demişti. Bir serum verip gönderdiler. Elbette öncesinde EKG çekmişlerdi giderek yaşlanan kalbimin kriz geçirip geçirmediğini anlamak için. EKG negatif çıkınca serumu verdiler, iyi geldi.

Hava karanlık. Yağmur yağıyor. Enerji bakanı Damat’ın kararıyla olmayan sabah, sabah olmuş. Malum insan beyni tebasının tüm gerçekliğine hâkim olduğunu, onu ontolojik olarak kuşattığını düşününce kendini tanrı sanıyor ama işte bunların hepsi “grandeur delusion.”

Neyse yürüdüm biraz. İyi geldi. Eve geliyorum. Yatmaya bir daha teşebbüs ediyorum ama hayır. Olmuyor.

Artık uykum geldiğinden, yatacağımdan değil de yorgunluktan birkaç saat sonra uykuya dalıyorum. Sorun geçmiş bir şekilde kalkıyorum. Sonra aklıma geliyor, “14 Mayıs var” diye. Vay be! Hiç düşünmemiştim. “14 Mayıs’ta bunların yenildiğini görmeden ölmek istemem” demem lazımdı.

Neden umurumda olmadı? Değerli gazeteci arkadaşım Alper Budak aramıştı bir ara. Bir haber için seçim ve siyasi ortam ile ilgili sorular hazırlıyormuş. Benden de aklıma sorulacak bir soru gelip gelmediğini rica etti. Benim aklıma soru gelmedi. Genel olarak siyasi konulara ilgisizim uzun bir süredir. Gezi olaylarından beridir böyle. Hatta o zaman da öyleydi. Gerçek bir solcu/sosyalist demokrat muhalefet olsun da ne olursa olsundu, umurumda değildi.

Hâlâ da umurumda değil. Oysa ki bu seçimler gerçekten önemli ama neden umurumda değil? Tamam sabahın bir vakti göğsüm sıkışınca başka hiçbir şey umurumda olmayabilir bunu anladım ama genel olarak “gün içinde” sıkışmış gibi yaşıyorum.

Bu iyi bir şey olarak görünmeyebilir ama akıl sağlığım açısından son derece muhafaza edici ve sağlıklı olduğunu söylemeliyim. Uzun bir süredir, kendi dünyamı oluşturan, gitarlarımın, bilgisayar programı ile uğraştığım bilgisayarlarımın ve binlerce kitabımın olduğu çalışma odamı Kâbe-i Muazzama olarak benimsemiş durumdayım.

Bu oda…her şeyim burada. Aklımın ve hayalimin ulaşmadığı ve hiçbir zaman ulaşamayacağı evrenin en uzak yerlerine ve farklı, tahayyülü imkânsız boyutlara kapıyı aralayan bir oda benim çalışma odam. İşin doğrusu güncel siyasetin ve hatta insanlığın geleceğini tasarlayan ideolojilerin tartışmasından münezzeh bir saklı bahçe, bir “safe haven.”

Bu sebeple de tüm bunlardan uzak durmamın arkasında zihnim ve fiziksel bedenimi tüm bütünlüğüyle hissettiğim bu yer var. Başka yerlerde bu huzuru bulamıyorum, belki yazın gittiğim yazlık hariç.

Siyaset bana kalsa Stalin gibi biri olurum. Çünkü kimseye tahammülüm yok. Hele dini bütün geçinen aptallara, yobazlara, bağnazlara ve faşistlere. Bu tahammülsüzlüğümün ucu şiddete de varabilir. Bunun garantisini vermemin imkânı yok.

İşte bu apolitizm ve politika ile ilgilenmek arasındaki bir noktada kalıyor. Belki de böyle yaparak aslında modern siyasi sistemlerin “uygun ve uysal” vatandaş profiline uyuyorum.  Hatta bir aparatçik de olabilirim. Ama yukarıda ne demiştim? Ben kendi “malımı” biliyorum. Kendimi biliyorum.

Eğer Recep Tayyip Erdoğan’ın yerine geçersem, ondan daha beter olacağımı bilmemin de bunda etkisi var. Ondan tek farkı seküler olmayanlara cehennemi yaşatabileceğim düşüncesi. Bunu yapabilirim. Aktif siyasetin ise değil sadece Türkiye’de, dünyada böyle insanlara ihtiyacı yok. Aksi tutum ve görüşte olan insanlara ihtiyacı var.

Kemal Kılıçdaroğlu böyle bir adam benim gözümde. Ne İmamoğlu gibi herkese mavi boncuk dağıtıyor ne de bir şahin edasıyla milleti kırıp döküyor; güzel bir sükûnet siyaseti izliyor. Bence siyaseti böyle adamların ve kadınların eline emanet etmek lazım. Belki bu da benim aşırı güvenimden kaynaklanıyordur? Bunu da bilemiyorum. Yani Kılıçdaroğlu’nu çok sevmemin sebebi, benim gibi olması değil, tam tersine benim gibi tehlikeli birisi olmaması. Bu çok iyi.

Dedim ya, siyaset bana kalsa Stalin gibi biri olurum. Çünkü kimseye tahammülüm yok. Hele dini bütün geçinen aptallara, yobazlara, bağnazlara ve faşistlere. Bu tahammülsüzlüğümün ucu şiddete de varabilir. Bunun garantisini vermemin imkânı yok. Bunun sebebi ise AKP’nin son yıllarda halkı iyice bölen kutuplaştırma politikası değil.

Ben uzun süredir böyleyim. Son yirmi senedir ister dinsel isterse de seküler olsun aptallığa tahammülsüzlüğüm giderek arttı. Gezi olayları ve takip eden dünya gündemiyle de giderek insanlığın kurtuluşu olmadığı düşüncesine kani oldum. Aptallık derken de vasat, asgari düzeyde rasyonel düşünceyi kullanamayan insan evlatlarını kastediyorum. Yani kimseden Niels Bohr ya da Giordano Bruno olmasını beklemek gibi bir hadsizlikte bulunacak değilim. Ki ben de sümme haşa bu gibi alimlerden değilim. O zamanlar geçti.

En sağdan en sola çoğu insan bu tür bir aptallığın pençesinde. Dünyada pek çok sorunun çözümü gerçekten de insanların birbirini dinlemelerinden ve karşılıklı bir müzakereden geçiyor. Ama bu olmadığı ve akıl kullanılmadığı sürece kurtuluş da yok.

Bu tür bir ideolojik uzak duruş kesin bir görüş değil elbette. Son bir karar da değil. Sadece bunlardan uzak durarak en azından akıl sağlığımı koruyorum. Ama belli ki akıl sağlığı da tek başına yeterli değil. Fiziksel olarak da bazı şeylerden uzak durmam lazımmış, onu anladım. Ki şunu da kendime çok kez soruyorum: İdeolojik olarak ben ne kadar toplumdan farklıyım? Ne kadar uzak duruyorum ve toplumsal cendereden ne kadar kendimi münezzeh kılıyorum? Doğrusu bunların da cevabını bilmiyorum.

Eşim, bir gün oğlumun kıvraklığını ve hızlı oluşu hasebiyle onu bale kursuna gönderebileceğini söylemişti, karşı çıkmıştım. Erkek adamın bale kursunda işi ne diye. Kesinlikle erkek şovenizminin bir göstergesiydi bu. Ama bu da benim bir parçam, her ne kadar klasik erkek egemen söylemden çok fazla uzak dursam da bazı şeyleri koruyorum.

Doğamda çatışan iki karakter var; biri muhafazakâr, diğeri ilerici. Bunların biri akıllı, biri duygusal ve romantik. Başka insanlarda bu var mıdır? Varsa nasıl bir denge arz eder? Bilemiyorum. Bende bu iki doğanın çatışması söz konusu. Çok sık çatışıyorlar. E ne yapabilirim? İç çatışmaların çoğu bölünme ile sonuçlanır. Ben de dolayısıyla bazı meseleleri gündemden düşürüyorum.

Kalbimin ağrısı geçiyor. İyileşiyorum. Ve bu yazıyı bitirirken oğlum yanımda oyun oynuyor. Mutlu. Geleceği nasıl olacak? 14 Mayıs sonrası ne olacak? Bir an için bu soruyu kendime sorsam da kafam duruyor, anı yaşıyorum.

Meseleyi gündemden düşürüyorum.