Yazar Deniz Yıldırım ile yeni öykü kitabı Mümkün’ü konuştuk. Kitaptaki  öykülerin, karamsarlıktan giderek umuda, hak mücadelesine ve değişim yolunda çabalara doğru bir seyir olduğunu söyleyen Yıldırım edebiyatı da; “Bu ülkeyi anlama ve daha iyiye götürme mücadelesinin sahası olarak görüyorum.” diyor. Kitaptaki öykülerin temalarına baktığımızda çarpık kentleşme, beton tutkusu, çalışan yoksullar, haksız kazanç ve ün gibi olgular çarpıyor göze. Yeni Türkiye”nin bu öykülere motivasyon sağladığını söyleyebilir miyiz? Kuşkusuz ki söyleyebiliriz. Ben bir siyaset bilimci olarak Türkiye’nin toplumsal gerçekliğini ve dönüşümünü sadece makro siyasal ilişkilerde, sınırlı yukarıdan aşağıya çizilmiş dar siyasal alanlarda okumanın yetersiz olduğunu düşünüyorum. Toplum dönüşüyor, toplumsal ilişkiler dönüşüyor. Yeni rejimin ekonomi, siyaset, ideoloji alanında yarattığı kuşatmaya bağlı olarak düşünme ve davranış kalıplarımız değişiyor; birçok açıdan “yabancılaşma” dediğimiz olgunun tüm izlerinin ve işaretlerinin görünür olduğu yeni bir insan tipinin doğduğunu görüyorum. Mümkün’deki öyküler, yeni rejimin bu yeni insan tipine de, bu insan tipine dönüşmeye direnenlerin buhranlarına da eğilmeye, daha yakından bakmaya çalışıyor. Bunu bir kayıt altına alma, geleceğe edebiyat aracılığıyla bir kanıt bırakma yolu olarak da görebiliriz. Edebiyat benim için hep önemliydi; bir yandan da bu ülkeyi anlama ve daha iyiye götürme mücadelesini kalemimin tüm olanaklarıyla vermeye çalışıyorum; edebiyatı da bu mücadelenin sahası olarak görmekteyim. Özellikle En Taze Ölüler” öykünüzdeki Elifin yabancılaşma süreci çok çarpıcı. Gerçeği rüyasına giren” Elifin çaresizliği hiç de uzak değil bizlere. Toplumun büyük kısmı Elif gibi bir yaşama sahip değil mi? Teşekkür ederim. Bu benim için de çok özel bir öykü. Orada emekçi bir kadın olan Elif’in yaşamı üzerinden kadınların bu toplumda karşı karşıya oldukları maddi ve manevi basınçları, dinselleşmiş iktidar ilişkilerinin karşısında başörtülü bir emekçinin yaşadığı sınıfsal gerilimler aracılığıyla yansıtmak istedim. Toplumun “başörtülüler” ve “başı açıklar” şeklinde kadınların giyimleri üzerinden tasnif edilmesine, kutuplaştırılmasına karşı, her kesimin içindeki ezen-ezilen ilişkilerini görünür kılmanın, bunun üzerinden Elif gibi insanlara ulaşmanın gerekli olduğuna inandım daima. Bu öyküde de Elif karakterinin “kolektif bir kişilik” olduğunu söyleyebilirim. Elif’in yaşadıkları somut, tanıdık; sonlara doğru hikâyenin “büyülü gerçekçi” bir çerçeve içinden okura alan açmaya çalışması ise okuru “Elif’in, Elif gibi yaşayan çoğunluğun çıkış yolu ne olmalı?” sorusunu düşünmeye davet niteliğinde.  Kitabın girişinde bir Yunus Emre dizesi var: “Ölü değildir bu canlar, aşk gölünde yüzedurur.” Elbette her okur bu dizeyi farklı biçimde hissedecektir kitabı okurken, siz neden bu dizeyi seçtiniz diye sorsam? Zor soru, zorluğu bir yandan da yapacağım açıklamanın öykülerin genel ruhunu anlama yolunda okura bıraktığım alanı kapatmasından duyduğum endişe. Sadece bir şey söyleyeyim bu noktada. Kitaptaki öykülerin dizilişine dikkat ederseniz, karamsarlıktan/çıkışsızlıktan (mimar Erdem’in hikâyesi örneğin) giderek umuda, hak mücadelesine ve değişim yolunda çabalara doğru bir seyir var. Sıralama tesadüf değil elbette. Yaşadığımız distopyayla başlıyor ve küçük bir adımla yeniden ütopyaya dönüşen kurgularla bitiriyorum kitabı. Bu bir bakıma, “uzun süre durağan kalmış yapıları”, ölü sanılan, bitti diye düşünülen direnç tohumlarının ölmediğini göstermenin diğer yolu. Gerisini meraklı, titiz okurlara bırakayım. BİR SEÇİM HİKAYESİ: MÜMKÜN Kitaba ismini veren son öykü Mümkünde halihazırda tüm ülkenin kitlendiği genel seçim hikayesi var. Bir köyde sandık görevlisi olan öğretmen Haluk çoğumuzun hissettiği bir yorgunluk, yılgınlık içinde. Ama bir yandan da hak mücadelesi verme gücünü kaybetmemiş. Ne dersiniz, 2023 seçimlerinde içimizdeki Haluklar yılgınlığa mı yenik düşecek yoksa umutla tek bir oyun bile peşine mi düşecek? Aslında kitaba adını veren bu öyküde farklı eksenler üzerinden günümüz Türkiyesi’ne alegorik olarak bakmaya, edebiyat aracılığıyla bugünün kaydını tutarken umudu da diriltmeye çalıştım. Bu açıdan Haluk öğretmenin bir “kolektif kişilik” olduğunu, hepimizden bir parça taşıdığını ve hepimizin de Haluk öğretmenden izler taşıdığımızı düşünüyorum. Yaşadığı gelgitli durum bakımından Türkiye’nin aydın katmanlarındaki ruh halini yansıtmasını istedim Haluk öğretmenin. Burada elbette, Türkiye’nin tarihsel modernleşme sürecinde, “halka doğru” hareketinde geçmişte öğretmen öncünün tuttuğu yerin hem o öncünün yaşadığı yabancılaşma hem de o öncünün yöneldiği kesimlerdeki tutum bakımından nasıl bir değişim geçirdiğini de kayıt altına almaya çalıştım. Burada kritik nokta, yenilgiyi gündelik yaşamında giderek içselleştirmiş, deyim yerindeyse uysallaşmış ve düzenle uzlaşmış görünen birinin bile bam telinin olduğunu, sabrının taşmasına, tepki verip kararlılıkla hak savunmasına yol açmasının kaçınılmazlığını göstermekti. Haluk öğretmenin o bir oy için neredeyse tüm yerel iktidar bloğunu karşısına alma cesaretini, bu süreçte yaşadığı gelgitleri yansıtmak için sandık/seçim alegorisini işlevselleştirmeye çalıştım. O bir oy aslında katalizör rolü üstlendi. Diğer yandan Haluk öğretmen bir aydın tabaka mensubu olarak bu değişimi tek başına tetiklemiyor hikâyede dikkat ederseniz. Kendisine yönelen bireysel haksızlıklar ve şiddet karşısında sessiz kalan tüm mikro toplumdan, köy halkından bir hamleyle intikam alan, bir oyla taşları yerinden oynatan bir kadın kahramanı var hikâyenin. Eğer halk içinden gelen, görünmez kılınmış bu kişi cesaret göstermese, köydeki statükoyu bozacağını bile bile bu oy tercihini sergilemese, Haluk öğretmenin de geçmişini, haktan ve adaletten yana duruşunu harekete geçirecek bir katalizör olmayacaktı belki de. Bu açıdan aydınların öncülüğü meselesinin arkasına bakan, halk ile aydın öncü arasındaki ilişkide düğmeyi doğru yerden iliklemeye çağıran bir meselesi de var Mümkün’ün. 2023 SİYASAL BİR KIRILMA OLACAK 2023 seçimlerine gelince. Tekrar belirtmeliyim ki bu öyküde seçim/sandık aslında bir alegori. Bunu gündelik yaşama da uygulayabiliriz, şu anda tanık olduğumuz siyasal rejime de. Bir kişinin her şeyi keyfince belirleyebildiği bir ortamda, bir başka kişinin her şeyi nasıl alt üst edebildiğini, düzene çomak sokan bir kar tanesinin nasıl tüm krizleri açığa çıkarıp kartopuna dönüşebildiğini göstermek ya da tartıştırmak istedim. Umarım bu yönüyle de tartışılır, konuşulur ya da eleştirilir Mümkün. Seçim/sandık günü alegorisini tercih etmemse tesadüf değil. Çünkü hem buna benzer bir ortama şahitlik ettim hem de bizim toplumun siyaset olgusunu en fazla gündemine aldığı, siyasallaştığı koşullar seçimlerdir, toplum genelde seçim yaklaştığında siyasete ve siyasal mesajlara kulağını daha çok açar. Dolayısıyla seçimler aracılığıyla bir siyasal alegori inşa etmenin daha elverişli olduğunu düşündüm. Ve evet, 2023 bu ülkenin tarihsel kırılmasıdır. Türkiye ya demokratik, hukuk ilkelerine bağlı laik bir cumhuriyet olacak ya da tek kişinin her şeye karar verdiği, yağmaya ve din sömürüsüne dayalı ağır bir baskı rejimi olarak kurumsallaşacak. Böyle bir ortamda hepimizin Haluk öğretmen gibi olması, önümüzdeki bu büyük göreve uygun hareket etmesi elbette kaçınılmaz geliyor bana. TÜRKİYE’DE SEÇMEN PRAGMATİKTİR Aynı öyküde tipik bir Anadolu köylüsü siyasi davranışı ile karşılaşıyoruz. Devletin bozguncu veya vatan haini dediği partilere oy verirse yolunun yapılmayacağını biliyor. Şimdi şunu sormak isterim: Türkiyenin sağ siyasetlere yatkınlığı halkın bireysel, özgür tercihlerinin sonucu mu yoksa devlet eliyle bir yönlendirme mi söz konusu? Ya da devlet nerede başlıyor nerede bitiyor” diye formüle edeyim soruyu. Mümkün Partisi hiç kazanamayacak mı bu topraklarda? Türkiye’de seçmenin pragmatik olduğunu söyleyebiliriz. Genelde somut, maddi kazanım elde etmenin bir yoludur seçimler. Seçmenle siyasetçi bağı seçim dışı zamanlarda zayıftır, bu nedenle seçim zamanında ideolojiler etkin gibi görünse de, seçmenin hem iktidar olması “mümkün” olan partileri süzgeçten geçirdiğini hem de bu süreci çocuğuna iş, köyüne yol, kaçak evine af gibi bir “pazarlık” konusu yaptığını söylemek olasıdır. Sağ siyasetlerin avantajı, hem üzerinden silindirle geçilmiş bir solun bıraktığı boşlukta kendi sosyal mesajlarını dinsel ya da milli kimlik üzerinden siyasallaştırarak ve bugün ülkeyi yönetenlerin yaptığı üzere, karşıtlarını da bu kimliklerin dışında kalan engeller, “zillet”ler olarak kodlayarak ilerlemeleri, kitlelerle maddi temelde kurdukları ilişkiyi ideolojik ve siyasal düzlemde daha geniş kesimlere ulaşacak şekilde kurgulamalarıdır bana göre. Fakat burada tek mesele, solun üzerinden darbelerle, baskılarla geçilmiş olması değildir. Bu dışsal nedendir ve örneğin birçok Latin Amerika ülkesinde, örneğin Şili’de de bu böyle olmuştur. Asıl mesele, bugün Şili’de ya da başka birçok Latin Amerika ülkesinde solun yeni koşullara göre canlanıp iktidara yürümeyi başardığı koşullarda, Türkiye’de solun bunu niye başaramadığıdır ki bu bana kalırsa sadece dışsal nedenlerle açıklanamaz. Uzun bir konu olduğu için bunu burada keseyim. Devlet nerede başlıyor, nerede bitiyor sorunuz da sanırım oldukça anlamlı. Dikkat ederseniz hikâyede ben de bu gerilimli, akışkan olguyu Haluk öğretmenin konumu üzerinden vermeye çalıştım. Sandık başkanı olarak “sen devletsin şimdi” denilen, öyle görülen biriydi Haluk öğretmen. Bu aslında bu topraklarda soyutlama ile somutlama geriliminin açık örneklerinden biriydi. Soyut bir olguyu ancak somutlaştığında, ete kemiğe büründüğünde anlamlandırıyor insanımız. Felsefe geleneğimizin gelişmemesinden midir yoksa zaten tam da bu nedenle mi felsefe geleneğimiz gelişmiyor, bunu not olarak bırakıp devam edeyim kaldığım yerden: Devlet hem soyut hem de somut bir kavram. Haluk öğretmen başlangıçta bir kişi olarak devleti somutluyor. Erdoğan’ın da zaman zaman kendisini devletle eş tutan somutlama stratejisi bu gerçeklikle bağlantılı olarak okunabilir sanırım. Fakat aynı Haluk öğretmen, sandık kurulan odadaki güç ilişkileri içinde bir anda “devlet düşmanı”, “devletin dışında kalan” olarak kodlanabiliyor. Bu anlamda devlet bir kişide somutlamayla başlıyor öyküde ve aynı kişinin dışarıda bırakılmasına dönük çabayla ilerliyor. Dolayısıyla akışkan, değişken, güç ilişkilerine göre sürekli yeniden tanımlanan bir olguyla karşı karşıyayız. Haluk öğretmenin hak arayışını, “kamusal” bir olgu olarak devletin içinde, varlığında kendi payını teyit etme, “iç düşman” algısının karşısına “hukuk devleti” olgusunu yerleştirme mücadelesi olarak da görebiliriz öyleyse. Haluk öğretmenin şahsında “devlet nedir” sorusunu, tartışmasını yürütmeye fırsat verebiliyorsa Mümkün ve bu sorulara verilecek yanıtın değişkenliğini, akışkanlığını göstermeye yarıyorsa, bir amacına daha ulaşmış sayabiliriz. Mümkün Partisi’nin bu topraklarda kazanıp kazanamayacağına gelince. Kısa yanıt vereyim. Kazanır, fakat bu topraklarda henüz Mümkün Partisi yok. Kazanmak için önce bu soruna çare bulmalıyız. Buna yanıt vermek zorunda değilsiniz ama Mümkün’ü anlatan ve yakında karşılaşacağımız kişi kim diye sorsam? Aslında Mümkün’de yer alan öykülerin hemen tamamında bir soyut anlatıcının yer yer devreye girdiğini, kendisini bir hayalet gibi gösterip geriye çekildiğini görüyoruz. Nitekim kitabın girişinde de bunun ipuçlarını Gogol’ün Palto öyküsünden bir alıntıyla verdim. Akaki Akakiyeviç’in uğradığı haksızlık sonucunda hayatını kaybetmesi, ardından da bu haksızlığa yol açanları bir hayalet gibi ziyaret etmesi hepimizin bildiği bir durum. Fakat o öykünün sonunda, hayalet memurun bir daha görünmediğini söyleyenler kadar, zaman zaman dolaşmaya devam ettiğini söyleyenlerin de var olduğunu ifade etmişti Gogol. Ben buradan bir devamlılık ilişkisi geliştirdim ve evrensel bir kahramanın hayaletini, başkalarının haksızlıkları karşısında dayanamayarak yeniden göklerden yere çağırmayı seçtim. Bu nedenle de “Mümkün’de bir hayalet dolaşıyor, Akaki Akakiyeviç’in hayaleti” demek mümkün. Bu hayalet nerede görünüyorsa, orada bir haksızlık var demektir. Asıl mesele, bu haksızlıkla mücadeleyi yere indirmek, dünyevileştirmektir bu noktada. Fakat edebiyat sözünü sakınır, saklar, okurunun hayal gücünü göreve çağırır. Kim bilir belki de bazı okurlar bunun üzerine, dinselleşmiş bir iktidar, dinselleşmiş bir meşrulaştırma düzeninde karşı hegemonyaya dair böyle semavi bir metaforun kullanılmasını nedenleriyle birlikte daha fazla sorgular, tartışır. Yazar başka ne ister? MESELE ‘MÜMKÜN’Ü DERT EDİNMEKTE Mümkün adlı öyküde, köyde organik tarım yapan kişiler potansiyel anarşik” görülüyor köylü tarafından. Son günlerde sık sık hekim cinayetlerinde şahit olduğumuz gibi, eğitimli kitlelere bu hınç nereden kaynaklanıyor sizce? Asıl meselenin, en azından Mümkün’ün dert edinip üzerindeki kabuğu kaldırarak kanamasına izin verdiği yaranın, eğitimli-eğitimsiz kitle ayrımının da ötesinde, “kitlenin, genelin dışına çıkma”, ayrıksı durma karşısında duyulan tedirginlik olduğunu söyleyebilirim. Herkesin yaptığını yapmama, herkes gibi düşünmeme, herkes gibi hareket etmeme, herkesin oy verdiği partiye oy vermeme… Bu liste uzayıp gider; fakat genel eğilim, farklı fikir, tutum karşısında mesafe, ürkme, yaftalamadır çoğu zaman. Fakat bunun da keskin ve sabit bir tutum olduğunu düşünmüyorum. Pragmatizm burada da devreye girer; kitleler “deli” diye kodladığı “anarşik”i, ayrıksıyı, eğer kendi çıkarını asıl onun temsil ettiğini, savunduğunu anlarsa, ikna olursa “akıllı” yapar, “okumuş, mürekkep yalamış” der, sahip çıkar. Çok sevdiğim bir örnektir; Yüksel Aksu’nun Entelköy Efeköye Karşı filminde köylünün “deli” yerine koyduğu “Aşırı” karakterinin sözlerini köylü ancak onun söylediklerinin doğrulanmasıyla ciddiye almaya başlar; ondan sonra da onu baştacı edip, kurtarıcı görüp çözüm için öncü olmasını ister. Kitlelerin gözünde “deli”yi “akıllı”ya çeviren kişinin diploması, okuduğu kitap sayısı değil; somut yaşama dair saptamalarının doğrulanması ve çözümlerinin de halkın çıkarıyla uyumlu olduğu yönünde bir algının oluşmasıdır. Değerli yazarımız Ahmet Büke’nin çok severek okuduğum ve iz bırakacağını düşündüğüm Deli İbram Divanı’ndaki “Deli İbram”ın bir sonraki aşamada halkın gözünde “Akıllı İbram”a dönüşmesini sağlamaktır, bu olasılığa inandırmaktır siyaset bu topraklarda bana kalırsa. Elbette düzen dışı siyasetten söz ediyorum.