Türkiye’nin son 20 yılı bir demokratik gerileme ve kurumsal erozyon süreciydi. 20 yıl içerisinde ilk başta “demokratikleşme” hikayesi adı altında devletin kurumların yapı sökümüne uğradı, sonra da yerine tek bir adam etrafında toplanmış yeni bir siyasal otorite yapısı inşa edildi. Türkiye’nin V-Dem Demokrasi Endeksi’nde en yüksek puana sahip olduğu son yıl 2003’tü. Bundan sonra ise 2021’e gelene kadar Türkiye demokrasisi sürekli aşağı bir seyir izledi. 2003 yılında da Türkiye’nin sahip olduğu sistem tamamen demokratik değildi elbette. O yıllarda Meksika ile aynı kalitede bir demokrasiye sahipti V-Dem’e göre. Ancak 2021 yılına geldiğimizde Türkiye’deki demokratik sistemin kalitesi yine V-Dem Demokrasi Endeksi’ne göre Rusya, İran, Afganistan gibi ülkelerin seviyesine kadar geriledi. Türkiye’nin uzun ancak istikrarlı demokratik gerileme sürecinde birçok farklı dönemeç vardı. Bu yazı Türkiye’nin kendine has hikayesini özetleyebilecek kadar uzun değil, yazının amacı da bu değil. Son 20 yılda toplumsal hafızamıza kazınan kritik olaylar, dönüm noktaları ne kadar Türkiye’ye özel ise, aslında yaşadığımız süreç bir o kadar da evrensel. Dünya son 20 yıldır büyük bir demokratik gerileme dalgası yaşıyor. Türkiye’nin yaşadığı süreci bir de bu açıdan değerlendirmek bu süreci anlamlandırmak ve bu soruna karşı çözümler üretebilmek için alternatif bir perspektif sunabilir. Bundan öte, Türkiye’nin deneyimini evrensel bir perspektife oturtmak ülkemizin dünyadaki siyasi dönüşümlerde ne kadar merkezi bir rol oynayabileceğini bize hatırlatabilir. Türkiye’yi anlamak dünyayı, dünyayı anlamaksa Türkiye’yi daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir. İlk olarak belirtilmesi gereken nokta şu: Son 20 yıl dünya için de yeni bir demokratik gerileme dalgasının yaşandığı bir süreçti. Bu konuda yalnız değiliz. Daha çok spekülatif “Medeniyetler Çatışması” çalışmasıyla bilinse de Samuel Huntington demokrasi alanında da birçok çalışma yapmıştır. Hatta bu dalda yaptığı incelemelerin çok daha empirik ve ayaklarının yere bastığını söylemek mümkün. Huntington, 1990’ların başında modern siyasal tarihte üç küresel demokratikleşme dalgası, iki tane de küresel demokratik gerileme ya da otokratikleşme süreci gözlemliyordu. Bu gözlemi yaptığında üçüncü küresel demokratikleşme süreci devam ediyordu (özellikle post-komünist rejimlerin dönüşmesiyle). Huntington’a göre dünyadaki demokratikleşme akımları dalgalar halinde geliyor, bir süre sonra ise reaksiyoner bir akım gelişiyor, buna karşılık sonunda yeni bir ilerleme dalgası daha geliyordu. Huntington bunları 1990’larda gözlemledi. Peki bugün neredeyiz? V-Dem Enstitüsü’nden Lührmann ve Lindberg’in (2019) incelemelerine göre dünya aslında Huntington’ın da gözlemlerine uygun biçimde 1990’larda devam eden demokratikleşme dalgasından sonra 2000’lerde yeni bir demokratik gerileme sürecine girdi. Dünyada demokratikleşen ülkelerin miktarı otokratikleşen ülkelerin sayısına göre gittikçe azalmaya başladı. Lührmann ve Lindberg’e göre “üçüncü bir küresel otokratikleşme dalgasını kesinlikle gözlemlemek mümkün”dü. Yukarıdaki görselde Lührmann ve Lindberg’in (2019) makalesinde hazırladıkları üç küresel otokratikleşme dalgası gözlemlenebilir. Son dalga 1990’lar ortasında yavaşça başladı. 2010’larda ise küresel demokratikleşme oranı, otokratikleşme oranının altına düşerek üçüncü demokratik gerileme dalgası iyice netleşti. VERİLER NE SÖYLÜYOR? İçinde bulunduğumuz küresel demokratik gerileme dalgasını başka araştırmalar da gösteriyor. Freedom House’un 2021 raporu dünyada son 15 yılda ülkelerdeki özgürlük ve demokrasi kalitesinin istikrarlı bir biçimde gerilediğini net şekilde ortaya koyuyor. Rapora göre 2005 yılından beri dünyadaki değişik ülkelerdeki demokratik ilerleme oranının toplamı demokratik gerileme oranlarını geçemiyor. Her yıl demokratik gerileme üstün geliyor. 2005’ten beri bu küresel dalgayı bozabilmiş bir tane bile yıl yaşamadık. İşin en kötü kısmı ise zaman geçtikçe demokratik gerilemenin şiddetinin artması. 2020 yılı şu ana kadar dünyada en fazla demokratik gerileme gözlemlenen yıldı. Yani üçüncü demokratik gerileme dalgasının hala içindeyiz. Yine 2021 Freedom House raporuna göre 2005’te “Özgür” kategorisindeki ülke sayısı 89, “Özgür Değil” kategorisindeki ülke sayısı 45 iken, 15 yılda bu iki kategori arasındaki fark istikrarlı biçimde gittikçe kapandı. Altta da görülebileceği üzere, 2020 yılına gelindiğinde “Özgür” ülke sayısı 82’ye gerilerken, “Özgür Değil” kategorisindeki ülke sayısı 54’e yükseldi. Türkiye’nin de bu son 15 yıl içinde “Kısmen Özgür” ülkeler grubundan “Özgür Değil” grubuna düşen birkaç ülkeden biri olduğunu not etmekte fayda var. V-Dem 2021 Demokrasi Raporu da son yıllardaki küresel demokratik gerileme dalgasını net bir şekilde ortaya koyuyor. Alttaki görselde görülebileceği üzere rapora göre 2010’da otokratik rejimler altında yaşayan dünya nüfusu oranı %48 iken 2020’de bu oran %68’e çıktı. Yine benzer şekilde 2010’da demokratik gerileme sürecinden geçen ülkelerde yaşayan dünya nüfusu oranı sadece %6 iken bu oran 2020’de %34’e fırlamış halde. V-Dem 2021 Demokrasi Raporu’ndaki bir diğer görsel ise 2010’ların ortasından itibaren demokratik gerileme dalgasının ne kadar derinleştiğini daha net ortaya koyuyor. 2010’ların ortasındaki kırılmayla birlikte artık bugün dünyada demokratikleşen ülkelerin sayısı otokratikleşen ülkelerin sayısından daha az. Dünya en son 1970’lerde benzer bir durumdaydı. Demokratikleşen ülkelerde yaşayan dünya nüfusu ise 2010’lardaki kırılma ile birlikte otokratikleşen ülkelerde yaşayan nüfusun altına 1970’lerden beri yine ilk kez düştü. Dünyanın derin bir demokratik ve siyasi kriz yaşadığı ortada. Her demokratikleşme ve otokratikleşme dalgası ise kendine has karakteristiklere sahip oluyor. Lührmann ve Lindberg’e (2019) göre şu anda içinden geçtiğimiz küresel demokratik gerileme sürecinin en belirgin özelliklerinden biri gerileme sürecinin çoğu zaman yasal bir zeminde çok yavaş biçimde ve parça parça gerçekleşiyor olması. Demokrasiler artık bir anda çökmüyor ve tamamen de rafa kalkmıyorlar. Sandık gibi kritik demokratik kurumlar ayakta kalırken tüm bu demokratik kurumların içi gittikçe boşalıyor, rejimler demokrasiyi rafa kaldırmasa da işlevsiz hale getiriyor. Bunu da yine bu kurumları kullanarak çok yavaş bir biçimde, çoğu zaman da halk desteğiyle birlikte yapıyorlar. Eski dönemlerdeki otokratikleşme süreçlerinde demokrasiler net biçimde müdahalelerle askıya alınırken artık demokratik gerileme süreci hem gayrı resmi hem de sinsice yürütülüyor. Bu da kendi başına enteresan bir durum çünkü günümüz dünyasında anti-demokratik iktidarların istemese bile meşruiyetlerini sadece “demokratik” süreçlere dayandırarak ayakta tutabileceklerini gösteriyor. Demokrasinin albenisi bir şekilde ayakta kalıyor. Nancy Bermeo (2016) günümüzdeki demokratik gerileme süreçlerinde “demokratikleşme” temasının da çokça kullanıldığını belirtiyor. Bermeo’ya göre demokratik gerileme birçok ülkede “demokratikleşme” sürecinin bir parçası olarak gerçekleşebiliyor. Süreç halka böyle sunulduğu için de demokratik gerilemenin tespit edilmesi gittikçe zorlaşabiliyor. Bermeo, Türkiye’yi de örnek bir vaka olarak sunuyor. Türkiye’deki eksik demokrasiyi “demokratikleştirme” motivasyonuyla iktidara gelen bir yönetimin bu süreci otokratikleşmek için arkasına halk desteğini de alarak nasıl usulca gerçekleştirdiğini belirtiyor. Genel olarak da iktidara gelen otokratik zihniyetteki yönetimlerin çarpık sistemleri “reform” vaadiyle cezbedip süreci manipüle etmeleri çokça rastlanan bir durum. Macaristan’da Viktor Orban yolsuzluktan muzdarip bir Macar halkına reform vaadiyle iktidara geldi. Brezilya’da Jair Bolsonaro kamusal güvenliği sağlama ve yolsuzluğa karşı mücadele etme vaadiyle yine iktidara geldi. ABD ve Venezuela dahil birçok farklı ülkede benzer biçimde mevcut siyasal sistemden memnun olmayan kitleleri cezbedebilen liderler iktidara geldiler. Türkiye’nin de 2002’de bundan farklı bir durumda olduğu söylenemez. OTOKRATİKLEŞME Mİ, DEMOKRATİKLEŞME Mİ? Ortak olarak yapılabilecek bir gözlem, farklı ülkelerde kitlelerin siyasal sistemlerden memnun olmaması, değişim talebinde bulunması ve bu değişim taleplerini sömürerek iktidara gelen yöneticilerin çoğu zaman da “reform” kisvesi altında siyasal sistemi gittikçe otokratikleştirmesi. Hatta ironik bir biçimde bu otokratikleşme süreci bir “demokratikleşme” süreci olarak da lanse edilebiliyor. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi. Burada ortak bir anlayış “gerçek” bir demokrasinin kurumsal zincirlerden ve engellerden kurtulup yönetici ve halk arasındaki direkt diyalog üzerinden kurulabileceği üzerine kurulu. Bundan dolayı da birçok demokratik gerileme sürecini tetikleyen siyasal hareket, söylemlerinde “anti-elitist” ve “popülist” temalar barındırabiliyor. Ancak şunu da unutmamak gerekiyor. İktidarların, halkın siyasal düzenle olan rahatsızlığını sömürerek yönetimi ele geçirmesi ve otokratikleşmesi halkın siyasal düzenden duyduğu rahatsızlığın suni olduğunun bir göstergesi değil. Nitekim demokratik gerileme dalgaları da genellikle 1930’lar ve 1970’ler gibi ekonomik ve siyasal kurumların halkın taleplerini karşılamakta ciddi biçimde yetersiz kaldığı dönemlerde patlak veriyor. Kurumlar yetersiz kaldığında ise bu otorite boşluğunu doldurmak için süreci sömürebilecek anti-demokratik hareketlere daha çok alan açılabiliyor. Cambridge Üniversitesi’nin 2020’de yayınladığı bir araştırmaya göre gelişmiş ülkelerde demokrasiden memnun olma oranı 1970’lerden beri en düşük seviyesine gerilemiş halde. 1990’ların ortalarına kadar üçüncü demokratikleşme dalgasına paralel şekilde artan demokrasiyle memnuniyet oranları 2000’lerde yeniden gerilemeye başlıyor, özellikle 2008 küresel krizi sonrası oran gittikçe düşüyor. Yine aynı araştırmada şaşırtıcı olmayacak biçimde demokratik düzenden memnun olma oranının düşüşünün siyasal sistemin halkın taleplerini karşılamakta ne kadar becerikli olduğuyla paralel yürüdüğü gözlemleniyor. Demokrasiler halkın maddi ve manevi taleplerini karşılaşmakta ne kadar zorlanırsa cazibeleri o kadar azalıyor. Kurumlar ne kadar işlevsiz, yöneticiler halktan ne kadar kopuk hale gelirse halk da siyasal sistemden o kadar soğuyor. Bu koşullar altında, özellikle küresel olarak artan gelir ve servet eşitsizliği ve 2008 krizi sonrası derinleşen bir güvencesizlik sorununu çözmekte yetersiz kalan siyasal kurumlara ve yöneticilere karşı bir hayal kırıklığı yaşanması hiç de şaşırtıcı değil. Böyle bir atmosferde halkın taleplerini gideremeyen yöneticilere karşı “anti-elitist” bir tavır oluşması da şaşırtıcı değil. Mevcut siyasal ve ekonomik sisteme karşı inancın sarsıldığı böyle dönemlerde ise, daha önce de belirtildiği gibi alternatif siyasi figürler ortaya çıkabiliyor, acil değişim taleplerini de sömürerek siyasal gücünü gittikçe sağlamlaştıracak adımları kolaylıkla atabiliyor. Genellikle kaybolan düzeni tesis etme vaadiyle iktidara gelen bu hareketler zaman içerisinde kendi istikrarsızlıklarını yaratıyorlar, sistemi başka şekillerde işlevsizleştirerek var olan sorunlara sürdürülebilir çözümler üretemiyorlar. Nitekim bundan dolayı da bu tarz hareketler iktidarını korumak için sürekli olarak toplumsal gerginliklerden besleniyor, halkı tetikte tutuyor. Yetersiz bir siyasal ve ekonomik sisteme karşı sunduğu alternatif vizyon da sürdürülebilir bir düzen yaratamıyor. Tüm bunların Türkiye’deki süreç ile bağını görmenin çok da zor olmadığını düşünüyorum. Türkiye’nin dünyanın yaşadığı küresel demokratik buhranın ne kadar merkezinde olduğunu görmek için sadece göstergelere bakmak yeterli. Freedom House 2021 Raporu’na göre 2010-2020 yılları arasında tüm dünyada özgürlüklerin en çok gerilediği 2. ülke Türkiye. Türkiye’nin yanında ise Mali, Tanzanya, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Venezuela gibi ülkeler bulunuyor. V-Dem 2021 Demokrasi Raporu’na göre 2010-2020 yılları arasında tüm dünyada en şiddetli demokratik gerileme süreci yaşayan 3. ülke Türkiye. Türkiye’nin yanında Polonya, Macaristan, Brezilya, Sırbistan gibi ülkeler bulunuyor. Bu üç ülkede de aşırı sağa yanaşan popülist retoriğe başvuran liderlerin iktidarda olması da dikkat çekici. Farklı kurumların ölçüm kriterleri birbirine göre değişse bile ortak bir gözlem yapmak mümkün: Türkiye, üçüncü küresel demokratik gerileme dalgasının ana aktörlerinden biri. ÖRNEK VAKA: TÜRKİYE Türkiye, dünyadaki demokratik gerileme sürecini en belirgin ve sert biçimde yaşayan ülkelerden biri. Gelecekte de muhtemelen farklı ülkelerdeki ders kitaplarında örnek vaka olarak okutulacak ülkelerden biri olacaktır. Hatta diğer birçok ülkeye göre bu süreci 2000’lerin başında çok daha erken bir vakitte yaşamaya başladı. Bu açıdan bakıldığında bugün dünyanın yaşadığı siyasal buhranın hikayesinde Türkiye’nin önemli bir yeri ve rolü bulunuyor. Bu gözlem moral bozucu olsa da bir açıdan bakıldığında da büyük bir fırsatı da beraberinde getiriyor. Dünyanın yaşadığı birçok problemin özet bir hali Türkiye’de şu anda yaşanıyor ve biz de bu ülkenin yurttaşları olarak birebir bu sorunlarla mücadele ediyoruz. İlk olarak şunu görmekte fayda var, Türkiye’deki yurttaşlar olarak dünyadan ne kadar kopmuş ve soyutlanmış halde hissetsek bile yaşadığımız süreç dünyanın birçok farklı yerinde farklı şekillerde yaşanıyor. İşin ironik tarafı diğer ülkelerde benzer süreçleri yaşayan insanların da kendi ülkelerinin dünyanın gerçekliğinden soyutlandığı hissine kapılıyor olma ihtimalinin yüksek olması. Bu açıdan bakıldığında siyasal yalnızlığımızda yalnız değiliz. Türkiye’deki gündem aklın sınırlarını ne kadar zorlasa da benzer süreçleri ya daha hafif ya daha ağır başka ülkeler de yaşıyor. Maalesef Türkiye bunu en ağır yaşayanlardan biri. Ülkedeki gündemin ve atmosferin içine gömüldükçe yaşadıklarımızın evrensel boyutunu görmekte zorlanabiliyoruz ve sadece ülkesine değil dünyaya da yabancılaşmış bireylere dönüşebiliyoruz. Ancak yaşadığımız siyasal ve toplumsal süreçler (demokratik gerileme, kutuplaşma, baskı, kurumların içinin boşalması, hukukun üstünlüğünün zedelenmesi, çatışma) evrensel anlamda karşılığı olan süreçler. Türkiye kendini bu seferki küresel demokratik buhranın merkezinde buldu. Bu açıdan bakıldığında küresel bir buhranı birebir olarak deneyimleyerek bir çözüm üretmeye çalışıyoruz. Eğer Türkiye bu süreç içerisindeki merkezi rolünü fark edebilirse bu küresel buhrandan çıkış sürecinde de öncü bir rol oynama fırsatına sahip. Türkiye’nin baskıcı atmosferi altında hem ülkemize hem de dünyaya ne kadar yabancılaşmış hissetsek de aslında evrensel olana sandığımızdan çok daha yakından bağlıyız. Evrensel bir süreci en yakından ve en derin şekilde yaşayan bir toplumun bireyleri olarak bu gerçekliği unutmadığımız sürece insanı “yabancılaştıran” bu siyasal iklimin illüzyonundan sıyrılarak dünyadaki bu buhranın birincil özneleri olduğumuzu, dünyada olanlara yabancılaşmak ve dünyadan kopmak bir yana, tam da dünyada olanların merkezinde olduğumuzu hatırlayabiliriz. Bu bilinç ise Türkiye’deki yurttaşlar olarak hepimizin sadece ülkemize değil, dünyadaki siyasal buhrana karşı tarihsel bir sorumluluğumuz olduğunu, dünya tarihinin bu dönemecinde bu sürece katkıda bulunabileceğimizi hatırlatabilir. Bu da Türkiye için evrensel bir sürecin öncü bir aktörü olabilmesi için önemli bir fırsat penceresi. Eğer geri tepilirse, Türkiye uzun süre boyunca dünya siyasetine bu denli katkıda bulunabileceği bir fırsata sahip olmayabilir. Türkiye’deki ve dünyadaki demokratik gerileme sürecinin ortak yanları göz önünde bulundurulunca, bu gerileme dalgasını tersine çevirebilecek çözümler de dünyadan ilham alınarak üretilebilir. Tersi de geçerli. 2019’da yerel seçimlerdeki ittifak stratejisiyle kilit illeri kazanan muhalefet farklı ülkelerdeki demokratik muhalefetler için bir örnek olabildi. Zaten bu paralellikler de yaşadığımız buhrana karşı çözümler üretirken farklı ülkelerin birbirinden ilham alabileceğinin güzel bir örneği. TÜRKİYE ÖNCÜ OLABİLİR Mİ? ABD’de Trump’ın, İsrail’de Netanyahu’nun iktidardan düşmesi yeni bir demokratikleşme dalgasının ilk pırıltıları olma ihtimaline sahip olsa da şu anda üçüncü demokratik gerileme dalgasının tersine dönmeye başladığını söylemek için erken. Türkiye gibi bir ülkede yaşanabilecek potansiyel bir iktidar değişikliği, Türkiye’nin bu süreci en ağır yaşayan ülkelerden biri olmasından dolayı dünyada şok dalgaları yaratma potansiyeline sahip. Genellikle de bir demokratikleşme dalgası tetiklendiğinde farklı ülkelerde hızla üst üste değişimler gözlemlemek mümkün oluyor. 1970’lerde Portekiz ve İspanya’daki ani dönüşümler üçüncü dalganın öncüleri olmuştu. İşte Türkiye’nin oynayabileceği öncü rol böyle bir şey. Ancak tüm bu koşullar sağlansa bile çözülmeyen bir sorun kalıyor. Bu demokratik buhrana sebep olan koşulların bertaraf edilmesi ve siyasal/ekonomik sistemin dönüşmesi. Demokratik gerileme dalgasının tersine dönmesi için sadece otokratik zihniyetteki iktidarların kaybetmesinin yeterli olup olmayacağı çok şüpheli. Demokrasiyi buhrana sokan yapısal koşullara müdahale edilmeden sorunun kaynağına inmiş olunmuyor. Demokrasiyi işlevsizleştiren, halkın kurumlara inancını zedeleyen sistemik sorunları inceleyip çözümler sunmadan bir otokratın kaybetmesi sadece geçici bir avuntu olma riski taşıyor. Sistemik sorunlar bu koşulları doğuruyorsa, bu sorunlar giderilmeden aynı semptomlarla sürekli karşılaşma riskine sahibiz. Yeni demokratikleşme dalgalarının siyasal ve ekonomik sistemdeki dönüşümlerle birlikte gelmesi pek de şaşırtıcı değil. 1940 sonrası yeni bir barış düzeni ve Bretton Woods sisteminin kurulması, 1970’lerde bu sistemin çökmesi, istikrarsızlık, neoliberal doktrinlerin yükselişi ve bunlar üzerine yeni bir demokratikleşme sürecinin tetiklenmesi. Her süreç kapsamlı reformlarla birlikte tetiklendi, sonunda da iç çelişkileri, yetersizlikleri ve aktörlerin hataları yüzünden yeni bir buhrana sürüklendi. Bugün de 1980’lerde tetiklenen üçüncü demokratikleşme dalgası sırasında kurgulanan siyasal ve ekonomik düzenin yetersizliklerinin yarattığı bir buhranla karşı karşıyayız. Bu sistemik sorun ve dönüşüm ihtiyacı göz ardı edilirse yeni bir demokratikleşme sürecinin tetiklenme ihtimali de zayıflayacaktır. Bu da aynı demokratik sistemlerle devam edemeyeceğimizin bir göstergesi. Demokrasinin kendisi dönüşmek zorunda. Geçmiş süreçte yetersiz kalan kurumların güçlendirilmesi, gerekirse yeni kurumların oluşturulması, yani kapsamlı bir küresel demokratik reform sürecinin yaşanması gerekiyor. Halkın siyasal ve ekonomik memnuniyetsizliklerine daha iyi cevap verebilecek siyasal ve ekonomik kurumların da buna paralel şekilde kurgulanması gerekiyor. Tabii ki de bu sürecin demokratik olabilmesi için bu kurumların oluşturulmasında yine halkın taleplerine göre hareket etmek elzem. TEK YOL İLERİYE GETİMEK Gelişmiş demokrasiler kendi içlerinde bir sorgulama ve dönüşüm sürecindeyken Türkiye’nin dünyadaki demokratik buhranı göz ardı ederek geçmiş dönemin demokratik kurumsal düzenine “geri dönmesi” büyük bir risk taşıyor. Türkiye’deki herhangi bir sağlıklı demokratik dönüşüm talebi geri dönülecek herhangi bir demokrasi anlayışının bulunmadığını anlamak zorunda. Gelişmiş demokrasiler bizatihi kendileri daha sağlıklı bir kurumsal düzen oluşturmak için çaba sarf ederken, iç çelişkileriyle bugünkü küresel siyasal buhrana yol açmış bir demokratik düzeni yeniden tesis etme çabası ne Türkiye’ye ne de gelişmiş demokrasilere içinde bulundukları durumdan sağlıklı bir çıkış sunma olanağına sahip değil. Türkiye’deki muhalefet, dünyadaki geçmiş dönemin siyasi, ekonomik ve demokratik kurumlarının yetersizliklerini doğru biçimde kavrayarak kapsamlı bir dönüşüm ajandası oluşturamazsa, kazanacağı herhangi bir zaferin yine aynı semptomları yaratmaya gebe olması mümkün. Bu tabii ki de içi boşalan temel demokratik kurumların onarılmayacağı anlamına gelmiyor. Ancak hem siyasal hem de ekonomik alanda kurumsal bir inovasyon sürecine girilmediği sürece küresel demokratik gerileme dalgasını tersine çevirebilecek kadar güçlü yeni bir sistem tahayyülü ortaya koymak mümkün olmayabilir. Ancak her demokratikleşme süreci yeni bir sistem tahayyülüyle birlikte tetikleniyor. Türkiye’deki muhalefetin de yeni bir siyasal sistem kurgulaması için bu gerçekle yüzleşmesi gerekiyor. Ne Batı’da ne de Türkiye’de “geri dönülecek” bir siyasal sistem yok. Sağlam bir demokratik sistem yaratmanın tek yolu ileriye gitmekte. Yani hem iktidarın değişmesi gerekiyor hem de yeni bir siyasal ve ekonomik düzen tahayyülü. Batı demokrasilerini bugün krize sokmuş olan sistemleri alıp Türkiye’ye kopyalamak sorunu çözmez. Hem dünya hem de Türkiye yeni bir demokratik düzenin arayışında, dünyanın ve Türkiye’nin geçmişinden ders alarak yeniye yönelmemiz gerekiyor. Küresel demokratik buhranın merkezindeysek, bu buhranın sebeplerini göz ardı ederek düzgün bir demokratik sistem kurgulamamız mümkün değil. Kaynak:

Link: https://muse.jhu.edu/article/607612
  • A third wave of autocratization is here: what is new about it?. Democratization, Vol.26, No.7, pp.1095-1113.
Link: https://www.tandfonline.com/doi/full/10.1080/13510347.2019.1582029