Şu anda Avrupa kıtası içinde devam eden bir sıcak savaş var ve bu çatışmanın diğer ülkelere yayılması olanak dışı değil. Dolayısıyla ekonomik, sosyal ve siyasal krizler başka krizleri de tetikleyebilir.
Loading...
Tarihin kötü bir zamanına mı denk geldik düşüncesi giderek derinleşiyor. İki buçuk yıl önce karabasan gibi dünyanın üzerine çöken pandeminin ekonomik, siyasal ve sosyal etkileri henüz hafiflememişken Rusya-Ukrayna savaşı, ekonomik durgunluk, toplumsal sıkıntılar, pandeminin süregelmesi art arda bütün dünyayı etkisi altına almaya başladı. İşin kötüsü ise bugün ne Amerika’da ne Avrupa’da bütün bu krizleri yönetebilecek siyasi irade mevcut. Bir yandan Amerika daha Trump’ın enkazı ile tam olarak baş edememişken Biden gibi düşük profile sahip bir başkanla yönetiliyor. Almanya’da Şansölye Scholz yeterli etkinliği ne yazık ki gösteremiyor, Fransa’da Macron ilk yıllardaki popülerliğini kaybedeli çok oldu ve kendi siyasi krizleri ile boğuşuyor, İtalya’da ise Draghi’nin istifası yeni karışıklıklara gebe. İngiltere örneğinde de Johnson’ın istifası ve sonrasındaki belirsizlik endişeleri artırıyor. Avrupa Birliği ise ne yazık ki bugünlerde supranasyonel bir kurumdan çok hükümetler arası bir birlik görüntüsü veriyor. AB’nin tarihsel döngüsünde etkinliğinin azaldığı bir dönem içinde olduğumuz iddia edilebilir. İçinde bulunduğumuz durum ne yazık ki tarihin bazı karanlık zamanlarını giderek daha çok hatırlatmaya başladı.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE SİYASAL ELİTLERİN ROLÜ
İkinci dünya savaşı bazıları için birinci dünya savaşı sonrası çözülemeyen sorunların devamıdır ve dolayısıyla tek büyük bir savaş olarak görülür. Fakat iki savaş arası dönemde yaşanılanlar siyaset bilimi için özellikle karşılaştırmalı siyaset bilimi için önemli bir laboratuvar sunar. Ekonomik kriz, enflasyon ve durgunluğun toplumlar üzerinde yarattığı etki ve sonrasında siyasetin yeniden nasıl şekillendiği sıklıkla incelenmiştir. Bu tür dönemlerde ekonomik krizin ve durgunluğun etkisi toplumsal bunalım yaratabilir. Sonrasında krizin sorumlularını arama arayışına giren toplumlar ilk olarak göçmenler ve yabancıları sorumlu olarak görmeye yatkındır.
Bu da popülist ve yabancı düşmanı siyasetin yükselmesine olanak tanır. Bu noktada araştırmalar ana akım siyasetten beklenen kapıcı/koruyucu rolünü üstlenmesi ve bu tür aktörlerin yükselişine olanak tanıyacak ortaklıklardan uzak durmasının popülist siyasetin yükselmesini engelleyebildiğini göstermiştir. Dolayısıyla anayasal ve kurumların gücünün yanında aktörlerin kararları ve davranışları o dönemde belirleyici olmuştur. Yine ünlü siyaset bilimci Nancy Bermeo’ya göre toplumlardan ziyade siyasal elitler demokratik çöküş ve faşist rejimlerin sorumlusudur. Almanya örneği gösterdiği gibi yapılan son özgür seçimlerde Nasyonal Sosyalist Partinin toplumun sadece üçte birinin desteği almış olması ve Hitler’e şansölye olma yolunu açanın elitlerin aldığı kararlar bütünü olması önemli bir göstergedir. Dolayısıyla yukarıda anlattığım siyasi irade eksikliği bir tehlike çanı olarak düşünülebilir.
AVRUPA’DA VE DÜNYADA KRİZ
Avrupa’ya baktığımızda ekonomik krizin etkinliğini her geçen gün artırdığını görüyoruz. Uzun yıllardır enflasyon sorunu yaşamayan birçok Avrupa ülkesi enflasyon canavarı ile yeniden yüzleşiyor – Türkiye’dekine göre çok daha düşük enflasyon olmasına rağmen toplumların alışkın olduğu durumun dışına çıkması endişe yaratıyor.
Dünyanın Türkiye’de tanıdığımız aktör tanımadığımız aktörden iyidir tutumu alması Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın lehine bir sonuç yaratabilir. Fakat bunun düşük ihtimal olduğunu düşünüyorum.
Hâlihazırda siyasi krizin bölgede etkin olduğunu söylemeye gerek yok. Birçok Avrupa ülkesinde popülist sağ hareketler eski dönemlere göre daha istikrarlı desteğe sahip. Ne kadar bazıları Almanya’da AfD’nin etkisinin azalması, Danimarka’da Danimarka Halk Partisi’nin seçimleri kaybetmesi gibi gelişmeleri olumlu okusa da Fransa’da Ulusal Birlik Partisi hiç olmadığı kadar güçlü ya da Polonya ve Macaristan’da demokratik gerileme hatta çöküş yaşanıyor. Almanya’da ise gaz krizinin doğuracağı etkileri henüz öngörmek mümkün değil. Rusya-Ukrayna savaşının devam ediyor olması ise endişelerin artması için yeterli.
NATO’nun Madrid zirvesinde sonrasında Genel Sekreter Stoltenberg’in “Soğuk Savaşa kıyasla daha tehlikeli bir dünyada yaşıyoruz” açıklaması tesadüfi bir açıklama değil. Yayınlanan deklarasyonda Rusya’nın doğrudan tehdit olarak tanımlanması şaşırtıcı değilken Çin’in de birliğe olası tehdit olarak tanımlanması dünyanın keskinleşebilecek bir ayrıma yönelebileceğine işaret ediyor. Şu anda Avrupa kıtası içinde devam eden bir sıcak savaş var ve bu çatışmanın diğer ülkelere yayılması olanak dışı değil. Dolayısıyla ekonomik, sosyal ve siyasal krizler başka krizleri de tetikleyebilir.
TÜRKİYE’Yİ NE BEKLİYOR?
Bütün bu tabloda Türkiye’nin konumu üzerine düşünmek hiç olmadığı kadar kritik. Seçimlere bir yıldan az zaman kaldı ve dünyadaki belirsizlikten çok daha derin bir belirsizlik uzun zamandır Türkiye’de hayatı zorlaştırıyor.
Ekonomik kriz artık tahammül edilemez boyutta, göçmenlerin durumu ise herkesi etkiler nitelik kazanmış durumda. Dünyanın olumsuz yönde ilerlediği bir dönemde Türkiye’deki durum da endişe verici. Bütün yaşanılanlar önümüzdeki seçimleri yine yeniden tarihin en kritik seçimleri olabileceğine işaret ediyor.
Diğer taraftan Dünyanın Türkiye’de tanıdığımız aktör tanımadığımız aktörden iyidir tutumu alması Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın lehine bir sonuç yaratabilir. Fakat bunun düşük ihtimal olduğunu düşünüyorum. Dünya çapındaki ayrımın demokrasiler ve otokrasiler ikileminde olması ve Rusya’da yaşanılanların gösterdiği gibi otokratik liderlere güvenmenin imkansızlığı dünya siyasetinin demokratik muhalefet lehine tutum almasını sağlaması daha yüksek bir olasılık.
Fakat içinde bulunduğumuz konjonktürde dış siyasetin etkisinin eskisine göre azaldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Son tahlilde Türkiye’de değişimi sağlayacak olan demokratik güçlerin birlikteliği, kararlılığı ve başarısı olacaktır. Türkiye’de daha iyi bir gelecek için ise demokratik muhalefetin zaferi çok önemli. Bugün muhalefet aktörlerinin bu sorumluluk bilinci ile hareket etmesi gerekiyor. Dolayısıyla muhalefetin yersiz tartışmalar ve çekişmelerden kaçınıp dünyayı bekleyen zor döneme hazır demokratik, siyasal ve ekonomik anlamda güçlü, sosyal açıdan da huzura ve barışa sahip bir ülke sözü vermesi ve bunun olabilirliğini göstermesi ve inandırması seçim sürecinin temel amacı olmalı.