Söyleşi: Serkan Üstün Cumhuriyetin 94. yılı sebebiyle başlattığımız "Cumhuriyet" başlıklı dosyamızda, ünlü tarihçi Prof. Dr. Sina Akşin'le bir söyleşi gerçekleştirdik. Söyleşide, Cumhuriyetin kuruluş yıllarından bu güne karşı karşıya kaldığı pek çok sorunu ve bugün içerisinde bulunduğumuz durumu irdelemeye çalıştık. Türkiye'deki temel çelişkiyi devrim-karşı devrim arasında gören Akşin, tüm bunlara neden olan sürecin 1945'te çok partiye geçişle başladığını düşünüyor. Sandıktan karşı devrimin çıktığı bir düzenin demokrasi olarak adlandırılamayacağını belirten Akşin, Türkiye'de karşı devrimi besleyen 4 ana kırılma noktası olarak, Halkevleri'nin kapatılması, Köy Enstitüleri'nin kapatılması, imam hatip liselerinin açılması ve öğretmenlik mesleğinin saygınlığının azaltılmasını görüyor. Akşin, Türkiye'nin Atatürkçü-devrimci çizgiye girmemesi halinde karşı devrime sürüklenişin ülkenin sonunu getireceğini belirtiyor. - Bugün, içinde bulunduğumuz ve sizin karşı devrim olarak tanımladığınız süreci de düşündüğümüzde kuruluştan bugüne Türkiye'de Cumhuriyet devrimi nasıl bir seyir izledi? 1945'ten bu güne, özellikle de 1950'den sonra Türkiye'de tamamen bir karşı devrim süreci var. Türkiye'nin durumunu teorik bir temele oturtmak istersek, bu durumu, devrim karşı devrim çelişkisi olarak ele almakta fayda var. Devrim; Atatürk devrimi, karşı devrim ise feodalizm ve orta çağdır. Maalesef bugün Türk toplumu adeta orta çağda yaşıyor ve her seçimi orta çağ savunucuları kazanıyor. Halk Partisi her seferinde büyük umutlar besliyor; "bu seçimde iktidar olacağız" diye. Ancak karşı devrim hükmünü yürütüyor ve her seçimi kazanıyor. Dolayısıyla burada çok partili seçime geçmek İnönü'nün büyük hatalarından birisi. Pek de tuhaf, o kadar okumuş, aydın insanlar hala bu düzeni demokrasi diye alkışlıyorlar. Her seçimi karşı devrimin kazandığı bir düzen alkışlanır mı? Sandıktan hep orta çağ çıkıyor ve orta çağın gücü, yayılması gittikçe artıyor. Burada bir kavram kargaşası var. Çok partili sistem ile demokrasinin alakası yok. Çok partili sistem bir mekanizma. Nasıl bir mekanizma? Birden çok parti olacak, belli bir basın özgürlüğü olacak, belli aralıklarla seçimler yapılacak ve seçimler dürüst yapılacak. Çok partili sistem bu. Ancak bu sistemin demokrasiye yol açması için sandıktan demokratların, demokrasi taraftarlarının çıkması lazım. Eğer orta çağ çıkıyorsa, çok partili sistem demokrasiye hizmet etmiyor demektir.  Demokrasi gayet elle tutulur somut bir şey. Özellikle de Fransız İhtilali'nin getirdiği iki temel ilke olan eşitlik ve özgürlük olmayınca istediğin kadar seçim yap, istediğin kadar çok parti olsun, orada demokrasi yok. Demokrasi olması için eşitlik olacak, örneğin kadın erkek eşitliği olacak. - O zaman size göre, Türkiye'nin bazı meseleleri tamamladıktan sonra mı bu sürece girmesi gerekiyordu? Türkiye'de yaşayan çoğu insan hala ortaça ğda. Bunun ben Latince'sini de türettim; "homo-ahreticus." Homo-ahreticusa göre, dünyanın nimetleri ya da dünya yaşantısının değil öbür dünyanın önemi var. Homo-Ahreticus öbür dünya için yaşar. Homo-Ahreticus'a bir sürü kazık atabiliyorsunuz. Mazotu, gübreyi pahalı satabiliyorsunuz. Yetiştirdiği ürüne beş paralık karşılık veriyorsunuz. Hiç umurunda değil. Çünkü oradaki tarikat çerçevesi içerisinde, başlarındaki insanlar kime oy verin derlerse onlar ona yöneliyor.  15 Temmuz olayını düşünün, koca koca yargıçlar, amiraller, generaller, genel müdürler, Pensilvanya'daki adamın kölesi olmuşlar. Okumuş, dünyayı görmüş insanlar bunlar ama o ne derse yapıyorlar. "Vur" diyor vuruyorlar, "öldür" diyor öldürüyorlar.  Tarikatlar o zavallıları esir alıyor. Yurt bulamamış, onların yurtlarında kalmış. Devlet de karşı devrime çalıştığı için yurt yapmıyor. O insanları tarikat yurtlarına mahkum ediyorlar. - O halde tek parti dönemine dair tezlerin aksine Kemalist kadrolarda ilkesel bir çok partili düzen karşıtlığı olmadığını söyleyebiliriz. Bu yanılgı Atatürk döneminde de var. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kurulmasına izin veriyorlar. Şeyh Sait isyanının ardından kapatılıyor ama Atatürk hala hevesli. 1930'da biliyorsunuz Serbest Fırka denemesi yapılıyor. O da Menemen olaylarının ardından sona eriyor. Ama Atatürk akıllı bir adam. Yanlış kavramların esiri olmuyor. Tek parti olmasa devrim yapılamazdı. Atatürk 3 ayda bu işten vazgeçti. Arkadaşı Fethi Okyar'a devrim tartışma konusu olmayacak, iktisat politikası tartışacaksınız diyor. Serbest Fırka liberal ekonomiyi, Halk Partisi devletçiliği savunacak. Çok partili sistem şık bir şey bir çoklarının gözünde. Ama o zaman devrimi çöpe atacaksın. Ama devrimin çöpe atılması söz konusu olunca Atatürk devrimci bir lider olarak hemen vazgeçiyor. Bu Serbest Fırka olayını bildiği halde İsmet İnönü'nün sonrasında böyle bir şey yapmasına ne diyeceğini şaşırıyor insan. - 1945 sonrası evrensel gidişata ayak uydurma isteği var diyemez miyiz? Dediğiniz doğru. Demokrasi ile çok partili sistemi özdeşleştirme hatası Türkiye'ye özgü değil. Bush döneminde Irak'ı dümdüz ediyorlar, kadınların ırzına geçiyorlar, yüz binlerce insan öldürülüyor. İlk seçim yapıldığında işte demokrasi diyor Bush. Demek ki, orada da demokrasi ile çok parti arasında var. Bu çok yaygın bir yanılgı. - Başka kırılma anları neler peki çok partili yaşama geçiş dışında? Örneğin Köy Enstitüleri'nin kapatılmasını da önemli kırılma noktalarından sayabilir miyiz? Hiç şüphe yok. Karşı devrim sürecini tetikleyen 4 tane kritik adım var. 1951'de Halkevleri'nin kapatılması. 1954'te Köy Enstitülerinin kapatılması. İmam Hatip okullarının açılması ve gittikçe çoğalması. Dördüncüsü de, öğretmenlik mesleğinin saygınlığının azaltılması, ikinci sınıf meslek haline getirilmesi. Çünkü devrim düzeninin, Cumhuriyet düzeninin temeli öğretmendi. Öğretmen, saygıdeğer, düzgün paran insandı. Şimdikilere doğru düzgün para vermiyorlar, atama yapmıyorlar. On binlerce işsiz öğretmen var, bunun karşılığında on binlerce öğretmen açığı var ama devlet bu insanların tayinini yapmıyor. Çünkü orta çağ cehalet üzerine kuruludur. Orta çağ düzeninde kitlenin cahil olması lazım. Sürü ve çoban benzetmesini kendileri de sürekli yapıyor zaten. Ortaçağın tipik bir benzetmesidir. Avrupa'da da "pastor" (Latince çoban) kavramı papazlar için kullanılır. Papaz da cemaatinden "my flock" (sürü-cemaat) diye bahseder. Oralarda artık bu bir edebiyat haline gelmiş ama bizde bir gerçeklik. Koca koca adamlar Fethullah'ın kölesi olabiliyorlar. - Bazı tarihçiler İttihat ve Terakki ve Kemalizm arasında ciddi bir kopuş olduğunu değerlendirirken bazı tarihçilerse bunun bir devamlılık ve aynı projenin ürünü olduğunu söylüyor. Bu konuda ne söylersiniz? Temel devrim 1908, İttihatçıların başardığı bir şey. Mustafa Kemal dahil tabi o kadroya. 1908'i Mustafa Kemal ve diğerleri başardılar. Tabi zaman içerisinde koşullar değişti. Dolayısıyla daha radikal adımlar atıldı. Sevr olayı örneğin müthiş bir travma. Onun için iki dönem aynı çizgide, eşitlik ve özgürlük çizgisinde gitmekle birlikte yeni olarak laiklik geldi, cumhuriyet geldi. Aslında İttihat ve Terakki zorunlu olarak feodal düzenle bir uzlaşma yapmıştı. Abdülhamit'i bile 31 Mart'a kadar tahtta bırakmak zorunda kaldılar. Laikliği de başaramazlardı. Çünkü o dönem herkes homo- ahretikus. Bağımsızlık politikasında ise, kapitülasyonları kaldırma gibi fikirler hep vardı ama bunları gerçekleştirme olanağı ancak Büyük Zafer'le doğdu. Emperyalizm Türkiye'yi sadece sömürmek istemiyor, yok etmek istiyor. Avrupa emperyalizminin gözünde Anadolu ve Rumeli Hıristiyan topraklarıdır. Türkler de sonradan gelmiş barbarlardır. Dolayısıyla, bu batılılar zaten etno santrik. Kendilerinden olmayana tahammülleri yok. Kurdukları devlet düzenleri etnisite üzerine kurulu. Osmanlı ise Büyük İskender'in kültürler arası uzlaşı modelini benimsemiş. Osmanlı bir yeri fethettiği zaman, bir çok Türk gelip yerleşiyor, orası Türk yurdu oluyor ama örneğin oranın Bulgar yurdu olma niteliği olma devam ediyor. Ortak yurt. Anadolu da öyle, Anadolu'nun yerel halkı Rum ve Ermeni. Osmanlı devletinde onların da yaşam hakkı var. Tabi eşitlik ararsan o yok. Hıristiyanlar daha çok vergi veriyor. Avrupalı bir yere girdiği zaman, yalnız benim insanım olacak diyor. Hitler de bu etno-santirizmin zirve noktası. - Peki "homo-ahretikus", Kurtuluş Savaşı'nda işgal karşıtı direniş çizgisine nasıl kazanıldı? Kitleler nasıl seferber edildi? İşgalin yarattığı bir travma mı, Mustafa Kemal'in becerisi mi, yoksa başka etkenler mi söz konusu? Kitleye yurttaşlık bilinci biraz da olsa bulaşmış. Çanakkale'deki şahlanış, yurtseverliğin şahlanışıdır aslında. Kitlelerin kısmen çağcıllaşmaya başladığını söyleyebiliriz. Birinci dünya savaşında İttihat ve Terakki'nin şansı, padişahın savaşı benimsemiş olmasıydı. Balkan Savaşı'nda mesela yurtseverlik bilinci uyandırılamaması büyük felakete yol açtı. Burada padişah da ağırlığını koyamaması ya da koyması da etkili. Osmanlı Balkan Savaşı'ndaki dört meydan muharebesinin dördünde de yeniliyor. Bu İttihat ve Terakki'ye müthiş bir ders oluyor ve yurtseverliği işlemeye başlıyorlar. Sonrasında padişah da onlardan yana olduğu için Birinci Dünya Savaşı'nda kitlelerde bir seferberlik oluyor. Kurtuluş Savaşı'nın talihsizliği, padişahın karşı tarafta olması. Padişah tamamen homo-ahretikus kampında. Büyük zorluklar çekiyorlar. Yunan istilasından da büyük sorunlar ortaya çıkıyor. Kurtuluş Savaşı aynı zamanda bir iç savaş. Ancak Birinci Dünya Savaşı'ndan kalma yurtsever insanlar, askerler var. Dikkat ederseniz, Kurtuluş Savaşı'nın dört tane büyük savaşı vardır. 1. İnönü, 2. İnönü, Sakarya ve Dumlupınar... Dördünde de bizim nüfusumuz fazla olmasına rağmen er sayımız, karşı tarafın er sayısından az ama Subay sayımız, Yunanlıların subay sayısından fazla. Aydınların seferber olması, kitlelerin bir kısmını uyandırmış. - Bu bahsettiğimiz hem sandıkta hem de sokakta uzun yıllardır karşı devrim saflarında. Bu toplumsal yarılmayı ve karşı devrimci süreci Türkiye nasıl aşar? Türkiye'nin tekrar Atatürkçü-devrimci çizgiye girmesi lazım. Bu keşke sandıktan çıkabilse. Keşke Cumhuriyet Halk Partisi örneğin, sandıktan rahat çoğunluklarla çıkabilse. Ya da başka yollar... Türkiye daha fazla karşı devrime sürüklenemez. Bu Türkiye'nin sonu olur. Az önce de söyledim, emperyalizm, Türkiye'yi sömürmek için ya da bölmek için değil, ortadan kaldırmak için geliyor. Bu nedenle Balkan Savaşlarında, Yunanlar, Bulgarlar tarafından Türklere karşı bir etnik temizlik yapıldı. Üstelik bu etnik temizlik, savaşın kızgınlığında yapılmış şeyler değil. Kasti yapılmış şeyler. Sina Akşin kimdir? 1955'te Robert Kolej'den mezun oldu ve 1959'da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Fulbright Bursu ile ABD'ye gitti. Boston'daki Fletcher School of Law and Diplomacy'den Uluslararası İlişkiler alanında iki farklı yüksek lisans diploması aldı. 1961-1967 arasında Robert Kolej Yüksek Okulu'nda Uygarlık Tarihi öğretim görevlisi olarak çalıştı. Askerlik görevini yaparken İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nden Son Çağ Tarihi alanında doktor unvanını aldı (1968). Doktora tezi olan 31 Mart Olayı ilk kez bu dönemde yayımlanmıştır (1970, 1972). 1969 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Siyasal Hayatı kürsüsüne asistan oldu. 1971-1972'de bir yıl süreyle ve bir Birleşmiş Milletler bursuyla İngiliz Devlet Arşivleri'nde çalışmalar yaptı. 1975'te doçent oldu. Doçentlik tezini "İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele" adıyla yayımlandı (1976, 1983). 1978-1979'da bir yıl süreyle ve Fransız Hükümeti'nin bir bursuyla Fransız Dışişleri Bakanlığı arşivinde çalıştı. 1980'de Türk Siyasal Hayatı kürsüsü başkanlığına seçildi. O yıl "Jön Türkler İttihat ve Terakki" kitabının ilk basımı yapıldı. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Toplum ve Bilim gibi dergilerde ve gazetelerde birçok yazı ve denemeleri çıktı. 1989'da profesör oldu. 2004 yılında aynı Fakülteden emekli oldu. Tarih ve siyasal bilimler alanlarındaki çalışmalarının yanı sıra, bir dönem Bağımsız Cumhuriyet Partisi'nin genel başkan yardımcılığını da yürütmüştür. Türkiye İnsan Hakları Kurumu (TİHAK) kurucu üyesidir. Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkan yardımcılığı görevinde bulundu. ADD'nin GYK üyesidir. Cumhuriyet Dosyası'nda yayınlanan diğer yazılar

Fatih Yaşlı: Cumhuriyet eleştirisi, islamcılara ya da muhafazakarlara bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir