Manşet

Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Uçum: Türkiye’nin sol pratiklerini Latin Amerika solculuğuna benzer bir şekilde AK Parti hükümetleri gerçekleştirmiştir

Abone Ol
Söyleşi: Ali Haydar Fırat Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Mehmet Uçum, PolitikYol'un "Türkiye'nin Yeni Hükümet Sistemi" dosyası kapsamındaki soruları yanıtladı. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin, siyasi sorumluluğu halk tarafından hükümet olarak seçilen cumhurbaşkanına veren bir sistem olduğunu ifade eden Uçum, bürokratik egemenliğin esasını oluşturan bürokrasinin idaresinin seçilmişlerin iradesinden bağımsız olma hususiyetinin yeni sistemde olmadığını ifade ediyor. Türkiye’nin hakiki sol pratiklerini Latin Amerika solculuğuna benzer bir şekilde AK Parti hükümetlerinin gerçekleştirdiğini söyleyen Uçum, anti-emperyalist mücadelenin başını ise “Dünya beşten büyüktür” belgisiyle küresel emperyalizme ve faşist güçlere kafa tutan Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın çektiğini vurguluyor.
  • 16 Nisan referandumu ve 24 Haziran seçimleri bir sistem değişimi mi bir rejim değişimi mi olarak görülmeli? Kitabınızda çizdiğiniz çerçeve özellikle referandum ile birlikte sistemi çok aşan bir dönüşüm yaşandığını göstermektedir. Nasıl bir değerlendirme yapmaktasınız?
Sistemden ve rejimden ne kastedildiği son derece önemlidir. Bu soru, 16 Nisan Referandumu’ndan önce tamamen yanlış bağlamda gündeme getirilmeye çalışılan objektif bir değerlendirmeden çok çarpıtmaya dayalı ideolojik bir yaklaşım olan “cumhuriyet rejimi değiştiriliyoriddiasını hatırlatıyor. Birincisi, cumhuriyet devletin şekline ilişkindir. Devletin şeklini belirleyen esas ise egemenlik ilkesidir. Milli egemenliğe dayalı devlet şekilleri, cumhuriyet olarak adlandırılır. Verasete dayalı egemenlikler ise mutlakıyet olarak nitelenir, monarşi olarak adlandırılır. Karma egemenlik ilkesi uygulayan devletler meşruti monarşi olarak kabul edilir. Türkiye, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilanından sonra milli egemenliğe dayalı bir devlet şekli benimsemiştir. Rejimden kastedilen buysa 16 Nisan değişikliğiyle birlikte, cumhuriyetin esası olan milli egemenlik ilkesi çok daha güçlü hale gelmiştir. Dolayısıyla, 16 Nisan değişikliği cumhuriyet rejimini bırakın değiştirmeyi tam tersine çok daha kuvvetli hale getirmiştir. Çünkü milli egemenliği kurumlarla halk arasında bölüştürmeye son vermiş, “milli egemenliğin tümüyle halka ait olması” esasını anayasal seviyede eksiksiz bir biçimde hayata geçirmiştir. Ayrıca ilave edeyim ki, 16 Nisan değişikliği devletin yapısına yönelik bir değişiklik de değildir. Çünkü devletin yapısını belirleyen yerel merkez ilişkisinin nasıl örgütlendiğidir. Buna göre; üniter, federal, konfederal ve karma yapılar söz konusu olabilmektedir. Türkiye, üniter devlet yapısına sahiptir. 16 Nisan değişikliği, üniter devlet yapısı içerisinde demokratik başkanlık sistemine geçiştir.
  • Türkiye’deki temel çatışmayı bürokratik kurumsal egemenlik ile milli egemenlik arasında yaşandığını iddia etmekte ve 16 Nisan’ı 27 Mayıs’a karşı bir tarihsel konumlandırma içinde değerlendirmektesiniz. Bu çerçevede 16 Nisan Cumhuriyet ideoloji ve pratiğinden bir kopuş mudur?
Cumhuriyetin ideoloji ve pratiğinden ne anlaşılması gerektiği son derece önemlidir. Cumhuriyeti hazırlayan Kurtuluş mücadelesi “Kapsayıcı Türk Milleti” anlayışına dayanmıştır. Irki esaslı bir milliyetçilik değil, coğrafya üzerinden tanımlanan sosyolojik bir milliyetçilik Kurtuluşun temel ideolojik yönelimidir. Cumhuriyetle başlayan Kuruluş sürecinde ise “Dışlayıcı Türk Milleti” anlayışı egemen olmuştur. Uzun süre devam eden bu anlayış Türkiye Toplumu’nun devletle olan ilişkisinde temel sorun alanını oluşturmuştur. Diğer deyişle, çok uzun süre Türkiye’nin temel çelişkisi dışlayıcı ideolojik kodlara dayalı devlet örgütlenmesi ve pratiği sebebiyle devlet ve toplum arasındaki çelişki olmuştur. Yıllar içinde çok farklı seviyelerde yaşanan ve nihayetinde devlet içinde anti demokratik halk düşmanı yapı ile demokratik merkez mücadelesine dönüşen bu çelişki, 15 Temmuz’daki gerici faşist devirme ve işgal girişimine halkın verdiği devrimci reaksiyonla çözülmüştür. Bununla birlikte, gerek kurtuluş gerekse kuruluş anti-emperyalist bir mücadelenin ve bağımsız bir devlet olma çabası üzerinden ortak bir yaklaşıma sahiptir. Cumhuriyetin temel ideolojik izleğinin bugüne kadar zaman zaman zafiyetler ve savsamalar olsa bile anti-emperyalist çizgiyi korumak ve bağımsız bir devlet olarak kalmak olduğu söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında; 16 Nisan, Cumhuriyetin temel ideolojik yaklaşımının devamı ve bir üst seviyedeki ifadesi olarak değerlendirilebilir. 16 Nisan değişimi, bir kopuş değiş tam tersine süreklilik içinde bir yenilenmedir. Yine 16 Nisan değişikliği, yepyeni bir kuruluş değil, tam tersine Cumhuriyetle başlayan kuruluş sürecinin yeni bir aşamasıdır. 16 Nisan değişikliğiyle, Türkiye Cumhuriyetle başlayan kuruluş sürecini tamamlamak açısından son derece önemli bir adım atmıştır. Bu konuda son cümle olarak şunu diyebiliriz. Cumhuriyetin Kurucu Lideri Atatürk’ün bağımsız ve medeni bir devlet çizgisi CB Erdoğan’ın politik hattıyla devam ettirilmektedir. Dolayısıyla, kurucu ideolojinin makro parametreleri bugün de belirleyicidir.
  • Türkiye her alanda yeniden tasarımlanmaktadır. Bunun arka planında nasıl bir politik-ideolojik hareket/düşünce söz konusudur?
Aslına bakılırsa, Türkiye tasarım siyasetinden kolaylaştırıcı siyasete geçmektedir. Yani bugün artık Türkiye’deki değişimi yönlendiren siyasi ve hukuki mühendislikler değildir. Tam tersine, toplumsal ve siyasi dinamikler değişim sürecini belirlemekte ve yönünü çizmektedir. Dolayısıyla, değişim sürecindeki yeniden yapılanma, siyasetin ve hukukun toplumsal yönlendirmeye asistanlık yapmasıyla gerçekleşmektedir. Böyle bir nesnelliğe sahip değişim sürecinin ideolojik ve politik yaklaşımı toplumsal meşruiyet esaslıdır. Burada kadrocu ya da kapalı bir ideolojik-politik hareket söz konusu değildir. Toplumsal meşruiyete dayalı politik hareketler dar ideolojik kodlar içerisine hapsedilemezler. Bunlar, gerçek anlamda demokrasi koalisyonlarıdır. Demokrasi koalisyonlarının politik hattını ise toplumsal talep ve ihtiyaçlara uygun siyaset üretmek belirler.
  • Bugün her alanda yürürlüğe giren sistemin yapılan bir benzetmeye göre bir tür “anonim şirket” olarak görülmesi neoliberalizme içkin bir nitelik taşımakta mıdır?
Yapılan benzetmenin ideolojik bir arka planı yoktur. Sosyal devlet ilkesi, sosyal politikalarda kapsamlı yaklaşımlar ve uygulamalar, tüm yurttaşları kapsayan sosyal güvenlik ve sağlık sigortası sistemi, ayni ve nakdi sosyal yardım programları, yerinde sosyal destek çalışmaları ve genel olarak sosyal hizmetlerin devletin asli görevi olarak tanımlanması sebebiyle Türkiye’de ABD benzeri bir neoliberal devlet uygulamasına geçiş söz konusu olamaz. Gerekirse hükümetin bir anonim şirket gibi yönetilmesi metaforu performans ve verimlilik açısından ifade edilmiştir. Mal ve hizmet üreten bir anonim şirkette, kadro politikasını verimlilik, performans, öne koyduğunuz hedefleri gerçekleştirme becerisi üzerine kurarsınız. Yürütme de bir hizmet üretmektedir. Yürütmenin ürettiği hizmet, kamu hizmetidir. Bu kamu hizmeti, toplum içindir. Birisi özel sektörde hizmet üretirken, yürütme ise kamusal alanında hizmet üretmektedir. Ancak her ikisi de hizmet üretimidir. Fakat bunların çok farklı özellikleri vardır. Mesela kamu hizmeti üretiminde kar esaslı çalışılamaz. Kamu hizmeti üretiminin temel belirleyicisi; hizmetlerin objektif ve adil bir biçimde halka sunulmasıdır. Demek ki, benzetmenin hedefi ve amacı farklıdır. Ama işleyişte bir benzerlik olabilir. Nasıl özel sektörde verimlilik ve performans üzerinden bir kadro politikası uygulanıyor ve çalışanlar mal ve hizmet üretimi hedeflerine yöneltiyorsa; kamuda da verimlilik, performans, yetkinlik üzerinden bakıp halkın ihtiyacı olan hizmetlerin objektif ve adil olmasını sağlamak üzerine kadroların yönlendirilmesi gerekir. Yani kamu yönetiminde de performans ve verimlilik bir ihtiyaçtır. Dolayısıyla benzerlik bununla sınırlıdır. Kamu hizmetinin özelliklerini göz ardı eden bir benzetme söz konusu değildir.
  • Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen kabinenin AKP geleneğinden, yani siyasi bir geçmişten çok iş dünyası ve bürokrasi ağırlıklı olması yeniden bürokratik sisteme dönüşü ifade etmiyor mu? Bu siyasal alanı daraltan bir nitelik taşımıyor mu?
Cumhurbaşkanlığı kabinesinin üyelerine bakıldığında, yeni sistemin özelliklerini az çok yansıttığı görülmektedir. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, siyasi sorumluluğu halk tarafından hükümet olarak seçilen cumhurbaşkanına veren bir sistemdir. Cumhurbaşkanı, bu sorumluluğun gereğini yerine getirirken halka taahhüt ettiği siyasi programını hayata geçirmelidir. Cumhurbaşkanı siyasi programını (ki bu programın ekonomik, kültürel, iç-dış ilişkiler, güvenlik, özgürlük ve daha birçok boyutunu) uygulayabilmek için bu programa bağlı olan kişilerle çalışmayı tercih etmelidir. Aksi taktirde halka taahhüt ettiği hizmetleri layıkıyla yerine getiremez ve sonraki seçimde yahut arada yapılabilecek bir yenileme seçiminde siyasi olarak halka hesap vermek zorunda kalır. Böyle olunca da cumhurbaşkanı gerek kabinesi için görevlendirdiği kişileri gerekse üst kademe yöneticilerini siyasi programına bağlı olanlar arasından görevlendirmek zorundadır. Bu şekilde görevlendirilenlerin eski anlamda bürokratik bir refleks göstermesi söz konusu olamaz. Birincisi, Cumhurbaşkanı programdan koparak veya program karşıtı uygulama yapanlarla yollarını derhal ayırabilir. İkincisi, bürokratik egemenliğin esasını oluşturan bürokrasinin idaresinin seçilmişlerin iradesinden bağımsız olma hususiyeti yeni sistemde yoktur. Çünkü, seçilmiş iradeye gelip gitme ilkesi, iki seçim arasındaki dönemde ise seçilmiş iradenin atadıklarını görevden alma yetkisi, bürokrasinin idaresini tamamen seçilmiş iradeye bağlamıştır. Ayrıca, yeni sistem milli egemenliği tümüyle halka vermiş, anayasal veya bürokratik kurumlarla egemenliğin paylaşımına son verilmiştir. Bu sebeple, eski tarz bir bürokratik egemenlik mücadelesinin başarılı olması beklenemez. İlave olarak belirtmek isterim ki, cumhurbaşkanının gerek kabinesinin üyeleri gerekse birlikte çalışmayı tercih edeceği üst kademe yöneticiler teknisyen özellikleri ve icracılıkları önde olan bir pratik içerisinde olacaklardır. Bu yeni sistemin doğası gereğidir. Çünkü bu kişilerin özellikle bakanların parlamenter hükümet modelinde olduğu gibi siyasi rolleri yoktur. Siyasi sorumlulukları yoktur. Sadece cumhurbaşkanına karşı sorumlulukları vardır. Ayrıca topluma karşı hukuki ve cezai sorumluluk altındadırlar. Bununla birlikte, bu kişiler belirtildiği gibi cumhurbaşkanının siyasi programına bağlı oldukları ya da olması gerektiği için elbette siyasi bir yönleri de vardır. O yüzden seçilmiş cumhurbaşkanının yakın çalışma ekibinin temel özelliğini “siyasi teknisyen” olarak adlandırmak mümkündür. Yani bunlar, bürokrat teknisyen değildir.
  • Sola ilişkin yaptığınız çözümlemeler İdris Küçükömer’in sınıflandırmasını ve post-marksist eleştiriyi akla getirmektedir. Bu konudaki yorumunuz nedir? Solun hem tanımı hem de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sol bir alan içinde konumlandırmanız solun evrensel ilke, değer ve pratikleriyle ne ölçüde uyuşmaktadır?
Solun evrensel ilke ve değerleri, eğer Marksizim üzerinden tanımlanırsa bunun evrensel olmadığı daha çok batı kapitalizmi üzerinden bir sol tarifi olduğu açıktır. Sovyetler Birliği pratiği ve Doğu Avrupa reel sosyalizm uygulamaları bu gerçeği ortaya koymuştur. Çin solunun totaliter özellikleri ve kendine özgü dinamikleri sebebiyle evrensel olmadığı bellidir. Yine tekil bazı baskıcı sol rejimler evrensellik ölçüsüne sahip değildir. Latin Amerika solu açısından bakıldığında yerelliğin ağır bastığı daha çok anti-emperyalist mücadeleye dayanan ve sosyal adalet arayışı öne çıkan bir sol yaklaşım görülmektedir. Türkiye’de batı seçkinci solunun tercümeleri, seküler solculuğun üstenci pratikleri, ağrılıkla faşizan ve baskıcı karakter gösteren halk karşıtı solculuk söylemleri hiçbir biçimde gerçek anlamda sol değerleri esas alan yaklaşımlar olmamıştır. Sol değerler ve referanslar üzerinden bakıldığında İdris Küçükömer’in analizlerinin özellikle R.T. Erdoğan liderliğindeki Ak Parti sürecinde çok daha isabetli olduğu ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin hakiki sol pratiklerini Latin Amerika solculuğuna da benzer bir şekilde Ak Parti hükümetleri gerçekleştirmiştir. Anti-emperyalist mücadelenin başını ise “Dünya beşten büyüktür” belgisiyle küresel emperyalizme ve faşist güçlere kafa tutan Cumhurbaşkanı Erdoğan çekmektedir. Devleti yerel ve uluslararası sermayenin kontrolünden çıkaran, devlet sermaye ilişkisini bir kontrol ilişkisi değil işbirliği ilişkisi şeklide örgütleyen de yine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğini yaptığı siyasi mecradır. Bugün finans ve savaş sömürgeciliği üzerinden ülkemize saldıran ve küresel faşizm peşinde koşan yeni tipte emperyalizme karşı en güçlü mücadele Cumhurbaşkanı Erdoğan liderliğindeki ülkemiz tarafından verilmektedir. Tüm bu olgusal gerçeklik ortada iken birilerinin sadece dil ve söylem üzerinden solculuğa sahip çıkasının hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Mehmet Uçum Kimdir? 19 Mayıs 1965 Kars doğumlu. Evli. Bir çocukları var. 1982 yılında üniversite eğitimi için Kars’tan İstanbul’a geçti. 1986 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. Yabancı dili İngilizce. Yirmi yedi yıl İstanbul’da serbest avukat olarak çalıştı. Ağırlıklı çalışma alanı İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukuku oldu. Basın Hukuku, Ceza Hukuku, Tazminat Hukuku, İdare Hukuku, Fikri Haklar ve Politik Anayasa Hukuku alanında çalışmalar yürüttü. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Çalışma Ekonomisi Bölümünde yüksek lisans çalışması yaptı. “Türkiye İş Hukukunda Arabuluculuk” konulu yüksek lisans tezi kitap olarak yayınlandı. Aynı yerde doktora çalışması yaptı. Doktora yeterliliği sınavını geçti. Çalıştığı fakat henüz sunumunu yapamadığı doktora tez konusu “İş Güvencesinin Kapsamı”dır. İş hukuku alanında yayınlanmış kitapları ve çok sayıda makalesi bulunuyor. Basın Hukuku alanında Galatasaray Üniversitesi tarafından yayınlanan ortak bir kitabın yazarlarından. Politik Anayasa Hukuku, Ceza Hukuku, Fikri Haklar, AB-Türkiye Ortaklık Hukuku, Çocuk Hakları ve Dernekler Hukuku alanlarında da yayınlanmış makaleleri var. On üç yıldır yayın hayatında olan Legal İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukuku isimli hakemli Derginin başlangıçtan itibaren Yayın Yönetmeni. Legal İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukukuna İlişkin Yargı Kararları ve İncelemeleri Dergisi’nin editörlüğünü ve yazarlığını yaptı. İstanbul Barosu bünyesinde 1995 yılında kurulan Çalışma Hukuku Komisyonu’nun kuruluşunda görev aldı, sekiz yıl komisyon bünyesinde çalıştı ve 1998–2002 döneminde başkanlığını yürüttü. İstanbul Barosu bünyesinde; - Adli Yargıda Yolsuzluk Araştırması Proje Koordinatörü (1998) - Faali Meçhul Cinayetler ve Kayıpları Araştırma Projesi Koordinatörü (1998-2002) - Deprem ve Hukuk Çalışmaları Koordinatörü (1999-2000) görevlerinde bulundu. İstanbul Barosu Avukat Hakları Merkezi’nin kurucu üyeliğini bir dönem sözcülüğünü yaptı (1998-2002). İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezinde çalıştı (1996-2002). Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları faaliyetinde TMK Mağduru çocuklara ilişkin sorunun özellikle hukuki alanında çalışmalar yürütmüş konuyla ilgili yasanın çıkması sürecinde çalıştı (2009-2010). Demokratik Açılıma Yurttaş Katkısı Platformunu kurdu ve sözcülüğünü yaptı (2009-2010). “Yetmez Ama Evet Kampanyasında” çalıştı (2010). Kuruculuğunda görev aldığı Anayasa Çalışma Grubunun üyesi olarak Türkiye’nin yeni anayasa yapım sürecinde Yeni Anayasa Platformu bünyesinde çalıştı ve platformun sözcülüğünü yaptı 2010-2012). Akil İnsanlar Heyeti Doğu Anadolu Grubu Üyesi olarak çalıştı (2013). Tesev’in Anayasa İzleme Raporlarının yazarları arasındadır. Tesev’in demokratikleşme programında yer alan çeşitli çalışmalarda danışmanlık ve hakemlik yaptı (2010-2014). 2015 yılı Şubat ayında kurulan Kamusal Politika ve Demokrasi Çalışmaları Derneğinin (PODEM) kurucu başkanlığını yaptı. 25. Dönem Kars Ak Parti Milletvekilliği görevinde bulundu. Halen Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanıdır.