Dezenformasyon Yasası olarak bilinen yasa, distopya romanlarındaki bürokratik kurumların gerçek üzerindeki denetlemelerini ve gözlemciliklerini taklit ediyor. Bu yasa ile birlikte hükümetin daha önce pek de önemsemediği düşünceyi ifade özgürlüğünü daha nasıl ezip geçebileceğini Günal Kurşun yazdı. Birkaç gün önceki Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 7418 sayılı “Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”, kamuoyunda Dezenformasyon Yasası ya da daha veciz bir ifadeyle Sansür Yasası olarak biliniyor. Kanun, siyasi iktidarın çok sevdiğini ve sıkça da kullandığını bildiğimiz torba yasa yöntemiyle yapılmış. Esasen böyle bir kanun yapım tekniği yok tabii, ancak “işi kolaylaştırmayı”, “kestirmeden gitmeyi”, “gereksiz birtakım hukuki bürokrasiyle uğraşmamayı” şiar edinen “sonuç odaklı” iktidarımızın dünya hukuk literatürüne bu önemli katkısının değerini bilmek ve takdir etmek gerekir(!). Konuyla ilişkili-ilişkisiz her türlü yasada değişiklik yapmak isteyen iktidarımız, önceden boş kâğıda imzasını topladıkları milletvekillerinin sanki o konuda bir iradeleri varmış gibi yapar, imzaların üzerine itinayla hazırlanan öneriyi iliştiriverir, böylelikle de bir taşla çok kuş, bir değişiklikle çok kanun vurup düşürmüş olur. Buna da ne Meclis Başkanlığı ne de kanun yapımıyla ilgilenen bürokrasi itiraz edemez, zira her şeyde artık Külliye imzası var. Yeni değil, senelerdir böyle. Bu arada eski Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğü’nün lağvedildiğini, kanunların Külliye’de kimler tarafından hazırlandığının aslında bilinmediğini de hatırlayalım. Yeni kanun, aslında “yalan haber” yaymayı engellemeyi amaçlıyor. En azından genel gerekçesinden benim anladığım bu. Sanki içinde yaşadığımız havuz medyası ortamında, ana akım medyanın bütünüyle iktidar tarafından kontrol edildiği, muhalif tek bir eleştirinin dahi yayınlanamadığı, televizyona çıkabilecek yorumcuların dahi onaya sunulduğu, böylesi bir medyanın da iktidarın her türlü eylem ve işlemini yalnızca övebildiği, dolayısıyla da iktidarın propaganda aracına dönüştüğü bir atmosferde, iktidara rağmen iktidara göre “yalan haber” yayabilmek kolaymış gibi yapmışlar. İktidar çevrelerine göre “yalan haber” yayabilen ya da böyle bir ihtimali bulunan yalnızca küçük ve hayatta kalmaya çalışan bazı basılı medya organlarıyla kimi internet siteleri kalmış durumda ve iktidarımız bu organların etkisinden çok çekindiği için olsa gerek, bahsedilen kanunu çıkarmış durumda. Bu ahval ve şerait içinde, yeni yasaya göre basın kartı alabilmek daha da zorlaşmış; hoşa gitmeyen basın mensupları için neredeyse imkânsız hale gelmiş durumda, çünkü kartı bir komisyon veriyor ve komisyonun neredeyse tüm üyeleri idare tarafından belirleniyor. Yapılan yeni düzenlemede komisyonun üyeleri için karmaşık bir belirleme süreci öngörülmüş gibi görünüyor, ancak neticede iktidarın öyle ya da böyle istemediği bir kişinin komisyona girebilme şansı yoka yakın. Çok uğraşmışlar, “Basın kartı komisyon üyelerini sayın Cumhurbaşkanı atar” diye yazsalardı işi kolaylaştırmış, kestirmeden giderek gereksiz bürokrasiyle uğraşmamış, son derece sonuç odaklı bir yaklaşımda bulunmuş olurlardı. Yazık, fırsat kaçmış. Böyle olunca bayağı hukuka uygun görünüyor halbuki. Hatta “kimin gazetecilik yapacağına da biz karar veririz” diye yazsalar, işin hukukunu etiğiyle birlikte tastamam yerine getirmiş olurlardı diye düşünüyorum. Bahsetmeden geçmeyelim, basın kartının ne önemi var diye düşünebilirsiniz. Basın kartı olmayan kişiler artık gazeteci değiller, dolayısıyla da “gazeteci olmayan, yalan haber yayma namzedi kıvamında bölücüler” sayılmanın eşiğindeler. Tüm bu değişiklikler, yayın hayatına önceden başlasa da internet haber siteleri dahil tüm medyaya uygulanacak ve her kuruluş kanunun yürürlüğe girdiği tarihten üç ay içinde yeni kurallara uymak durumunda olacak. Özgür basının boğazına basmak yetmemiş olmalı ki, basın yayın organlarında çıkabilecek ilanların da ne şekilde verileceğine dair ayrıntılı ve son derece seçici bir yöntem belirlemesi de yeni yasayla yapılmış durumda. Böylelikle hayatta kalmayı sağlayan ilanların da hangi gazetelere gideceği bildirilmiş oluyor. Zaten boğazı sıkan eller azıcık gevşetilse, basının yaşaması için ancak yetebilecek derin soluğu alması beklenirken, bu kanunla büsbütün tıkanan o boğaz bakalım daha ne kadar dayanabilecek. Sovyetler Birliği döneminde Komünist Parti’nin yayın organı olarak görev yapan Pravda ve İzvestiya gazeteleri için Rusların çok güzel bir deyişi vardı: “Pravda’da gerçek, İzvestiya’da ise haber yoktur.”
Bu yasadan sonra, herhangi bir haber hakkında savcılığa “gerçek dışıdır” diyerek başvurulur ve ceza soruşturmaları açılır. Bu soruşturmaların kaçının ceza davasına dönüşeceğini yaşayarak göreceğiz.
Ne mutlu ki, bizim “gerçek haberleri” okuyabileceğimiz özgür basınımız bu yasa ile taçlanmış durumda. Aslında bu yasayla “Bana Pravda ve İzvestiya gibi gazeteler verin, savaşı kazanalım” diyen Nazi Propaganda Bakanı Goebbels’in selamı hepimize gönderilmiş oluyor, alın bu selamı efendim! Yeni yasanın “tüy diken” en önemli maddesini gözden geçirmeden olmaz, çünkü artık nur topu gibi yeni bir suçumuz da oldu. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’na 217/A maddesi eklenerek halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma suçu da tanımlanmış oldu. Buna göre “sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılacak; failin suçu gerçek kimliğini gizleyerek veya bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlemesi hâlinde ise verilen ceza yarı oranında artırılacak. Sosyal medya hesabında gerçek adını ve soyadını kullanmayan herkes kapsamda mı, sırf halk arasında endişe, korku ve panik yaratmak saiki nasıl ispatlanacak veya kamu barışını bozmaya elverişlilik kriterinin unsurları, örneğin halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçundakine benzer unsurlar mı gibi soruları daha teknik makalelere bırakalım. Peki, gerçeğe aykırılık nasıl belirlenecek? İşte sorunun esas düğümlendiği nokta da burası. Bu gerçeği mahkemeler belirleyecek. Son seçimlerden önce iktidar partisi ilçe başkanı olarak görev yapan avukatın, listede yer bulamayınca hâkim yapılarak sulh ceza hâkimi olarak görevlendirildiği ya da sayın Cumhurbaşkanına hitaben yazdığı şiiri Facebook hesabında yayınladığı için ticaret mahkemesi hakimiyken Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı olarak atanana kişilerin görev yaptığı mahkemeler, neyin gerçek neyin yalan olduğunu karar verecekler. O şair hâkim beyin şu an Yargıtay üyesi olarak görev yaptığını da ekleyeyim. Hukukun, özelde ise ceza hukukunun özü belirliliktir. Suç tipi belirsiz olamaz, öyle olursa suçta ve cezada kanunilik (nullum crimen et nulla poena sine lege/kanunsuz suç ve ceza olmaz) ilkesine aykırılık oluşur. Açık, seçik, net ifadelerle neyin suç sayıldığını önceden belirlemeniz gerekir. Gazetede yayınlanan bir haberin gerçek olup olmadığını ceza davası belirleyemez, zaman belirler. Gidip yerinde araştırmanız, görüşmeniz, çoğu zaman da sonucunu beklemeniz gerekir. Ancak bir süre sonra yayınlanan haberin gerçek olduğunun ortaya çıkabildiği onlarca örnek sayabilirim. O arada TCK m.217/A’dan ceza alan, cezasını yatıp çıkan gazetecilere de “pardon” denecek herhalde. Gerçekleri önemsiyorsanız, çoğulculuğu, insan haklarını, özellikle de ifade özgürlüğü ve eleştiri hakkını tam anlamıyla uygulatmanız gerekir. Farklı görüşlerin çarpışmasıyla toplum kendi görüşünü oluşturabilir; tez ve antitezin tartışılmasıyla kamuoyu kendi sentezine ulaşabilir. Bu temel diyalektik yöntemin uygulanamadığı her durum, aslında çoğulculuğun, ifade özgürlüğünün, eleştiri hakkının ve dolayısıyla insan haklarının ihlal edildiği anlamına gelir. Bu yasadan sonra, “gerçeğe de yalnızca biz karar veririz” demeleri an meselesidir. Neyse ki demokratik bir ülkede yaşıyoruz da yeni yasayla bu suçtan mahkûm olanlara temyiz hakkı tanınmış durumda. Şükretmesini de bilmek lazım. Şair hâkimin görev yaptığı Yargıtay’a temyiz hakkı tanınması, nereden baksanız büyük demokratlık örneği gerçekten. Bu yasadan sonra, herhangi bir haber hakkında savcılığa “gerçek dışıdır” diyerek dilekçe verilebilir ve ceza soruşturmaları açılır. Bu soruşturmaların kaçının ceza davasına dönüşeceğini, tutuklama tedbirine ne ölçüde başvurulacağını da yaşayarak göreceğiz. Anayasa Mahkemesi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin hafta başındaki anayasaya aykırılık ve yürütmenin durdurulması başvurusu üzerine özellikle ceza hükmü açısından ilk incelemesini önümüzdeki hafta gerçekleştirecek. Böylelikle de Mahkeme’nin ne ölçüde yaşıyor taklidi yaptığını bir kere daha gözlemleyeceğiz. Dilerim Mahkeme bu ilk incelemesinde azar yeme pahasına yürütmenin durdurulmasına karar verebilir de sıkılmış boğazlar azıcık nefes alır, Goebbels’in manevi hatırası da daha fazla yücelmez.