Hukuk devleti olmaktan uzaklaşan ülkelerde durumu fırsat bilen karanlık güçler, hukuksuzluktan cesaret alıp kendini devlet yerine koyabiliyor. Bu bazen mafya düzeni olarak, bazen tarikat ilişkileri ile görünür oluyor. Rotasını hukuktan uzaklaştıran ülkelerde bu kirli yapılardan ve sarmal haline gelen ilişkilerden arınmanın da git gide zorlaştığı biliniyor. Kendini devletle bir gören bu yapılar sessizce ve sinsice ilerlese de çıkarları çatıştığı zamanlarda da gemileri yakarak yarattıkları iklimde karanlık tabloyu tüm çıplaklığı ile ortaya serebiliyor. Türkiye’de Susurluk çetesinin ortaya döktükleri ile doksanların “derin devlet” diye anılan karanlığında mafya-emniyet-siyaset üçgenin, günümüzde benzer ilişkilerini sürdürdüğüne; siyaset mafya ilişkilerinin yeniden Türkiye’de tartışıldığına şahit oluyoruz. Organize suç örgütü lideri Peker’in videoları ve iddiaları ile başlayan tartışmalar büyük bir çürümüşlüğün karşısında, iktidarın düşündürücü sukünetini de dikkat çekici kılıyor. İddiaların gerçekliği dahi soruşturulmaksızın “Bir mafya babasının söylediklerine mi itibar edeceğiz?” cevabını veren yöneticiler bizleri şaşırtmasa da Cumhuriyet Savcılarının bu iddialar karşısında soruşturma başlatmamasının hukuki bir izahatı olamıyor. Böylesi iddialar demokratik hukuk devletlerinde hukuk zemininde soruşturulur, özgür basın bu iddiaları ve iddia taraflarının açıklamalarının objektif bir şekilde üzerine gider, sorulması gereken tüm sorular muhataplarına sorulabilir. ÇÖKÜŞ HIZLANIYOR İddiaların birçoğunun direkt muhatabı olan İçişleri Bakanı’nın katıldığı 2 saatlik televizyon programında karşısındaki 4 gazeteciyi toplam 10 dakika konuşturduğu, sorulan sorulara doğrudan yanıt vermediği dikkate alındığında demokrasinin ve iyi yönetime sahip ülkelerin olmazsa olmazı olan hesap verebilirlik ve şeffaflıktan da gün geçtikçe uzaklaştığımızı görüyorum. Yönetiminin her alanında da olumsuzluklara ve kötü gidişata gözlerini kapatan ve sorgulanmaz bir iktidar inşa eden Adalet ve Kalkınma Partisi çöküşünü kendi elleri ile hızlandırıyor. Çürümenin, yozlaşmanın, hukuksuzluğun bardağı taşırdığı bu atmosferde yöneticiler aldıkları kararları tartıştırmaz, hesap vermez, eleştirilemez ve tüm yaptıkları onaylanır bir konumda kendilerini görüp topluma bu kötü gidişatı dayatıyor. Kirlenme sadece mafya-siyaset ilişkisinde değil yönetiminin her alanında dibi gören zihniyette liyakatsizliğin de zirveye çıktığına defalarca şahit olduk, olmaya da devam ediyoruz. Kendi bakanlığına fahiş fiyattan dezenfektan satan eski bakana ‘hizmetlerinden ötürü şükranlarını sunan’ Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın zımnen bu yolsuzluğu meşrulaştırması, İçişleri Bakanı’na yönelik iddialarda sessiz kalması, Bakan Yanık’ın kadın ve çocuk hakları ile çelişen beyanları ve şiddeti “tolere edebilen” anlayışı karşısında sessiz kalması iktidarın yönetme becerisinden yoksunlaştığını bizlere gösteriyor. Başında bulunduğu bakanlığa makamını, unvanını kullanarak fahiş fiyattan dezenfektan satan bakanı bile soruşturmayan, görevi kötüye kullanmaktan adalete hesap vermesinin yolunu açmak yerine ‘gösterdiği başarılı hizmetlerden ötürü şükranlarını ifade ederek’ görevden uğurluyor. “Biz olmazsak ülke batar.” söylemleri ile beka problemi tartışmalarını güncel tutarken ülkenin gerçek beka problemlerine gözlerini kapatan iktidar kendi dogmalarını yaratırken, sadece kendilerini ve yandaşlarını koruyan ve “daha eşit” kılan düzeni kurmaktan geri kalmıyor. Sonuçta tüm değerler çürüyor; suçlular güçlü, halk yoksul, düzene itiraz edenler ise suçlu oluyor. Kendi gidişlerini ülkenin beka problemi olarak gören iktidar, gençlerin umutlarının yok olmasını hiçbir zaman dert etmiyor; işsizliği, yoksulluğu, yolsuzlukları beka sorunu olarak göremiyor. Ülkenin kangren haline gelen ve hızla büyüyen sorunlarından olan genç işşizliği; şeffaf, hesap verebilir, etkin bir kamu yönetiminin de olmaması ile birlikte ülkemizin umudu ve potansiyeli olan gençlerin geleceğe dair beklentilerinin azalmasına, beyin göçünün hızla artmasına neden olurken, kamuda kayırmacılığın tavan yaptığı, liyakat ilkesinin tarih olduğu günümüzde öyle görevlendirmeler yapılıyor ki insan artık hayret dahi edemiyor. Devlet kadrolarında Kartal İmam Hatip Lisesi mezunlarının çoğunlukta olduğu, ülkedeki birçok önemli kadroya yapılan atamaların da Bilal Erdoğan’ın lise arkadaşları arasından yapılması akıllara “Devlet değil de aile şirketi mi yönetiyorlar?” sorusunu ister istemez getiriyor. ŞİRKET MANTIĞIYLA YÖNETİM Hafızalarımızı biraz tazelemekte fayda var, 2015 yılında AKP Genel Başkanı Erdoğan “Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa Türkiye de öyle yönetilmelidir. Yoksa bileklerine bağlıyorlar prangayı, yürü yürüyebilirsen... Bu ülke bu şekilde sıçramaz" dediği 2015'ten bu yana, ülkeyi yönetme anlayışları adım adım şirket yönetme pratiğine dönüşür oldu. Devleti özel şirket gibi düşündüğünüzde; “şirket” yöneticileri istediği makama istediği kişiyi görevlendirir, istediğini çalıştırır istediğini kapı önüne atar. Bu durumda biz vatandaşlar da müşteri olarak görülürüz ancak hesap soramayız. Hesap sorduğumuz vakit “ticari sır” sessizliğine boğuluruz ya da “128 Milyar Dolar Nerede?” sorusuna verilen tutarsız ve gerçekten uzak yanıtlar gibi karşılık buluruz. Yargının bağımsızlığını yitirdiği, özgürlüklere müdahalelerin arttığı baskıcı rejimlerde ne yazık ki toplum birçok kaygıyı peşi sıra yaşadığından beyin göçü kaçınılmaz bir gerçek oluyor.  AKP iktidarı döneminde beyin göçünün %97 arttığı gerçeğini hatırlatıp, gelişmiş ülkelere göç eden nitelikli iş gücünün ülkemizin gelişmesi için ihtiyaç duyulan beşeri sermayenin de kaybı olduğunu, sebebinin de tek adam rejiminin yanlış yönetimi olduğunun farkındayız. Kutuplaşmalardan beslenen ve ayrışmayı derinleştiren, anayasal haklarını kullanan üniversite öğrencilerini ya da onun gibi düşünmeyenleri kolayca kriminalize eden, hukuku demokrasinin kılıcı olarak gösterip toplumu kendi hukuk algısı ile “terbiye eden”, tek bir dünya görüşünü topluma dayatan zihniyet; kadrolarında da benzer tek tipleştirmeyi devam ettirdiği müddetçe nitelikli kadroların geleceğe umudu kayboluyor. Üniversite mezunları gelecek kaygısı yaşayıp işsizliğin ağır psikolojisine direnirken, tek özelliği birilerinin yeğeni, damadı yahut arkadaşı olmasından öte gitmeyen kişilerin kariyer basamaklarındaki durdurulamayan yükselişi arttıkça anonim şirketin iflası da hızlanıyor. Kısacası “şirket gibi yönetilen” ülkemizde işler iyiye gitmiyor… Bırakınız ülkeyi, kendini yönetemeyen iktidar miadını doldurmuş durumda. Ülkeyi bu karanlıktan çıkartacak, kısa sürede tüm sorunların üstesinden gelinmesinin yolunu açacak tek seçenek erken seçim olarak görünüyor. Çürüyen meyve dalında durmaz, düşer. Çürüyen yönetim karşısında da umutsuzluk ve karamsarlığa kapılmaya hiç gerek olmadığı gibi, iktidarın da erken seçim dışında bir çıkışı kalmıyor.