Pazar Politik

Deneyim ve öykü farkı

Abone Ol
Anlamlı görünmeyen deneyimlerin birbirleriyle ilişkilendirilerek anlamlı bir öykü halinde düzenlenmesi, dünyanın olduğu gibi, kişinin kendisinin varlığının da temelidir. Deneyim bir hissiyatken, öyküleme bir devamlılık inşasıdır. Yaşam kendisini her fırsatta gözlerimizin önüne seriyor gibidir. Ağaçlara, kumsallara, denizlere, ırmaklara bakarız, otobanları, gökdelenleri, tuğla evleri, trafik ışıklarını görürüz. Bambaşka ve rengarenk kıyafetler içerisinde insanlar yanımızdan akar gider. Başımızı yukarı kaldırıp göğe bakarız, engin ve uçucu bir mavilik tüm gördüğümüz her şey gibi bize pek gerçek görünür. Her biri bir deneyimlemedir, tümü benliğimizde bir hissiyat uyandırır. Üzerine biraz düşünürüz, canımız sıkılır, kafamız karışır: gördüğümüz hiçbir şey gördüğümüz şeyle özdeş değildir. Belli bir mesafeden ağaç olarak gördüğüm bir bütünlük, ona yakınlaştıkça kahverengi kabuklara, yapraklar üzerindeki yeşil damarlara, çeşitli tomurcuklara ayrılır. Her gün üzerinden arabayla geçtiğim otoban, bir akışkanlık deneyimiyken (İstanbul gibi yoğun trafiklerde bir bekleme deneyimi de olabilir) arabadan inip yola yakından bakmaya başladıkça çatlaklara, farklı taşlara, taşlar arasında tutucu görevi yapan asfalta ayrılır. Aynı varlıkla aramdaki uzaklık değiştikçe, gördüklerim de, deneyimim de değişir. Her bir varlığa yaşamın akışı içerisinde yakınlığım ve konumum aynı anda değiştiğinden, hareket halindeki benliğim için evrenin üzerimde açığa çıkardığı deneyim de farklılaşır. Varlıkların deneyimini tek tek değil, bütünlüğün içerisindeki bir atmosfer olarak deneyimlediğimden, her bir bileşenin değişen ağırlığı, etkisi, biçimi ve uyarısı algım üzerinde başka bir dönüşüm yaratır. Üzerine düşünmediğim sürece canımı sıkmayan, kafamı karıştırmayan bu durum, üzerine düşündükçe kendisini gözlerimin önüne serdiğini düşündüğüm yaşamın, aslında ne kadar da gizil kaldığını fısıldar. Her an konumuma ve diğerleriyle birleşen konumuna göre, başka bir bütüne evrilen ya da bir başka bütünden parçalara ayıran varlıklar, günün saatlerine, ışığın üzerlerine geliş açısına, benim ruhsal durumuma, havanın sıcaklığına, rüzgarın varlığına göre farklı uyaranlara dönüşürler. Deneyim, eşsiz bir tecrübeye dönüşür, her seferinde bambaşka bir uyaran ve uyarılan ilişkisidir. Ve bu rastlantısallık içerisinde anlam aramak, olup bitenin gizlediği bir öykünün özünde yatanı bulmaktan çok, öznenin başına gelenleri bir anlamlandırmaya tabi tutmak güdüsünden kaynaklanır gibidir. Deneyimin değişkenliği, zihnimin sınırlama, çerçeveleme ve sabitleme güdüsü karşısında üstesinden gelinmesi gereken bir rakibe dönüşür. Fakat zihnim yalnızca sabitlemeyi arzulamaz, aynı zamanda da deneyimlenende bir anlam olması gerektiğini savunur. Zihnim deneyimime direnir. Onu kendi kaydetme yöntemleriyle değerlendirmek ve saklamak ister. Zihnim, deneyimi büker. Bunu öyküleme aracılığıyla yapar. Deneyim, artık başlangıcı, gelişmesi ve sonucu olan bir koparılmışlıktır. Deneyimin koparıldığı yer, onun içerisinde bulunduğu bağlamdır. Kendi başına ele alınamayacak olan deneyim, zihnin işleyebilmesi adına bütünden koparılır, kendi başına bir olaymış/olguymuşçasına değerlendirilir. Ona bir giriş ve son tahayyül edilir. Bu yüzden dört bir taraftan çerçevelenir, neden sonuç ilişkileriyle hikayeleştirilir. Bu öyküye bir de anlam giydirmesi yapılır. Anlamın pozitivist, ilahi, burçlar çerçevesinde ya da nefret söylemi gibi bambaşka bağlamlarda üretilmesi mümkündür. Böylece bütünden koparılmış olan deneyim, öyküleştirilirken bütüne yeniden bağlanır. Fakat bu kez her şeyin birbirinin içerisinden çıktığı, her şeyin birbirine neden ve sonuç olduğu bambaşka bir lineer bağlamda. İnsanın kendisinin anlamlı bir bütün olması bile bu öykülemeye bağlıdır. Kişiler kendi başından geçenlerin tümünü lineer bir öyküleme çerçevesinde birbirine bağlarlar ve bu yaşamlarını bu ipi takip ederek ilerletirler. Bu ipin ucu kaçtığında, kişinin kendi varlığını sorguladığını, öyküsü kırıldıkça kişilik bütünlüğünün bozulduğunu, geleceğe ilişkin kaygılarının ortaya çıktığını görürüz. Anlamlı görünmeyen deneyimlerin birbirleriyle ilişkilendirilerek anlamlı bir öykü halinde düzenlenmesi, dünyanın olduğu gibi, kişinin kendisinin varlığının da temelidir. Deneyim bir hissiyatken, öyküleme bu hissiyatların zihinde birbiriyle ilintili bir devamlılık haline getirilme inşasıdır. Deneyimde kişi özne olmaktan tümüyle sıyrılmasa da, nesne olmaklığın da tecrübesindedir. Öykülemede ise nesne olmaktan tümüyle sıyrılamasa da, özne olmaklığın izindedir. Ve deneyimler öyküleri, öyküler de deneyimleri değiştirir. Bu değişimler, zihnin sabitleme güdüsünün aksine, sürekli bir değişim içerisindedir. Sabitleme bir arzu olarak durur, öyküleme bu arzunun yerine getirilmesi girişimidir ancak deneyimleme öylesine çabuk değişmektedir ki, öykülemenin onun ardından koşmaması durumunda, kişinin bütünlüğü, deneyimin savrukluğuyla yine darmadağın olma riskiyle karşılaşır. Bu yüzden kişinin bütünlüğünü sabit tutabilmek adına, öyküleme, deneyimlemenin savurmalarına karşı kendisi de sürekli pozisyon değiştirerek ya da buna hazır olduğunu her an hissettirerek yanıt verir. İnsan, var olmayan bütünlüğünü, varmış ve sabitmişçesine koruyabilmek için, özneliği ve nesneliği arasındaki dengesizliği sürekli dengede bir durummuş gibi sunacak pozisyonlara girer. Bu pozisyonların değişkenliği ise, süregiden bir öykü içerisinde giriş, gelişme ve sonuç olarak konumlanarak meşrulaştırılır. Böylece varlığımızın maruz kaldığı anlamsız deneyimler, zihnimiz tarafından “anlamlı” öykülerle yedeklenir. Öykünün etkisi, deneyimi geçmişe yönelik olarak dahi değiştirebilir. Fakat tam aksi de her daim mümkündür. Kişi, deneyimlediği sürece saçılmış, öykülediği sürece bütünleşmiştir. Deneyim saçar, öykü toparlar. Deneyimin rastgeleliğini, zihin anlamlı kılar. Bizi insan yapan, nesne olmamıza her daim itiraz eden özneliğimiz gibi görünür. Kişi, ikisi arasında bir sarkaç gibi savrulur durur, insan olmanın trajedisi öyle görünüyor ki, budur.