Popüler tartışmalar bu modelin ekonomik ayağına odaklanmakta ya da Çin’i otoriter bir yapı olarak ele almaktadır. Halbuki Çin tek parti sistemiyle yönetilen bir ülke olmakla birlikte Kuzey Kore gibi totaliter bir sisteme sahip değildir.Demokrasi kavramı da ülke yöneticileri ve entelektüelleri tarafından ciddi bir biçimde ele alınmaktadır. Bu noktada belirtmek gerekir ki Çin’de demokrasi tartışmaları yeni değil. Bu tartışmalar uzun zamandır yapılıyor, özellikle de 1990’lardan bu yana liberalizm, eleştirel sosyalizm ve Konfüçyüsçülük gibi farklı siyasi görüşlere sahip Çinli aydınlar tarafından. Çinli aydınlar gibi ÇKP de son dönemde demokrasi kavramının oynadığı önemin farkına vardı. ÇKP’ye göre, demokrasi kavramı, yalnızca Batılılar, özellikle de ABD tarafından tanımlandığı biçimiyle anlaşılamaz. Diğer bir deyişle demokrasinin birden fazla tanımı vardır. Sürekli gelişen somut bir olgu olan demokrasi, ülkelerin tarihine, kültürüne ve geleneklerine göre şekillenir ve farklılaşır. Dolayısıyla ABD, ABD’ye özgü demokrasi modeli ile yönetilirken, Çin de Çin’e özgü demokrasi modeli ile yönetilmektedir. Dahası Çin modeli, ABD’dekinin aksine Çin halkı için iyi işleyen bir demokrasi modelidir. ABD demokrasisi ise hem bu ülkeye özgü hem de mükemmel olmaktan bir hayli uzaktır. Dolayısıyla ABD’nin demokrasi modelini diğer ülkelere savaşlar ya da başka yöntemler yoluyla dayatması kabul edilemez. Hiçbir ülke kendi modelini diğer ülkelere dayatmazsa dünya farklı toplumların bir arada yaşadığı çeşitliliğe saygı duyulan bir yer haline gelecektir. Peki, nedir bu işleyen Çin demokrasisi? Çin devleti, kendi modelini anlatmak için 4 Aralık’ta, yani ABD’nin Demokrasi Zirvesi’nden kısa bir süre önce ‘Çin: İşleyen Demokrasi’ başlıklı bir beyaz kitap, yani hükümet raporu yayınladı. Buna göre, Çin’de doğrudan seçimler olmasa da yöneticilerin Çin halkı ile sürekli istişare içinde olması sonucunda halkın talepleri karar alma süreçlerine yansıtılmaktadır. Çin’in önde gelen entelektüellerinden Wang Shaoguang, bu istişare sürecini Mao döneminin kavramlarından kitle çizgisi ve pratiği ile açıklamaktadır. Wang’a göre, Çin usulü demokrasi için ölçüt, sistemin halkın nesnel ihtiyaçlarını karşılama kapasitesi ve insanların fikirlerini karar alma süreçlerine dahil etmesidir. Bir yönetim sistemi ancak bu şekilde özsel bir demokrasi olarak adlandırılabilir. Özsel demokrasi, batıda uygulanan ve rekabetçi seçimlere dayanan temsili demokrasiden üstündür. Benzer bir görüş, Çin Dışişleri Bakanlığı tarafından yayınlanan ‘Amerika Birleşik Devletleri’nde Demokrasinin Durumu’ başlıklı raporda da ortaya konmaktadır. ÇKP’ye göre, Çin, ‘topyekûn halk demokrasisi’ (whole-process people’s democracy) ile yönetilmektedir. Topyekûn halk demokrasisi, “süreç odaklı demokrasiyi sonuç odaklı demokrasiyle, prosedürel demokrasiyi özsel demokrasiyle, doğrudan demokrasiyi dolaylı demokrasiyle ve halk demokrasisini devlet iradesiyle bütünleştirir. Bu, demokratik sürecin tüm yönlerini ve toplumun tüm kesimlerini kapsayan bir sosyalist demokrasi modelidir.” Kısacası, topyekûn halk demokrasisi, “işleyen gerçek bir demokrasidir”. Çin devletine göre, bir ülkenin siyasi sisteminin demokratik olup olmadığını değerlendirmenin yolu, o ülkedeki liderlik değişiminin düzenli ve hukuka uygun gerçekleşip gerçekleşmediğini gözlemlemektir. Yurttaşların devlet ve toplum ile kuracağı ilişki ile ekonomik ve kültürel faaliyetlerin yasalara uygun olarak idare edilmesi, halkın taleplerini devlete rahatlıkla iletebilmesi, tüm toplumsal kesimlerin ülke siyasetine etkin bir şekilde katılması, ulusal karar alma süreçlerinin rasyonel bir şekilde yürütülmesi ve her alanda yüksek vasıflı insanların ülkenin yönetim sisteminin bir parçası olması gibi çok boyutlu süreçleri kapsamaktadır. Ayrıca bir ülkenin demokratik olarak değerlendirilebilmesi için o ülkenin gerçek sahibi, ekonominin ezici bir kısmını denetimi altında tutan oligarklar değil, halkın kendisi olmalıdır. Çin’in demokrasi tanımındaki birçok nokta doğrudan ABD demokrasisinin zayıflıklarını hedef almaktadır. Diğer bir deyişle Çin kendi modelini ABD modelinin karşısında konumlandırmaktadır. Bununla birlikte belirtmek gerekir ki Çin’in asıl hedef kitlesi Çin halkıdır. Dolayısıyla ÇKP’nin ‘Çin demokrasisi’ söyleminin birincil amacı kendi modelini diğer ülkelere yaymak değil, Çin halkının gözünde ‘topyekûn halk demokrasisi”nin meşruiyetini sağlamak/sağlamlaştırmaktır. Bununla birlikte Çin demokrasisi kavramının ABD’nin yeni Soğuk Savaşı’nın ideolojik mücadelesine karşı koymak gibi bir hedefi olduğunu akılda tutmak gerekir. SONUÇ YERİNE Görüldüğü üzere demokrasi kavramı, günümüzde ABD-Çin rekabetinin önemli bir aracı haline gelmiştir. Aslında demokrasi kavramının içini doldurma mücadelesi İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen Soğuk Savaş yıllarında da yaşanmıştır. Nazilerin Almanya’da 1930’lardaki iktidarı ve ardından gelen kaos yılları faşist bloğa karşı bir demokrasi cephesinin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. İkinci Dünya Savaşı, özellikle Sovyetler Birliği’nin Almanya’ya ve faşist cepheye karşı verdiği büyük mücadele sonucunda demokrasi bloğunun zaferiyle sonuçlanmıştır. Ne var ki bu bloğun temsilcileri demokrasi kavramını farklı şekillerde tanımlamıştır. ABD ve İngiltere, demokrasiyi günümüzde olduğu gibi liberal anlamıyla tanımlarken, Sovyetler Birliği halk demokrasisi olarak ele almıştır. Bugün ABD ile Çin arasında yaşanan demokrasi mücadelesi, her ne kadar çok farklı bir ortamda yaşansa da tehlikeli bir ideolojik ayrıma dönüşme tehlikesini barındırmaktadır. Umuyorum ABD’li ana akım düşünürlerin yeni Soğuk Savaş söylemi kendini gerçekleştiren bir kehanete dönüşmez.
Demokrasiyi kim tanımlayacak: Çin modeli, Çin demokrasisi
Aslında hatları belirgin tek bir Çin modelinden bahsetmek mümkün değil. Dahası Türkiye’de “model diye sunulanın, bırakın Türkiye’yi, Çin için bile uygulanabilirliği yok”.
Türkiye’de son haftalarda yaşanan kur krizinin ve ekonomik sorunların bir sonucu olarak ‘Çin modeli’ tartışması alevlendi. Bu modelin Türkiye’ye uygulanabileceğini savunanlara göre, AKP hükümeti, TL’nin değerini düşük tutarak ihracat odaklı bir büyüme stratejisi izleyecek ve böylelikle Çin’i dünyanın üretim üssü ve en büyük ihracatçı ülkesi haline getiren kalkınma stratejisi, Türkiye ekonomisi için hızlı bir toparlanma süreci sağlayacaktır.
Peki, bir Çin modelinden söz edilebilir mi ve edilebilirse bu model Türkiye’de uygulanabilir mi? Çin modeli gündeme geldiğinden bugüne pek çok kişi bahsi geçen model tartışmasına katkıda bulundu. Bu nedenle burada söylenenleri yinelemek yerine katıldığım noktaların üçünü özetleyeceğim. Ardından da ‘Çin Modeli’nin pek de ele alınmayan kısmı olan ‘Çin demokrasisi’ söylemine ve ABD ile Çin arasında yaşanan ‘demokrasi söylemi savaşları’na değineceğim.
Çin’in nasıl kalkındığı hakkında daha ayrıntılı okuma yapmak isteyenler için Koç Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan Çin Bilmecesi kitabında Burak Gürel’in ‘Çin’in Yükselişinin Tarihsel Arka Planı ve Yakın Geleceği’ bölümünü ve Nika Yayınevi’nden bu ay çıkan Eleştirel Uluslararası Politik Ekonomi-2: Bölgesel Dinamikler kitabında yer alan ‘Çin’in Neoliberal Dönüşümü ve Kapitalist Dünya-Ekonomiye Eklemlenmesi’ bölümümü öneririm.
‘ÇİN MODELİ’ DİYE BİR MODEL VAR MI?
Ergin Yıldızoğlu, Cumhuriyet’te yayınlanan ‘Biri Çin modeli mi dedi?’ başlıklı yazısında, Çin kalkınma tecrübesinin neden Türkiye’ye uygulanamayacağını soldan bakarak ve Giovanni Arrighi’den yola çıkarak açıklıyor. Kadir Temiz ise Çin modeli tartışmalarına akademik yazından verdiği örneklerle katkıda bulunurken tartışmanın ekonomik içeriğine ek olarak siyasi bir içeriğinin de olduğunu vurguluyor ki okumakta olduğunuz yazının temel gayesi bu siyasi içeriği ortaya koymak.
Ceren Ergenç’in belirtiği gibi aslında hatları belirgin tek bir Çin modelinden bahsetmek mümkün değil. Dahası Türkiye’de “model diye sunulanın, bırakın Türkiye’yi, Çin için bile uygulanabilirliği yok”. Çin’de Mao sonrası dönemde 40 yılı aşkın süredir uygulanan kalkınma patikasını deneme yanılmaya dayanan pragmatik politikalar olarak adlandırmak daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Ayrıca AKP’nin Kemal Derviş’ten devralarak 2000’lerin başından bu yana uyguladığı ekonomik modelin tam anlamıyla sermaye dostu tavrına karşın Çin’de 2000’lerin ikinci yarısından bu yana emekçi sınıflar lehine kısmen de olsa olumlu gelişmeler yaşanıyor. Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) daha önce ele aldığım 2021’e kadar mutlak yoksulluğu ortadan kaldırma -bu hedefe ulaşıldı- ve “ortak refah inşası” hedefleri de Türkiye ile Çin’i birbirinden ayıran çok sayıda özellikten yalnızca ikisi.
Çin modeli tartışmasına dönersek, pek çok akademisyen gibi Çinli yöneticiler de böyle bir modelin varlığına dair tartışmalar başladığından bu yana ülkelerinin bir model sunduğu iddiasını reddediyorlar. Hatta daha da ileri giderek Çin’in model olarak adlandırılabilecek kendine has bir kalkınma deneyimi olsa bile bunu başka ülkelere aktarmanın mümkün olmadığını; zira her toplumun kendine özgü koşulları dolayısıyla kendi özgün kalkınma modelini yaratması gerektiğini ifade ediyorlar. Bunun sonucu olarak da ABD’nin ve liderliğini yaptığı Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası gibi Batı merkezli uluslararası kuruluşların aksine herhangi bir modelin, tüm ülkelere, ülkelerin öznel şartlarının göz ardı edilerek aynı şekilde uygulanabileceği iddiasını, yani modellerin evrenselliği iddiasını reddediyorlar. Kısacası, ne her koşulda uygulanabilecek bir Çin modelinden ne de bu tür bir modelin Türkiye’ye uygulanabilmesi ihtimalinden bahsetmek mümkün. Bu durum, ekonomik modeller kadar siyasi modeller için de geçerli elbette.
YENİ SOĞUK SAVAŞ SÖYLEMİNİN İDEOLOJİK AYAĞI OLARAK DEMOKRASİ MÜCADELESİ
Çin modelinin tartışılmayan bir diğer yönünü, Türkiye’nin artan otoriterleşmesini de göz önünde bulundurduğumuzda ‘Çin demokrasisi’ söylemi oluşturuyor. Bu kavramı önümüzdeki süreçte çok daha sık duyacağız; zira Joe Biden liderliğindeki ABD, Çin’e ve Rusya’ya karşı bir ‘demokrasi ittifakı’ kurmak için Biden henüz ABD Başkanı seçilmeden önce girişimlere başladı. Biden, Foreign Affairs Dergisi’nin Mart/Nisan 2020 sayısı için kaleme aldığı yazıda ABD’nin demokratik değerlerin, basın özgürlüğünün, oy kullanma hakkının ve liberal demokratik değerlerin yılmaz savunucu olarak uluslararası düzeni yönetmeye hazır olduğunu dünyaya göstermesi gerektiğini belirtmişti. Biden, 7 Kasım 2020’de yaptığı seçim konuşmasında ise “Amerika dünya için bir yol göstericidir” demiş ve Donald Trump döneminde terk edilen uluslararası liderliğin yeniden üstlenilmemesi durumunda ya Çin gibi rakip bir güç tarafından üstlenileceğini ya da dünyaya kaosun egemen olacağını belirtmiştir.
ABD yönetimi, uluslararası sistemdeki liderliğini özellikle Çin’e karşı sürdürmek niyetindedir. Biden’a göre, “En iyi Çin stratejisi, tüm müttefiklerimizi… aynı sayfada toplayan stratejidir” ve ABD’nin izlemesi gereken politika, müttefikleri ve ortakları ile Çin’e karşı bir birleşik cephe oluşturmak ve Çin’in ‘zararlı’ eylemlerine karşı durmaktır. Zira ABD’nin müttefikleri ve ortakları ile bir araya gelmesi durumunda çevreden ticarete, teknolojiden şeffaflığa kadar birçok meselede yapılacak olan düzenlemeler Çin’in çıkarları yerine liberal demokratik çıkar ve değerleri -bunu ABD’nin çıkarları olarak da okuyabiliriz- koruyacaktır.
Bu düşüncenin arkasında ABD ile Çin arasında yeni bir Soğuk Savaşın başladığı fikri yatmaktadır. Her ne kadar bu kavramın günümüzdeki ABD-Çin rekabeti için kullanılmasını doğru bulmasam da ‘yeni Soğuk Savaş’ ABD merkezli ana akım Uluslararası İlişkiler yazınında sıkça kullanılan bir kavram haline geldi. ABD ile Çin arasında yeni bir Soğuk Savaş başladığını iddia eden düşünürlere göre, bu iki güç arasında kati ve temel farklılıklar vardır ve bunlar tam anlamıyla giderilemez.
Robert Kaplan’a göre, yeni Soğuk Savaş’ın, eskisi gibi askeri, ekonomik ve ideolojik ayakları vardır. Çin, ABD’nin ‘en doğal hakkı’ olan liderlik hakkına her üç alanda da meydan okumaktadır. Öyle ki Çin, ABD donanmasını Batı Pasifik’ten uzaklaştırmak istemektedir. Çinli yöneticilere göre, ABD için Karayipler’in önemi ne ise Çin için de Batı Pasifik’in önemi odur. Buna karşın ABD’li yöneticiler ABD’yi her daim bir Pasifik gücü olarak görmektedir. Bu, 1853’te Japonya’nın -zorla- ticarete açılması sürecinde olduğu gibi bugün de geçerlidir. Benzer şekilde ekonomik alanda da Çin, ABD’nin üstünlüğüne meydan okumaktadır.
Bu noktada öne çıkan bir diğer alan ideolojidir. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin aksine günümüzde keskin bir ideolojik ayrımdan söz etmek mümkün değil; zira Çin, her ne kadar bir komünist parti tarafından yönetilse de ülkenin ekonomik yapısının sosyalizm ile uzaktan yakından alakası yok. Aksine günümüzde Çin, kapitalist bir ekonomiye sahip. Bu nedenle yeni Soğuk Savaş taraftarları, Çin’e karşı ideolojik mücadele söylemini kapitalizm-sosyalizm karşıtlığı yerine demokrasi-otoriterlik karşıtlığı üzerinden kurmaya çalışıyor. Böylelikle ABD, ‘Sovyet komünizmi’ne karşı olduğu gibi ‘Çin otoriterliği’ne karşı da demokratik dünyanın liderliğine soyunuyor.
ABD’NİN DEMOKRASİ ZİRVESİ
Bu kapsamda Başkan Biden, toplamda iki kez düzenlenmesi planlanan Demokrasi Zirvesi’nin ilkini 9-10 Aralık tarihlerinde gerçekleştirdi. Covid-19 salgını nedeniyle çevrimiçi yapılan zirvenin amacı, “demokratik yenilenme ve günümüzde demokrasilerin karşılaştığı tehditlerle birlikte mücadele etmek” olarak açıklandı. Demokrasileri savunmayı ve güçlendirmeyi hedefleyen zirveye çok partili seçimlerin yapıldığı 110 ülkeden yetkililer ile sivil toplum temsilcileri, iş insanları ve gazeteciler davet edilirken tahmin edileceği üzere Çin ve Rusya davet edilmedi. Bu nedenle zirvenin, Çin’in ve Rusya’nın otoriter yönetim modellerine karşı dünyanın ‘demokrasileri’ni bir araya getirmeyi amaçladığını söyleyebiliriz.
Çin ve Rusya, zirveden duydukları rahatsızlığı ülkelerinin ABD Büyükelçileri Qin Gang ve Anatoly Antonov tarafından ortak kaleme alınan ‘Halkların Demokratik Haklarına Saygı Duymak’ başlıklı yazı ile dile getirdiler. Büyükelçilere göre, ABD böyle bir zirve düzenleyerek kendine demokrasi kavramını tanımlama ve hangi ülkelerin demokratik olarak kabul edilirken hangilerinin kabul edilemeyeceğine karar verme gücünü bahşetmektedir. ABD’nin Soğuk Savaş mantığını yansıtan bu hareket, dünyada bir yarılmaya ve ideolojik bir çatışmaya yol açacaktır. Bu sebeplerle Çin ve Rusya, bu hamleye kesin olarak karşı çıkmakta ve ABD’nin dışlayıcı siyaseti karşısında kendilerini çok taraflı uluslararası düzenin yanında konumlandırmaktadır.
ABD, Çin’e ve Rusya’ya karşı bir demokrasi ittifakı ararken zirveye davet ettiği ülkeler nedeniyle ciddi eleştirilerle karşı karşıya kaldı. Zira zirveye bir yandan NATO müttefiki Macaristan ve Türkiye gibi ülkeler davet edilmezken, Filipinler, Nijerya ve Pakistan -Pakistan, dünyanın Soğuk Savaş’tan çok çektiğini belirterek zirveye katılmayı reddetti- gibi demokratik niteliği farklı açılardan tartışmalı ülkelerin liderleri davet edildi. Bu listeye Hindistan Başbakanı Narendra Modi ile Brezilya Başkanı Jair Bolsonaro’yu da ekleyebiliriz. Dahası davet edilen 110 ülkenin yüzde 30’u ABD merkezli Freedom House tarafından yarı özgür olarak kabul edilirken Angola, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ile Irak, özgür olarak kabul edilmiyor. Kısacası, ABD’nin demokrasi zirvesi, demokratik olmayan katılımcılara kapılarını açarak ciddi bir tezat oluşturdu.
ÇİN DEMOKRASİSİ
Biden yönetiminin Çin’i ABD’nin en büyük rakibi olarak görmesi bu ülkenin son 40 yılda gösterdiği muazzam kalkınma başarısının bir sonucudur ki bu başarı, dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de bir Çin modelinden bahsedilmesi sonucunu doğurmuştur. Ne var ki popüler tartışmalar bu modelin ya hemen her zaman ekonomik ayağına odaklanmakta ya da Çin’i muhalif düşüncenin var olmadığı mutlak otoriter bir yapı olarak ele almaktadır. Halbuki Çin, ÇKP’nin liderliğinde tek parti sistemiyle yönetilen bir ülke olmakla birlikte Kuzey Kore gibi totaliter bir sisteme sahip değildir. Dolayısıyla ülke içinde farklı konular hakkında ciddi tartışmalar yapılmaktadır.
Bunlar da ilginizi çekebilir