Arzulanan “değişim” için atılması gereken adımlar, kendiliğinden oluşanlara stratejik ve planlı müdahaleler de kendi zamanında ve sırasında dikkatle  atılmalı. Zaten her hangi bir tarihsel dönemi, gelişimsel sorunu ve çözümünü, vs. “kritik” yapan da öncelikle “zamanlama”. 

Bugünlerde tanınmış iki söz karşımıza çok sıklıkla çıkıyor yine. Daha uzun yıllar da çıkacağa benziyor. Üstelik  (biraz önce bir TV tartışma programında rastlamış olduğum gibi), aynı konudaki bir argümanını desteklemek için kullanıldıklarından, mevzu bahis olan güncel meseleye geçmeden onlara kısaca bakmalı bence.

Tabii anlaşılan o ki,  daha önceki gibi, bu yazacaklarımın alıcısı veya anlayıcısı belirsiz okuyucu ne dendiğinden çok, kimin (ve tabii bireysel/toplumsal özneler ona da nasıl karar veriyorsa artık!) dediğine bakıyor önce.

Dolayısıyla öncekiler gibi bunların da ne önemi var, kimin ne işine yarayacak, doğrusu  tam bir bilmece.

Fakat çoğunlukla olduğu gibi bağlamsız, somut içeriksiz, örneksiz ve popülist kullanılan o iki söz, birbirinden ünlü iki isme atfedildiğinden (biri pek kesin olmamakla birlikte) tekerleme gibi insanlar ezbere söylemece.

Her neyse, elbette ben yine de diyeceklerimi bu hafta da demece.

Çünkü şimdi seçimden sonra bazıları ona oy versin vermesin, daha önce olduğundan çok daha fazla ve kızgın olarak ana muhalefet partisine söylenmece.

Eh, bizim okuyucu da bolca aforizma veya vecize  alıntılayıp, bunlar üzerinde düşünmeyi, hele soyut meseleleri hiç sevmemece.

Dolayısıyla ben de şimdi-ve-burada, hele ayak üstü bir felsefe veya bilim tartışmasına hiç girmemece.

Zaten görür görmez anlaşılacak ve hatırlanacak olduğundan, onları yazdıktan sonra, belki amacımız için yeterli olacak bir kaç minik not düşmek sadece.

DEĞİŞİM

“Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz.”( Heraklitos)

Aynı şeyi defalarca yapıp farklı sonuçlar beklemek deliliktir.” (Einstein)

“Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” filan denince, dinamik bir dünya ön kabulünden söz ediliyor demektir.  O halde “aynı kalmayan nehir” nedir,  yapılan “aynı şey” ve  alınan “aynı sonuç”, vs. ile neyin kast edildiği de belirtilmelidir.

Daha da açıkçası, farklı sonuç alınması, yani “değişim” olması isteniyorsa eğer, “değişim” nedir; onun da adı konmalıdır. Oraya nasıl varılacağının yöntemi bilinmelidir. Tabii bunların da yeterli olacağı düşünülmemelidir.

Her halükarda, gündelik yaşamda da adı açıkça konulmasa veya farkında bile olunmasa dahi, aynı dünya görüşünde ve kavramsal çerçeve içinde  kalınması beklenir. Çelişkili veya paradoksal mesajlar hiç istenmez. İç tutarlık aranır – ki “delilik” olmasın.

Zaten bilimi bilimciliğe, metotu araştırma yöntemlerine, siyaseti kamuoyu verilerine indirgeyerek yüceltenler  ve neoliberal bilim teknolojilerini fetişleştirenler şunu da gayet iyi bilirler (umarım): Bilimde “iç tutarlık”, “geçerlik”, “güvenirlik”, “öngörülebilirlik”, vb. de çok önemsenen ve olmazsa olmaz niteliklerdir.

Başka bir deyişle ve ironik olarak, bilginin “bilimsel” olması demek işlem defalarca tekrarlandığında “aynı sonucun” alınması demek.

Çünkü söz gelimi  “A” dışındaki tüm diğer koşulların durağan kalabileceği (statik dünya görüşü!), hatta daha da iddialı olarak “kontrol edilebileceği” varsayılır. Böylece aynı “A” defalarca tekrarlandığında ortamda hep aynı, söz gelimi “D” değişiminin gözlemlenmesi beklenir.

Yani “D” den farklı bir şey beklemek “deliliktir” demiş Einstein.  Bazen “B”, bazen “C”, vs.  oluyorsa, o takdirde sorun nerede, ne “aynı” değildi ona bakılır. Niçin “D” çıkmadı diye anlaşılmaya çalışılır. Tabii bu “delilik” değildir. Bunu da en iyi Einstein bilirdi zaten.

Heraklitos’in ve Einstein’ın sözlerindeki en önemli kavram zamandır. Zamanı, göreliliği ve konjonktürel öznelliği hesaba katmadan “değişim”den söz etmek anlamsız saçmalık bir yana, yanlış olur.

Hatta geçen sene Virilio’yu da andığım bir yazımda, günümüzde artık hızın başlı başına bir siyaset biçimi olduğundan söz etmiştim. Muhalefeti salt yanlış, zamansız ve hantal adımlar attığı için değil, aynı zamanda da iktidarın siyasi ayak izlerinden gittiği ve oldukça geriden geldiği için de eleştirmiştim.

O halde arzulanan “değişim” için atılması gereken çok yönlü ve boyutlu adımlar da kendi zamanında ve sırasında dikkatle atılmalı. Zaten her hangi bir sorunu, dönemi, çözümü, vs. “kritik” yapan da öncelikle “zamanlama”dır.

Kısacası bu sözü gayet bildiğiniz gibi “demir tavında dövülür”. Fakat demire de yukarıda söylediğim gibi belirli bir “değişim” hedefine, tasarlanmış modeline göre, uygun yöntem ve teknolojilerle biçim verilir.

Şimdi gelelim bana bunları önden hatırlatma gereğini duyuran gündemdeki sıcak konumuza. Artık kronikleşmiş olan ve fakat değişmiş zamanı ve güncel koşulları da dikkate alarak akut biçimde ele alınması ve mutlaka acil olarak çözülmesi gereken gündemdeki soruya:

NE OLACAK TÜRKİYE’NİN, TOPLUMSAL MUHALEFETİN, KURUMSAL MUHALEFETİN, CHP’NİN HALİ ?

Tabii ben bunları çok iç içe gördüğümden, soruyu böyle uzun sordum. Fakat gündemde konuşulan çoğunlukla olduğu gibi sadece sonuncusu. Yani CHP’nin durumu ve yerel seçimlerin nasıl kazanabileceği.

Cumhuriyet’in 100. yıl seçiminden yenilgiyle çıkıldığına hükmedilen CHP ve onun genel başkanı Kılıçdaroğlu  yine hedefe konuluyor. Üstelik sansasyon bağımlısı ve dedikoducu medyanın kamuya açık bir Engizisyon mahkemesindeki gibi sorgulanıyor. Kişisel olarak yargılanıyor ve parti başkanlığını bırakmaya zorlanıyor.

Daha da abuk olanı Soylu karşısında son derece aleni soruları bile soramayıp nutku, dili tutulmuş, basireti bağlanmış ve daha bir kaç hafta önce BabalaTV performansını (“mecburen” veya değil) lütfedip nihayet takdir etmiş (sözde muhalif) medya, şimdi birden kaplan kesiliyor.

Eğer Kılıçdaroğlu’nun “kişisel” olarak eleştirilecek bir yanı varsa o da, naçizane görüşümce, belki cüretkar medyaya canlı yayında Oğan gibi “ağzının payını” vermeyecek bir karakterde olmasıdır. Nazik üslubu tercih etmesidir.

Herkes, hele şu ülkeye egemen çirkin siyaset ortamında çirkefleşebilir. O en kolayıdır. Zor ve erdem olan uygar, tarafların kendi hadlerini bildikleri ve sağlam mantıklı diyalogları sürdürebilmektir. Toplumda demokrasi ve gelişme ancak böyle olanaklı.

Şu hususu bir kez daha vurgulamakta yarar görüyorum: Her hangi bir sorunun ne olduğu, nasıl, ne zaman, ne amaçla ve nerede sorulduğu kadar, kim tarafından kime (davet edilen “uzmanlar” dahil!) sorulduğu da ona  alınacak yanıtı baştan belirler.

Çok uzun zamandır bu topluma ve siyasete yön veren ve iktidar/muhalefet siyasetin niteliğini belirleyen, popülizme öncülük eden ve topluma yayan, siyasi lider ve diğer toplumsal bileşenlerden de önce, baş oyuncu olan medyadır.

Zaten sözüm ona bir yandan “seçim muhasebesi” ve “özeleştiri” yapılması isteniyor. Fakat diğer yandan da belli ki  post hoc bazı muhasebeler çoktan yapılmış, hüküm verilmiş  ve (o belirli) “değişimin” uygulamaya geçilmesi bekleniyor.  Üstelik sonraki adım da “belirli biçimde belirsiz” iken!

Özetle, yazıya girişteki dile çevirecek olursak eğer;

(1) Seçim olmuş bitmiş. Geçtiğimiz süreç zarfında sayısız anlarda  “demir tavında dövülmemiş” ve soğumuş artık.

(2) Demir sıcakken hangi (“doğru”) tasarıma veya amaca göre “doğru/yanlış” dövülmüş ki ortaya çıkan, aldığı (“yanlış”) farklı form beğenilmemiş.

(3) Şimdi önümüzdeki “9 ay “yeni bir zaman dilimi olarak belirlenmiş. Bu kez yerel seçimlerde “başarı doğurulması” arzulanıyor. O arzunun gerçekleşmesi için siyaset demiri yeniden nasıl ısıtılacak, toplum motive ve mobilize yeniden nasıl edilecek belirsiz.

(4)Fakat önce de olduğu gibi, sadece “kazanmak” arzulanıyor. Hangi dünya görüşüne, ideolojik/kuramsal çerçeveye, nasıl bir parti-içi yapılanmaya, toplumsal işleyiş modeline, siyaset biçimine, yöntemlere, vb uygun tasarlanacağı konuşulmuyor bile.

(5) Hem iç-tutarsızlık ve odaksızlık yığınla, hem de iktidarı eleştirdikleri seviye ve ölçütler “sözde özeleştiri”de de kendini belli ediyor. Üstelik pragmatik, ideolojik ve stratejik tutarsızlıklar yine yığınla.

DİNAMİK VE OLUMSAL DEĞİŞKENLER Oysa kendi mütevazı çapımda, geçtiğimiz iki yıl boyunca sistematik olarak, sıcağı sıcağına  ve adım adım ad hoc analizleri ve önerileri “zamanın içindeyken” ve siyasetin (iç/dış sınırında) kıyısından yazdım bu sitede. Onların hepsi bugün için de gayet geçerli, dileyen “seyir defteri” gibi okur. Çünkü ardına bakmadan, hatalarını bellemeden, her şeyden önce de “öğrenmeyi öğrenmeden” ne özeleştiri olur, ne yüzleşme, ne gelişme. Bu açıdan bir retrospektifle bakıldığında, bazıları gibi bugüne kadar onca zaman beklemediğim aşikar. Yani seçim kaybedildikten sonra hataları post hoc sıralamadığım, seçim/oy ötesi tüm naçizane eleştirel yorumlarımı  adım adım  yaptığım da ortada. Hatta çoğunu daha olmadan önce, yani “ön eleştiri” olarak.

Çünkü, her konjonktürde analitik çerçeveye giren dinamik veriler değiştikçe, yapılan çözümlemeler ve öngörülenlere göre atılması gereken sonraki adım önerileri de değişir. Dinamik değişim süreçlerinin yönetimi de ancak böyle olur.

Bunu da şimdi sadece şu maksatla yazdım: Ne yazık ki “aynı kafa”, yani aynı statik dünya görüşü, “dogmatik mentalite ve sığ (öz)eleştiri anlayışı, seçim/sandık matematiği, denkliği olmayan karşılaştırmalar, vs. sürdürülüyor.

Bitirirken de izninizle bir naçizane uyarı daha: Geçmiş ve o günün koşulları için geçerli olan eleştiri ve öneriler (örneğin ancak şimdi kristalleşti, medyatik kritiklerce üzerlerinde oydaşma sağlandı, vs. diye) de, yine gecikmeli olarak bugün uygulanmaya kalkılmamalı.