Hiçbir koşulda egemen olmayan yani tahakküm araçlarını elinde bulundurmayan bir kesim, egemen olan kadar sorumlu çıkarılamaz. Mülteci emeğinin hemen her iş kolundaki örgütsüz varlığına ve söz konusu örgütsüzlüğün kendisinin, istihdamın tam da bu örgütlenme hak ve özgürlüğü kapsamıyla sınıflar arası çelişki/çatışma düzenine bozucu etkisini nasıl nötrlediğine ve dümeni yeniden sermaye lehine nasıl çevirebildiğine değinmeye çalışmıştık. Mültecilerin tam olarak bir çalışma hakkından bahsedilememesinden devlet ve dolayısıyla sermaye ve de bu düzlemde üç maymunu oynamaktan usanmamış sivil toplum hep birlikte sorumluyken, bu hakkın bu sorumlular tarafından teslim edilmediğinin topluma hatırlatılmaması ve bu durum karşısında örgütlülüğe ve dayanışmaya çağrıda bulunulmamasından ise örgütlü emek kesimleri sorumludur demeye çalışmıştık. Çalışma hakkının tüm kapsamıyla teslimi hususunda, tarihin uzlaşmaz düşmanları olan emek ve sermayenin her ikisinin de kendi başına düşenleri yapmamaları sebebiyle ortaya çıkan bu sonuca yani günün sonunda mülteci emeğininin sömürülmesine terazinin öteki kefesinden daha dikkatle bakmakta fayda olabilir. Ancak kantarın topuzunu kaçırmamaya dikkat ederek… Çünkü hiçbir koşulda egemen olmayan yani tahakküm araçlarını elinde bulundurmayan bir kesim, egemen olan kadar sorumlu çıkarılamaz. Bu dediğimiz, hep cebimizde taşıyacağımız ve bizim adalet meselesini nereden kurduğumuzu gösteren bir gerçekliğimiz olarak bir kenarda dursun. Nitekim payına düşeni layıkıyla yapıp, adına sosyal uyum verdiği ve sınıf çelişkilerinin uyumsuzluğundan başka bir şey olmayan meşruiyet politikasını sürekli kılmak için yakaladığı her boşluğu doldurmakta ustalaşmış hâkim tarafı tartışıyoruz. Ancak asıl bu sızıntıyı yaratarak ona bu şansı veren diğer tarafın üzerine tartışma yürütmek konuyu başka bir perspektiften ele alarak daha iyi anlamamıza vesile olabilir bu kez. Sezar’ın hakkını kendisine teslim etmekte cimri, haksızlığını konuşmakta ise savurgan elbette olabiliriz. Ancak bu kendimizi unutup pervasızca karşıya saldıracağımız ve çuvaldızı sakladığımız yerde unutacağımız anlamına gelmez. Onu kendimize çok gecikmeden doğrultmamız bir sürü felaketi önleyebilir de üstelik. Biz emek kesimleri, hem de hala varlıklarıyla bile gurur duyabileceğimiz örgütlü toplamlarımızdan feyzle ve ülkemizdeki durumdan başlayarak en evvel, mülteci emeğinin maruz kaldığı bu sömürüye bir yerinden de olsa dur diyebilmeliyiz kısaca.  Dur diyebilmeli ve insanlık dışı çalışma koşullarında karın tokluğunu bile kendisine lüks saymak durumunda kalan bu emeğin sahiplerini kendi saflarımıza katabilmeliyiz. Çalışma hakkının evrensel bir insan hakkı olduğunu, devletle kurulan statüsel bağ bakımından bir ayrım yapılmaksızın herkese hem de onun tüm kapsamıyla teslim edilmesi gerektiğini, örneğin bu hakkın sendikal hak ve özgürlük boyutunun olduğunu bir kez daha hep birlikte düşünerek hem de… Aksi taktirde yine kendi toplumumuzdan örnek verecek olursak ırkçılığın toplum kesimleri için ortak bir kesişim olduğu son günlerde bir bataklığın içinde kendimizi bulabiliriz. Geçmişten beri içinde olduğumuz evrensellik mücadelesinin yüzüne bir daha bakamayacak olmak ise yukarıda üstün körü değindiğimiz felaketlerin en masumlarından biri olabilir yalnızca. Bir diğer yandan çoğu kez sadece anayasal bir hak olmaktan başka bir anlama gelmese de bir şekilde çalışma hak ve özgürlüğüne sahip olabilen vatandaşın, ibreyi emekten yana kırmak için muazzam bir fırsatı vardır. Ancak buna rağmen mülteciliğin emek grupları içerinde en dezavantajlı kesim olarak, değil böyle bir imkâna sahip olmak, içinde bulunduğu en ucuz iş gücü olma süreçlerinden başlayarak bu dümeni yeniden sermayeye doğru çeviriyor olmasının vebalini karşıya yüklemesi işten bile değildir.
Bir diğer yandan çoğu kez sadece anayasal bir hak olmaktan başka bir anlama gelmese de bir şekilde çalışma hak ve özgürlüğüne sahip olabilen vatandaşın, ibreyi emekten yana kırmak için muazzam bir fırsatı vardır.
Dolayısıyla onlara kıyasla tam da bir ülkenin vatandaşı olmaktan sebep daha imtiyazlı olan yerli emek kesimlerinin, bu malum sonucun faturasının kesilemeyeceği bir tek kesimin mülteciler olduğunu kabul etmesi, mülteci emeğine karşı sorumluluklarının bir başka boyutudur. Üstelik de mültecileri, sırf vatandaş olmadıkları için emek sömürüsünün en ağır faturasını öderlerken, kendiliğinden direnmemek ya da örgütlenmemekle suçlamak bu sorumluluğun çok açık bir inkârıdır. Maalesef ki inkâr sahipsiz bırakılmış bir emeği haksızlığa uğramaktan alı koyamayacaktır. Çalışma hakkının bütün bir emek mücadelesi tarihinde bir milat oluşunun unutulmaması ve bu miladın olduğu yerde saymayıp, büyüyerek devam edebilmesi için, başından beri, teslim edilmediğinde hakkın özünden de bahsedilemeyeceğini savunduğumuz sendikal hak ve özgürlüğünün mülteci emeği için lüzumunun görmezden gelinmesi de örgütlü toplamların bu düzlemdeki sorumluluklarının bir diğer boyutudur. Yerli emeğin, değil çalışma, yaşam hakkının olup olmadığının bile şüphe götürdüğü bir ortamda en az kendisine gördüğü kadar mülteci emeği için de vazgeçilmez bir hak ve özgürlük olarak görmesi gerekmektedir bu hususu. Çünkü örgütlülük, insanların diğer hak ve özgürlüklerinin de bir sığınağı demektir bir yandan. Ve en az diğer hak kategorileri kadar mecburidir ve herkes içindir. Dünyadaki modern-kapitalist devletlerin tüm bu çelişkileri içinde mücadele eden emek kesimlerine hele bizim gibi dünyada en çok mülteci nüfusuna sahip bir ülkeninkinden başlayarak, tırnak ucu kadar bile ayrım gözetmeksizin çalışma hakkını tüm kapsamıyla topluma hatırlatması ve bu uğurda mücadele etmesi boynunun borcudur kısacası. Hem de bu kez hiç olmadığı kadar güçlü çıkan bir ses ve eylemlilikle…