Hayri Kırbaşoğlu
Ülkenin sadece yeni bir CB ve hükümet belirlemek için değil, tam demokrasiye dönüş yolunda bir düzen değişikliği için, dahası ülkenin geleceğini belirlemek için yaklaşan seçimleri beklediği böylesi fevkalade kritik bir dönemde, SP genel başkanı ve yönetiminin sergilediği sağ duyulu tavırlar her türlü takdirin ötesindedir.
Loading...
Cumhuriyetin II. yüzyılının eşiğinde ülkemiz bir seri varoluşsal önemde gelişmeye sahne olmaktadır. Ülkenin ve bölgenin geleceği açısından belki de en önemli gelişme ise mevcut iktidarın yol açtığı- derin kriz noktasına varan- siyasi, ekonomik ve sosyal tıkanma ve çöküş olgusudur. Toplumu Cumhuriyet tarihinin en derin ve en vahim kriziyle karşı karşıya bırakan iktidar politikaları ve uygulamaları karşısında harekete geçen halkın temsilcileri MİLLET İTTİFAKI girişiminin çatısı altında toplandılar.
Bu birliktelik, kendisi de bir koalisyondan ibaret olan politik bir iktidara karşı muhalif bir başka politik koalisyon oluşturma çabası gibi görünse de aslında bu gelişmenin altında yatan dinamikler bundan çok daha öte ve derin uzanımlı görünmektedir. 13 yıl önce MİLLİ GÖRÜŞ HAREKETİ ÜZERİNE yazdığım değerlendirme
[1] bugün hâlâ geçerliliğini korusa da benzer bir değerlendirmeyi 8. SP KONGRESİ izlenimlerini eksene alarak yeniden kaleme almak gelişmeleri izlemek bakımından fikir verici olacaktır.
Herhangi bir partinin genel kongresine katılmadan geçen bunca yıldan sonra, SP genel başkanı sayın Temel Karamollaoğlu’nun nazik özel davetini kırmayarak SP 8. Olağan kongresine katıldım. Aslında MİLLET İTTİFAKI’nın bileşenleri içinde “Özgül ağırlığı” itibariyle fevkalade önemli bir rol oynadığına inandığım SP içindeki gelişmeleri yakından takip etmeme ve Millet ittifakı ile onun bileşeni olan SP camiasına yönelik mütevazı katkı çabalarıma rağmen, yine de SP teşkilatının genel durumunu daha yakından görmek bakımından bu kongrenin iyi bir gözlem fırsatı sunduğunu düşünerek, daveti memnuniyetle kabul ettim.
Burada yapmaya çalışacağımız değerlendirme olumlu olumsuz yönleriyle iyi niyetli bir katkı amaçlıdır. Özeleştiri geleneğinin fevkalade cılız olduğu toplumumuzda eleştirinin bir katkı olarak görülmesinin ne kadar zor ama o ölçüde önemli olduğu ortadadır. Mamafih toplamda gelişme ve değişimin olumlu yönlerinin ağır bastığını söyleyerek, değerlendirmenin detaylarına geçelim.
Kongrenin bizatihi kendisi topluma yönelik bir mesaj olduğu için, işe önce medya ve iletişim açısından bakmak uygun olacaktır. SP’nin genç kadrolarının bilhassa sosyal medyadaki dikkat çekici başarıları zaten kamuoyunun malumudur. Bu başarılı vizyon kongrede kullanılan videolar, yapılan teşhis ve tespitler, sloganlar için de büyük ölçüde söz konusudur.
Temel Karamollaoğlu’nun konuşmasında
[2] vurgu yaptığı kavramların niteliğine ve yoğunluğuna bakıldığında toplumun tamamına hitap etme ve kuşatma arzu ve iradesi hemen göze çarpmaktadır. Bu sebeple olsa gerek, farklı dünya görüşü, sınıf, cinsiyet ve yaş guruplarına her birinin kendi dil ve jargonuyla hitap etmeye gösterilen özen de dikkatlerden kaçmamaktadır. Bu bağlamda onun en sık kullandığı kavramlardan birisinin “özgürlük”, “bağımsızlık” ve “cumhuriyet” olması, dahası “Cumhuriyet’in 99. yılının tebrik edilmesi”, “laiklik” ve önemine vurgusu tesadüf de değildir, rüşvet-i kelam da. Onun özellikle başörtüsünü referanduma götürmek isteyenleri çok sert bir tonla ve beden diliyle “Temel hak ve özgürlükler ne zamandan beri referandum konusu oldu?” diyerek karşı çıkması, daha sonra “Yeni dönem herkesin özgür olarak şiir yazdığı bir dönem olacaktır” şeklindeki vaadi, keza “yasakçı zihniyet eleştirisi” bu bağlamda önemli bir değişim ve gelişim göstergesidir. Zalim-mazlum ve mustaz’af-müstekbir dikotomilerine olan vurgu da bu bağlamda değerlendirilebilir. Emperyalistlere ve zalimlere korku saçan bir Türkiye vurgusu da bu listeye rahatlıkla eklenebilir.
Yine toplumun tamamını kuşatmak ve ortak paydasını dikkate almak adına konuşmada “Cumhuriyet, bayrak ve İstiklal marşı”nın ilk sıralarda ve vurgulu bir biçimde yer alması aynı şekilde oldukça anlamlıdır.
Dolayısıyla konuşmanın “kapsayıcı” olma iradesi bu ve benzeri vurgularda kendisini göstermektedir. Bu kapsayıcılık genelde kendisini İslami kesimlerle ve İslami endişelerle sınırlayan İslami hareketlerde pek görülmeyen bir durumdur. Bu durumun ortaya çıkmasında SP’nin, farklı politik kültürlerin mozaiği olan Millet ittifakı’nın bir bileşeni olması kadar, AKP iktidarının kutuplaştırıcı ve ayrıştırıcı kimlik politikalarının ülkeyi uçurumun kenarına getirmiş olmasına verilen tepki de rol oynamış görünmektedir.
“YATIRIM denince akıllarına beton, asfalt ve bina [inşaat] geliyor, eğitim, sağlık yok” derken Karamollaoğlu, aslında hayat görüşü, dünyaya ve bilhassa ekonomiye bakışı açısından mevcut statükodan tam bir kopma içinde olduğunu açıkça ilan etmiş olmaktadır.
SP genel başkanının bu konuşmasının statükoyu protesto ve onu değiştirme iradesinin beyanı olarak görmek yanlış olmaz. Bu eleştirilerin statükoyu değiştirme ve dönüştürme anlamında ileriye dönük atılımcı ve yapısal değişimci bir vizyonu dile getirdiği açıktır.
SP genel başkanının statüko eleştirisi ve sert muhalefeti hemen her cümlede kendisini göstermektedir. Bu radikal denebilecek eleştirinin en uygun bir başka zemininin ekonomi ve kalkınma alanları olduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Bu sebeple Karamollaoğlu, bu alanda sistem eleştirisini, en hassas fay hatları ve en derin kriz noktaları üzerinden geliştirmeye özen göstererek, ülkenin acı gerçeklerine Millet İttifakı’nın diğer bileşenleri gibi salvo atışlarla parmak basmayı sürdürmüştür. Bu salvo atışları sadece mevcudu eleştirmek için geliştirilmiş retorikler olarak görmek yanıltıcı olabilir. Zira bu eleştirilerde derin bir bakış açısının ve hayat felsefesinin izlerini sürmek de zor değildir:
“YATIRIM denince akıllarına beton, asfalt ve bina [inşaat] geliyor, eğitim, sağlık yok” derken Karamollaoğlu, aslında hayat görüşü, dünyaya ve bilhassa ekonomiye bakışı açısından mevcut statükodan tam bir kopma içinde olduğunu açıkça ilan etmiş olmaktadır. Karamollaoğlu aslında bu eleştirisiyle, İslami jargon ve sembollerin araçsallaştırılması üzerinden politik rant peşinde koşan statükonun, gerçekte dini değerler, ilkeler ve dünya görüşünden tamamen kopmuş olduğunu gözler önüne de sermiş olmaktadır.
Çünkü bu eleştirinin hedefi olan statükonun kalkınma anlayışı tamamen materyalist/madde eksenli bir kalkınmaya odaklanmış durumdadır. Yatırım dendiğinde statükonun maddeyi, hatta kutsarcasına “beton”u anlaması, yandaşlarına servet aktarımı için bu alandaki ihaleleri kullanışlı ve elverişli bir zemin olarak görmesinden kaynaklanmaktadır. Karamollaoğlu’nun bu zihniyete şiddetle karşı çıkmasının yolsuzluk olgusuyla yakın ilişkisi olduğu kadar, ülkeyi betona gömen mevcut statükonun yol açtığı çevre ve şehirleşme tahribatıyla da yakın ilişkisi olduğu söylenebilir. Bu sert eleştirinin muhtemel diğer sebebi de Milli Görüş geleneğinin katma değer üreten gerçek bir sanayileşmeye olan takıntı derecesindeki düşkünlüğü olabilir.
YOLSUZLUK eleştirisinde belki de Millet İttifakı içerisinde en sert ve derinlikli eleştiriyi Karamollaoğlu, “İhalelerde yolsuzluk yapılıyor diyemiyoruz, aksine yolsuzluk yapmak için ihaleler yapılıyor” cümleleriyle sergilemiştir. Zira burada söz konusu olan, hemen her yönetimde şu veya bu ölçüde görülebilecek yolsuzluk olgusu değildir. Tam aksine statüko için yolsuzluğun arızi bir durum olmaktan çıkarak tamamen özsel bir uygulamaya dönüştüğü, sıradanlaştığı ve kural haline geldiği bir tür kanser yani “yolsuzluk kanseri”dir söz konusu olan.
İSRAF: ZAMAN, KAYNAK VE İNSAN İSRAFI”
Bu iktidar döneminin ekonomi alanındaki en karakteristik özelliğinin tüketim ekonomisi, savurganlık, israf, şatafat ve bunun tabii sonucu olarak borçlanma ve borcu borçla çevirme uygulamaları olduğu bilinmeyen bir şey değildir. Ülkede gelir dağılımındaki bozukluk, işsizlik, fakirlik ve yoksulluk, aslında ülke kaynaklarının yetersiz olmasından değil, bu kaynakların verimli ve adilane bir biçimde paylaşılmamasından kaynaklı sorunlardır. Karamollaoğlu, hemen herkesin bildiği ve sürekli tekrarladığı bu kaynak israfı olgusuna yukarıdaki cümlesinde görüldüğü gibi zaman ve insan israfını da ekleyerek hem kapsamlı bir analiz yapmış hem de bu analiz aracılığıyla çözüm yollarına da işaret etmiştir.
“DEVLET DEĞİL ADALET’TİR KUTSAL OLAN”
Bu sözler sağcılığın ve onun olmazsa olmazı sayılan devleti kutsama kültürünün egemen olduğu politik kültürde bir kırılma noktası teşkil etmektedir. Gerçi daha önce Erbakan’ın “Gardiyan devleti garson devlet yapacağız” dediği hatırlatılabilir, ancak bu devletin kutsanması fikrine doğrudan bir karşı çıkış olmayıp, sadece bu kutsal devletin işleyiş tarzına yönelik bir itirazdı. Zira Millî Görüş çevrelerinde hemen herkesin dilinde olan bir tespite göre Erbakan hiçbir zaman devlet ve orduya toz kondurmazdı.
Karamollaoğlu’nun bu ifadesi ise, devletin toz kondurulamaz, sorgulanamaz, eleştirilemez, karşı çıkılamaz bir kutsal varlık olmadığını ima etmenin ötesine geçen bir açıklıktadır. Kısaca o, sağ kültürde yüceltilen, kutsanan ve vatandaş-devlet ikileminde daima tercih edilen bir kurum ve kavram olarak devleti değil, adaleti koymakla hem SP için hem de ülke politik kültürü için fevkalade önemli bir değişime kapı aralamış olmaktadır. SP çevreleri atılan bu adımın aynı zamanda İslam geleneğindeki adalet merkezli yaklaşımların bir yankısı olduğunun ne kadar farkındadır bilemiyoruz ama, Karamollaoğlu’nun adaleti merkeze alan bu sözünün aslında “ [Devlet değil] adalet mülkün temelidir”, “Devletin dini adalettir” veya “Allah kafir de olsa adil bir devlete yardım eder, ama Müslüman da olsa zalim bir devlete yardım etmez (İbn Teymiyye)” mottolarının çağdaş bir uzantısı, yankısı olduğu rahatlıkla söylenebilir.
EMEK
Mevsimlik tarım işçileri. İslami kesimin gündem ve söylemlerinde ajandanın son sıralarında yer alan hatta bazen sıralamaya bile giremeyen konuların başında “emek, emek sömürüsü, emekçilerin sınıf mücadelesi, emekçi sınıfının problemleri” olduğunu söylemek pek te yanlış sayılmaz. Tıpkı devletin kutsanması konusunda olduğu gibi emek konusundaki bu farkındalık Karamollaoğlu’nun gerçekleştirmek istediği değişim ve dönüşümün habercilerinden birisi olarak okunabilir.
Bu dikkat çekici değişim iradesi Karamollaoğlu’nun kullandığı ve sonu “Hoş geldiniz!” nakaratıyla biten motto ve sloganlarda da kendisini hemen göstermektedir.
SLOGANLAR:
- NE KULA NE PULA MİNNET ETMEYENLER HOŞ GELDİNİZ.
- ZALİMLERE BOYUN EĞMEYENLER HOŞ GELDİNİZ
- AYDINLIK YARINLAR HOŞ GELDİNİZ
- YARINLARI İÇİN DİRENENLER HOŞ GELDİNİZ
- EVGENÇ = Evde oturan genç
- HOKUS-POKUS EKONOMİSİ
- LAMBASINI YAKAMAYAN, KOMBİSİNİ AÇAMAYAN VATANDAŞIN YANINDAYIZ
- KUTUPLAŞAN DEĞİL KUCAKLAŞAN TÜRKİYE
- Bizler AHMET YERİNE MEHMET SEÇECEK DEĞİLİZ
([Kişilerle değil] çarpık zihniyetlerle, bozuk düzenlerle mücadele derdimiz)
Görüldüğü gibi bu sloganlar kişi eleştirisi değil, onu da içeren ama aşan ciddi bir sistem eleştirisi içermektedir. Dikkat çekici bir diğer değişim habercisi ise, “aydınlık yarınlar” gibi sağcı, muhafazakâr, statükocu politik kültürden ziyade sol ve seküler politik kültürün favori söylemlerini benimseyip kendi söylemine aşılamasında görülmektedir. “Zalimlere boyun eğmeyenler” ifadesinde de “zulüm” şayet kategorik olarak dile getirilmişse, SP’nin meseleleri küresel ölçekte ele alma sath-ı mailine girdiğinin göstergesi sayılabilir.
AHLAK, ETİK VE RASYONALİTE EKSENLİ SİSTEM ELEŞTİRİLERİ
Karamollaoğlu’nun sistem eleştirisine yönelik tespitlerinde başlıca üç motivasyon kaynağının etkili olduğu söylenebilir : Ahlak, etik ve rasyonalite. Bunlardan ilki olan “Önce Ahlak ve Maneviyat” sloganıyla yola çıkan Mili Görüş hareketinin ahlak eksenli politik söylemi malum bir husustur. Burada ilginç olan değişim ve gelişme, artık bu eleştirilerin muhafazakâr dindar bir sosyolojiye de yöneltilmiş olmasıdır. Geçmişte bu kesimlere eleştiri yöneltmede görülen isteksizliğin artık aşıldığı ve “Biz ve Ötekiler” ikileminin de bizim mahalleyi kollama refleksinin de terkedildiği bu söylem, tıpkı “zulüm” konusunda olduğu gibi SP’nin “ölümcül toplumsal günahlar” söz konusu olduğunda kategorik bir tutum sergileyebildiğinin işareti sayılabilir. SP’nin meselelere genel ahlak yanında meslek etiği açısından da yaklaşabildiğinin tipik bir göstergesi ise, “alimler” sınıfı içerisinde gözlemlenen dejenerasyon ve yozlaşmaya ilişkin sert tepkilerdir. Bu bağlamda:
“ALİMLER kokuşmuşluğa fetva verir olmuşlar” sözü, ulema, hoca, şeyh, üstat, efendi, hazret lakaplarıyla kendilerini toplumdan ayıran ve kanaat önderi de denilen kesimlere yönelik olarak Millî Görüş geleneğinde egemen olan “onları eleştiri dışı tutma” yaklaşımının da terkedilmeye başlandığının işaretidir.
“YALAN, İFTİRA, ŞATAFAT, KİBİR sıradanlaştı. HIRSIZSA Benim hırsızım, ÇALIYOR AMA ÇALIŞIYOR” şeklindeki sert eleştirilerin doğrudan muhatapları ve adresi belli ise de arka planda mevcut statükoyu destekleyen muhafazakâr dindar sosyolojinin yer alması, en genel anlamda SP’nin, kendisinin de içinde yer aldığı sosyolojik evrene karşı da ilkesel bir duruş sergileyerek, eleştiriden geri kalmadığını göstermektedir.
Karamollaoğlu, İslami hareketlerde olduğu gibi kendisini sadece dini söylemlerle sınırlamak yerine, aynı zamanda İslami ilke ve idealleri de temsil eden daha kapsayıcı ve kuşatıcı ortalama bir söylem geliştirmeye yönelmiş görünmektedir.
“PİNPON TOPU DIŞ POLİTİKA: Nato-Şangay, ABD-Rusya arasında pinpon topuna dönmüş dış politika” eleştirisi ise Karamollaoğlu’nun bu küresel güç odakları karşısında iktidarın edilgen konumuna yöneliktir. Ancak bu eleştiri aynı zamanda SP’nin bu iki büyük güç odağından birine eklemlenme taraftarı olmadığı, bu güç odakları arasında dengeyi gözeten, mutlak anlamda olmasa da- zira bu mevcut şartlarda mümkün değildir- “göreceli olarak bağımsız” bir dış politika izleme taraftarı olduğunu göstermektedir.
Mamafih bu tutumun, Millî Görüş çizgisinin geleneksel dış politika yaklaşımıyla uyumlu ve onun bir devamı niteliğinde olduğu da söylenebilir. Bu eleştirel tavrın daha derin bir anlamı ise, özeleştiri, iç demokrasi ve iç muhalefet kavramlarına sıcak baktığı söylenemeyecek olan bir geleneğe yaslanan SP’nin kendi sosyolojik tabanının eleştiriden muaf olmadığını fiilen gözler önüne sermesi, ileriki dönemlerde sonuçları daha açık olarak görülecek önemli bir değişim ve gelişmedir.
“KANSERİ aspirinle tedavi etmeye kalktılar” şeklindeki sıkı eleştirisi de SP’nin hem problemleri teşhisteki başarısını hem de bunları herkesin anlayabileceği bir biçimde veciz bir biçimde formüle etme becerisini göstermesi bakımından dikkat çekmektedir.
YÖNETİM’in dürüst, şeffaf, hesap veren, denetlenebilir olması gerektiği vurgusunun da gayet yerinde olduğunu söylemeye gerek yoktur. Mamafih bu söyleme, yönetilenlerin de yönetimde yer alması ve karar alma süreçlerine müdahil olması anlamında YÖNETİŞİM kavramının eklenmesi gerektiğini belirtmekte yarar vardır.
DİNİ JARGON, SÖYLEM VE SEMBOLLER MİNİMUM MAKUL SEVİYEDE
Dikkate değer gördüğümüz bazı hususlara dair değerlendirmelerimizi bir bütün olarak bakacak olursak, İslam dünyasındaki pek çok Siyasi-İslami hareketlerden farklı olarak Karamollaoğlu’nun bu konuşmasıyla ayrıştığını söylemek mümkündür.
Zira o İslami hareketlerde olduğu gibi kendisini sadece dini söylemlerle sınırlamak yerine, aynı zamanda İslami ilke ve idealleri de temsil eden daha kapsayıcı ve kuşatıcı ortalama bir söylem geliştirmeye yönelmiş görünmektedir. Dolayısıyla politik arenada din istismarına rahatlıkla yol açma istidadındaki dini jargon, söylem ve sembollerin, Karamollaoğlu’nun konuşmasında minimum düzeyde tutulduğu söylenebilir.
Bu gelişme ve değişim sürecini daha da ilerletme kararlılığındaki bir SP’ nin, ALİYA’ya atfedilen SİYASETE DİNİ SOKMAYINIZ, DİNİN AHLAKINI SOKUNUZ yaklaşımına doğru bir seyir izlemesi şaşırtıcı olmayacaktır. Bu yaklaşımı benimsediği takdirde SP, ülke siyasetinde sürekli gerilim ve kamplaşmalara yol açan din ve milliyetçilik istismarına ve bunun yol açtığı müzmin politik problemlerin çözümüne yönelik önemli bir adım atmış olacaktır.
Bütün bu değerlendirmeler aslında Karamollaoğlu’nun bu konuşmasının hem SP hem de ülke siyaseti için bir milada işaret ettiği söylenebilir. Aslında Millet İttifakı bileşeni olarak SP genel başkanının bu konuşmada sunmaya çalıştığı vizyonun gerek Karamollaoğlu gerekse parti kurmayları tarafından kamuoyuna daha önce her vesileyle takdim edildiğini de eklemek gerekir. Önemli olan bu vizyonun SP 8. Olağan kongresinde delegasyon huzurunda ilan edilmesi ve tam bir ittifakla Karamollaoğlu’nu yeniden genel başkan seçmekle parti teşkilatlarının bu vizyona verdiği tam destektir.
Bu gelişme ve değişim sürecini daha da ilerletme kararlılığındaki bir SP’ nin, ALİYA’ya atfedilen SİYASETE DİNİ SOKMAYINIZ, DİNİN AHLAKINI SOKUNUZ yaklaşımına doğru bir seyir izlemesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Mamafih, Genel Başkan Karamollaoğlu ve yakın çalışma arkadaşlarının ya da genel merkezin yeni açılımlara dönük bu değişim ve gelişim iradesi teşkilatların onayını almış olsa da SP tabanında bu değişim iradesine sıcak bakmayan hatta ayak sürüyen kesimlerin de olduğu bir gerçektir. Zaten zaman zaman Millî Gazete, MGV, AGD ve nadiren de olsa TV5 gibi Millî Görüş camiasına yakın kesimlerde ve mecralarda, yukarıda bahsedilen türden değişim ve gelişmelere ters istikamette görüş ve düşüncelere, beyanlara ve adımlara rastlanması da bu durumu yeterince gözler önüne sermektedir.
Ayrıca SP camiasıyla olan kişisel görüşmelerim ve sosyal medya hesapları üzerinden zaman zaman yaptığımız müzakere ve tartışmalar da bu kanaati pekiştiren unsurlar olmuştur. Bu farklı düşünce ve yaklaşımların parti politikası ve gündelik politikalardan ziyade dini düşünce alanıyla ilgili olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu mülahazalar bir yana SP camiasına bir bütün olarak bakıldığında Millî Görüş hareketini sırtlamış olan motor gücün genel başkan ve genel merkez kadroları olduğu, tabanın ve parti teşkilatlarının bu değişim ve gelişim eğiliminin lokomotifi olan genel merkezi daha da hızlanmaya zorlayacak yerde sadece onay vermekle yetindiği de söylenebilir. Bu ise SP camiasındaki bu değişim ve gelişim çizgisinin daha da güçlenmesi ve hızlanması için, bu eğilimin genel merkez kadar tabana da yayılması, tabanda en az genel merkez kadar güçlü olması, hatta genel merkezi daha da ileriye doğru zorlayıcı bir seviyeye gelmesi gerekmektedir. Bunun için de parti teşkilatlarına ve tabana yönelik daha yoğun bir bilgilendirme ve bilinçlendirme faaliyetlerine ihtiyaç olduğu elbette izahtan varestedir.
Ama ne olursa olsun sonuçta bütün bu olumlu gelişmeler ve değişim sinyalleri, ülkenin geleceği açısından fevkalade önemli, değerli ve umut vericidir. Bu tablonun daha da etkili ve güçlü bir hale gelmesi için, bu konuşmada dikkatimizi çeken bazı boşluklar, eksiklikler ve gözden geçirilmesi gereken hususlar da ele alınmayı hak etmektedir. Şimdi bu hususlara dair değerlendirmelere geçelim.
BOŞLUKLAR, TAMAMLANMASI VE GÖZDEN GEÇİRİLMESİ GEREKENLER
-
Bilim, sanat, kültür, spor insanlarının kendilerine yer bulamamış olmaları.
Bu başlık altında ele alınabilecek olan ve benim profesyonel bir gazeteci olarak değil, amatör bir gözlemci olarak dikkatimi çeken ilk husus, Karamollaoğlu’nun selamlama konuşmasında da protokol düzeninde de bilim, sanat, kültür, spor insanlarının kendilerine yer bulamamış olmalarıdır. Bunun sık sık dile getirdiğimiz üzere sağcı, muhafazakâr dindar kesimlerin bu alanlar ve kavramlarla irtibatını neredeyse tamamen koparmış olmasının elbette belirleyici rolü vardır. Bu sadece SP’ye mahsus bir eksiklik de olmayıp, AKP, MHP, BBP gibi sağcı milliyetçi muhafazakâr dindar kesimlere seslenen siyasi oluşumlarda da görülen müzmin bir eksiklik ilgisizlik, bigânelik, hatta soğukluktur. Mamafih ciddi bir değişim ve gelişim arefesindeki SP’nin bu eksikliği en kısa zamanda telafi etmesini de beklemek yanlış olmayacaktır.
- Kadın ve gençlik katılımının zayıflığı ve kenara itilmişliği ya da haremlik-selamlık takıntısı.
İslami hareketlerin, İslamcılığın hatta Müslümanların yumuşak karnı tabir edilen “kadın” konusundaki sıkıntılar bugüne ve SP’ye mahsus değildir elbette. Ancak kongre salonundaki manzarayı izleyen bir gözlemcinin kadın katılımının göreceli zayıflığını ıskalaması mümkün değildir. Sadece katılım zayıflığı değil, kadınların – muhtemelen haremlik-selamlık inancı dolayısıyla- en önde ve merkezde olmak şöyle dursun, kenara itilmiş görüntüsü de gözlemcilerin dikkatinden kaçmamıştır. Ama kadın katılımının problem teşkil ettiği asıl alanın, aşağıda ele alınacağı üzere parti yönetimi ve kurulları olduğu açıkça görülmektedir.
- Divan başkanlığı başta olmak üzere, yönetim kadrolarında kadının ve gençlerin yokluğu.
Bu alt başlık zaten meseleyi yeterince özetlemektedir. Diğer partilerde de kadının konumu pek parlak değildir. Ancak bu konuda en parlak performansı sergilemesi gereken SP’nin neredeyse son sıralarda yer alması, onun yukarıda ele almaya çalıştığımız değişim ve gelişme iradesi ile örtüşmemektedir.
Kadın konusundaki bu sıkıntılı durumun ortaya çıkması elbette bizatihi kadın ve gençlerin isteksizliğinden kaynaklanabileceği gibi, SP’nin yaslandığı popüler halk dindarlığının kadını siyaset ve yönetim alanında ikincil ve aile reisi olarak erkeğe bağımlı görmesinin rolü de inkâr edilemez. Sadece SP’de değil dünyadaki hemen bütün Siyasi-İslami hareketlerde kadının devlet başkanı olamayacağı ve aile reisinin erkek olması itibariyle pek çok konuda kocasından izin almak durumunda olduğu şeklinde- İslamiliği fevkalade tartışmalı olan
[3]- bir kabulün bu olumsuz tablonun ortaya çıkmasında rol oynadığı da söylenebilir.
- Genel başkanlık dahil, partinin çeşitli kurullarında kadının ve gençlerin yokluğu
Kadın ve gençlik kesimlerinin önemine rağmen SP’de parti yönetiminin üst kademesinde kadın ve genç katılımının hayli düşük olması, hele parti üst kurullarında ve yönetiminde % 6-7 oranında bir kadının katılımı (Başkanlık divanı, Genel idare kurulu ve Yüksek disiplin kurulundaki toplam 141 üyeden sadece 9’unun kadın olması, Yüksek disiplin kurulunda tek bir kadının dahi yer almaması)
[4], dahası SP’nin tek bir kadın il başkanına bile sahip olmaması, özellikle siyasete kadın katılımı konusunda SP’nin, aşması gereken oldukça ciddi engellerle de karşı karşıya olduğunu gözler önüne sermektedir.
Elbette bu “kenardaki kadın” ve “kenardaki genç” olgusu SP dışındaki partilerde de görülen bir problemdir. Bunda yukarıda işaret edilen “teolojik bagajlar” kadar kadın ve genç kesimlerin siyaset ve yönetim alanındaki tecrübesizlikleri de gerekçe olarak rol oynamış olabilir. Ancak her iki mazeret de aşılmaz değildir. Teolojik/dini gerekçelere gelince, bunların dayanaklarının fevkalade tartışmalı ve zayıf olduğunu, günümüzde de hâlâ taraftarları olan bu tür yaklaşımların tamamen ataerkil İslami yorum geleneğinin ürünü olduğunu, ama çağdaş İslami araştırmaların aksi yönde sonuçlara ulaştığını SP kadrolarının bilmesi ve bunları göz önüne alması gerekirdi. Bu araştırmalardan haberdar olmaması da ciddiye almaması da problemlidir. Zira SP sadece geleneksel İslam kültürüne eğilimli muhafazakâr dindar kesimlerle kendisini sınırlamaktan vaz geçip, farklı din, ideoloji, sınıf ve cinsiyetten vatandaşlardan oluşan toplumun tamamına hitap edebilen bir siyasi parti olmak istiyorsa, kadın ve gençlik meselesi başta olmak üzere her konuda eşitlikçi ve özgürlükçü bir tutum sergilemeyi göze almak durumundadır.
Sadece katılım zayıflığı değil, kadınların – muhtemelen haremlik-selamlık inancı dolayısıyla- en önde ve merkezde olmak şöyle dursun, kenara itilmiş görüntüsü de gözlemcilerin dikkatinden kaçmamıştır
Zira ülkede sadece geleneksel dini yorumlardan beslenen muhafazakâr dindarlar yaşamamaktadır. Dindar olduğu halde muhafazakâr veya geleneksel yorumlara eleştirel yaklaşan, dinde yeni açılım ve yorumlara olumlu bakan, araştırmacı, sorgulayıcı, eleştirel ve muhalif dini kesimler ve akımlar da söz konusudur. İş bununla da bitmemektedir. Ülkede sadece kendisini İslami kimlikle tanımlayanlar yaşamamaktadır.
Az da olsa farklı din mensupları, egemen Sünnilik dışındaki mezhep ve meşrebe mensup kesimler, dahası seküler dünya görüşlerine ve ideolojilere bağlı geniş kesimler de bu toplumun eşit vatandaşları olarak bu ülkede yaşamaktadırlar. Bu kesimlerin SP’de kadın konusundaki egemen yaklaşımı onaylamaları işin doğası gereği mümkün görünmemektedir. Bu farklı özelliklerdeki kitlelere de ulaşmak istiyorsa SP’nin özellikle kadın ve gençlik konusundaki bu kısıtlayıcı hatta bazen dışlayıcı tutumunu gözden geçirmesi, buna mukabil özgürlükçü ve eşitlikçi bir bakış açısı geliştirmek için kolları sıvamakta geç kalmaması gerekir. Zira kadın ve gençlik konularında fevkalade ciddi sıkıntılarla karşı karşıya olduğu görülen bir SP’nin kadın ve gençlik kesimleri için cazibe merkezi olmasının ne kadar zor hatta imkânsız olduğunu ise söylemeye bile gerek yoktur.
Bu açmazdan çıkabilmek amacıyla, kadının siyasal ve toplumsal hakları bakımından özgürlükçü ve eşitlikçi bir İslami yorumun mümkün olduğuna dair çağdaş araştırmalara ulaşmak için SP’nin fazla uzağa gitmesine bile gerek yoktur. Partilerin genel merkezlerinin bulunduğu başkent Ankara’daki iki İslami derginin yayımladığı iki kadın özel sayısı ve kadının siyasal haklarına dair yayınlar bu iş fazlasıyla için yeterli olacaktır.
[5]
- Delege ve üyelerin yaş ortalamasının yüksekliği
Diğer partilerin üyelerinin, delegelerinin ve taraftarlarının yaş ortalamalarına dair yapılmış bilimsel araştırmalar veya şahsi gözlemlerim söz konusu olmasa da SP kongresindeki gözlemim, salon içinde ve dışındaki katılımcıların yaş ortalamasının oldukça yüksek olduğu yönünde olmuştur. Belirleyici rolleri sebebiyle kadın ve gençlik kesimlerinin öneminin farkında olan siyasi partilerin bu iki kesime yönelik yoğun ilgileri ve çabaları karşısında, SP’nin de bu iki kesime yönelik çabalarını arttırması ve parti üye ve delegelerinin yaş ortalamalarını düşürmeye yönelik olarak Millî Görüş camiasının önlerinde kat etmeleri gereken epey mesafe bulunduğunu söylemek gerekir.
Yaş meselesini tecrübenin önemine vurgu yaparak mazur göstermek te pek ikna edici olmasa gerektir. Zira tecrübe politikada yegâne ve biricik şart değildir. Bilakis başka hususlar da politikada en az tecrübe kadar önemlidir. Kısacası tecrübe gerekli şart ise de yeterli şart değildir. Dolayısıyla gençliği tecrübesiz olduğu gerekçesiyle SP içinde periferide tutmak sağlıklı bir yaklaşım olmasa gerektir. Bilakis tecrübeli ak saçlılar ile dinamizm ve enerji kaynağı gençlik bir arada iş birliği içerisinde partinin yönetimini pek ala üstlenebilirler, üstlenmelidirler.
Elbette burada bilhassa Temel Karamollaoğlu’nun ilerlemiş yaşının SP camiasında “yaşlılık” olarak değil de “tecrübe” ve “birikim” olarak görüldüğü yolundaki ilginç değerlendirmeleri, keza Karamollaoğlu’nun muhatabında saygı ve güven doğuran samimiyetine ve ikna ediciliğine dair bağımsız gözlem ve değerlendirmeleri de bir tarafa not etmek gerekir.
- Lider ülke söylemi ve sıkıntıları (Liderlik değil hayra iyiliğe barışa öncülük etmek)
Daha önce kaleme aldığım ve bu yazının girişinde bahsettiğim değerlendirme yazısında “Seçilmiş Millet Söylemi” başlığı altında eleştirdiğim konulardan birisi de buradaki eleştiri konusuyla aynı idi: “Lider Türkiye Söylemi”.
Bu söylemin iki açıdan problemli olduğunu hemen belirtelim. İlki ahlaki ve etik değerler açısından, diğeri ise gerçekçi olup olmaması bakımından. Bu söylem ahlaki açıdan sorunludur zira kimsenin başkaları üzerinde “Ben sizin liderinizim” şeklinde bir iddiada bulunma hakkı yoktur.
Çünkü ortada 57 bağımsız İslam ülkesi vardır ve Türkiye’nin onlar üzerinde ağabeylik ya da liderlik iddiasında bulunması kendisini onlardan üstün diğerlerini ise aşağı konumda görmesi anlamına gelir ki, bunun bırakın uluslararası ilişkileri, beşerî ilişkilerde bile ayıplanmayı gerektiren bir tutum olduğu malumdur.
Ayrıca İslam ahlakı açısından da kişilerin kendilerini methetmesi doğru olmayıp, başkalarının methetmesi esastır. Meselenin ahlaki yönü bir yana, böyle bir iddianın gerçekleşme şansı ve imkânı da söz konusu değildir. Zira öncelikle 57 İslam ülkesinin tamamından ittifakla “Türkiye bize önderlik ve liderlik etsin” diye bir talebi yoktur. Bırakın böyle bir talebi, ortada çok daha ciddi sorunlar vardır.
Bunların başında İslam ülkelerinin ABD-AVRUPA-NATO eksenindekiler ve ÇİN-RUSYA-LATİN AMERİKA eksenindekiler şeklinde iki ana guruba ayrılmış olması gerçeği gelmektedir. Bir diğer gerçek ise bilhassa Ortadoğu söz konusu olduğunda liderlik iddiasındaki ülke sayısının artarak, en azından dörde çıkmasıdır. Zira Türkiye yanında Suudi Arabistan, İran ve Mısır’ın da çeşitli gerekçe ve açılardan bölgede liderlik iddiasını sürdürdükleri bilinen bir şeydir. Dolayısıyla bilhassa bu gibi İslam ülkelerinin Türkiye’nin liderliğine boyun eğip kabullenmelerini beklemek gerçekçi değildir.
Burada mezhep faktöründen kaynaklanan bir başka probleme daha işaret etmek gerekir ki bu da bölge ülkelerinin Sünni hilal-Şii hilal şeklinde ayrışmış olmasıdır. Sünni hilal içerisinde yer alan Türkiye’nin liderlik iddiasının Şii hilal ülkelerince kabul edilebileceğini düşünmek de aynı şekilde gerçekçi değildir. Benzer şekilde Türkiye’nin liderlik iddiasının bölgede Arap, Fars, Kürt vb. etnik milliyetçilikleri körükleyeceğini ve tetikleyeceğini, bunun da vahim gerilimlere ve çatışmalara yol açabileceğini tahmin etmek de zor değildir.
Meseleye demografik ağırlık ve yoğunluk açısından bakıldığında da başka problemler ortaya çıkmaktadır. Zira Endonezya, Hind Müslümanları, Pakistan, Bangladeş, Nijerya ve Mısır gibi İslam ülkelerinin nüfusları Türkiye’ninkinden kat kat fazla olup, bu faktör görmezden gelinerek Türkiye’nin liderliğinin kabul görebileceğini düşünmek de gerçekçi değildir. Öte yandan Türkiye’nin etnik, tarihi ve kültürel bağları olan Orta Asya cumhuriyetlerine yönelik liderlik/ağabeylik iddialarının bile ciddi sorunlara yol açtığı unutulmamalıdır.
Sonuç olarak bu liderlik söylemi iç politika amacıyla hemen her parti tarafından kullanılsa da gerçekçi olmaktan çok uzaktır. Bu tür iddialar ve söylemler yerine SP başta olmak üzere ülkedeki siyasi partilerin “Ortak akıl ile ortak iyiye doğru” vizyonunu merkeze alarak,
bölge ülkeleri arasında hayra iyiliğe barışa yardımlaşmaya ortaklaşa öncülük etmek, paydaş olmak şeklinde bir söylem geliştirmesi hem gerçekçi hem ahlaki hem de diplomatik nezakete uygun olacaktır. Özetle SP dış politika ilkesi olarak “BEN değil BİZ” sloganıyla hareket etmeyi ilke edinmelidir ki, bunu yaptığı takdirde zaten Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkilerde ağırlığı kendiliğinden artmış olacaktır.
- Dış politikada İslam ülkelerini ve İslami kesimleri aşamama
Bütün İslami hareketlerde adeta takıntı haline gelen “İslam Birliği” nostaljisi tabii olarak dış politikayı bu amaca kilitlemeye veya bunu aşma konusunda isteksizliğe yol açmaktadır. SP kongresinde de durum bu açıdan pek farklı olmamıştır. Mamafih bu amacı da dışlamayan, ama bütün küresel gelişmeler karşısında şu veya bu şekilde pozisyon belirlemeye dayalı bir “Küresel Dış Politika” vizyonu daha makul ve gerçekçi olsa gerektir.
Bu bağlamda mesela pek çok konuda kültürel benzerlikler yanında dış politika yaklaşımları ve uygulamaları SP camiasınınkilerle benzerlikler gösteren Latin Amerika ülkeleri ya da Dünya Sosyal Forumu gibi alternatif küreselleşme hareketlerine SP camiasının yönelmesi fevkalade önemli ve yararlı sonuçlara yol açabilecektir.
- Zulme karşı olma konusunda da İslam ülkelerini ve İslami kesimleri aşamama
SP camiası “zulüm ve zalimler” kavramlarını kategorik bir biçimde gündeme alıyor görünse de bu kavramların içeriğini belirleme veya içini doldurma konusunda aynı kategorik ve kapsayıcı tutumu sürdürebildiğini söylemek biraz zordur. Zira gerek genel başkan gerek parti kurmayları gerekse parti politikalarına ilişkin belgeler incelenecek olursa neredeyse tamamen İslam ülkelerindeki zulümler, dahası bu ülkelerdeki Müslümanlara yönelik zulümlerin hâkim temayı oluşturduğu görülecektir.
Büyük hata, Batı toplumlarının tamamının külliyen düşman olarak görülmesi ve bu toplumlara olan müzmin negatif bakış açısıdır. Halbuki Batı toplumları da İslam toplumlarından farklı değildir.
Bu yüzden bırakın İslam dünyasının ötesini, İslam dünyasındaki gayr-i Müslim kesimlerin maruz kaldıkları zulümlerin bile SP camiasının ilgi odağı olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir. O yüzdendir ki Afrika’da, Latin Amerika’da, Avrupa’da, Avustralya’da Müslüman olmayanların maruz kaldıkları zulümler ve o bölgelerdeki zalimler SP’nin ilgisini pek de çekmiş görünmemektedir. Nitekim Dünya Sosyal Forumu gibi alternatif küreselleşme hareketlerine, üçüncü dünyacı diğer hareketlere, Latin Amerika Kurtuluş teolojisi hareketine olan ilginin Millî Görüş çevrelerinde yok veya yok denecek kadar az olması da bu ilgi zayıflığının göstergeleri olarak okunabilir.
Halbuki SP camiasının dayandığı İslam geleneğinde bile bu gibi kavramların teoride de, literatürde de uygulamada da Müslümanlarla sınırlanmaksızın kategorik ve evrensel ölçekte ele alındığını gösteren pek çok örnek söz konusu iken, bu ilgi yokluğunu İslami hassasiyetlerle izah etmek zorlaşmaktadır.
Bu arada SP camiasının İslam dünyası söz konusu olduğunda bile bütün Müslümanlara aynı mesafede veya aynı yakınlıkta olduğunu söylemek de zordur. En azından İhvan-ı Müslimin çizgisindeki kesimlerin, keza geleneksel muhafazakâr İslami kesimlerin ve tasavvufi çevrelerin öncelikli ve ayrıcalıklı olduğunu söylemek, bu kesimlerin dışındaki çağdaş, yenilikçi, muhalif ve eleştirel çizgideki kesimlere mesafeli durduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır.
Gerçi bu gibi mülahazaların ve eleştirilerin AKP için de geçerli olduğunu söylemek mümkündür. Keza diğer siyasi partiler için de benzer mülahazaların ve eksikliklerin söz konusu olduğunu uygulamalarına bakarak kestirmek zor olmasa gerektir.
- Batı konusunda kategorik olumsuz yaklaşım büyük ölçüde hâlâ egemen
Genel olarak İslami hareketlerin kategorik Batı karşıtlığı bilinen bir husustur. Bu durum SP için de büyük ölçüde geçerlidir. Ancak büyük hata, Batı toplumlarının tamamının külliyen düşman olarak görülmesi ve bu toplumlara olan müzmin negatif bakış açısıdır. Halbuki Batı toplumları da İslam toplumlarından farklı değildir.
Zira her bir batı ülkesi ve toplumu birbirinden farklıdır. Keza bu toplumlarda bireyler, kurumlar ve kuruluşlar ile yönetimler de birbirinden farklıdır. Dolayısıyla Batı toplumlarında SP gibi muhafazakâr dindar eğilimli politik hareketlerin işbirliği ve dayanışma içerisine girebileceği geniş kesimlerin olduğu sürekli ıskalanmakta, gözden kaçırılmakta veya bu konuda fevkalade isteksiz bir tutum sergilenmektedir.
Hem kendisini İslam dünyasıyla, hatta sadece İslam dünyasındaki Müslümanlarla sınırlama eğilimi, hem de küreselleşme denen çok yönlü olgu karşısında küresel alternatif ve çözümlerin kaçınılmazlığını ıskalamak, aslında İslam’ın bütün gezegene ve insanlığa yönelik bir mesajı olduğuna dair kabul ile de uyuşmamaktadır.
Bu durum İslami öğretinin doğasının da gereği olarak SP camiasının yeryüzündeki bütün siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, ekolojik, bilimsel gelişmelere İslam’ı ve Müslümanları aşan küresel bir perspektiften bakmaya davet etmektedir.
- Kullanılan müzikler güfte ve bestesiyle hâlâ İslami kesimin marş-ilahi-ezgi karışımı melez kültürünün ürünü
İslam’ın klasik çağlarıyla mukayese edildiğinde bile çağdaş İslami hareketlerin tam bir kültür, sanat ve estetik fakiri olduğu rahatlıkla söylenebilir. Buna bir de İhvan’ın da dahil olduğu selefi çizgideki hareketlerdeki müzik, sinema, tiyatro, resim, plastik sanatlar karşıtlığı da eklendiğinde, muhafazakâr dindar zihniyetin sanat, bilhassa müzik ve plastik sanatlara olan soğukluğu
[6] daha kolay anlaşılabilir. O yüzden SP’deki sanata karşı olan bu soğukluğa rağmen şartların dayatmasıyla parti kongresinde kullanmak durumunda kalınan parti tanıtım müziklerinin hâlâ 80’li yılların -müzikalite ve sanat değeri hayli tartışmalı- İslami popüler müzik veya “Yeşil Pop” türünden
[7] marş-ezgi-ilahi karışımı ürünleri aşamamış
[8] olması şaşırtıcı olmamıştır.
- Felsefe, bilim, kültür, sanat, spor kategorileri ıskalanmış
Toplantı salonunda protokolde bilim, sanat, kültür, spor insanların, entelektüellerin, en önde değilse bile, diğer parti temsilcileri ve diplomatik temsilciler arasında kendilerine yer bulamaması gibi gerek Karamollaoğlu’nun konuşmasında gerekse SP gündeminde bu kategorilerin ya yok ya da yok denecek kadar cılız bir biçimde yer aldığını üzülerek söylemek gerekir.
Parti tanıtım müziklerinin hâlâ 80’li yılların -müzikalite ve sanat değeri hayli tartışmalı- İslami popüler müzik veya “Yeşil Pop” türünden marş-ezgi-ilahi karışımı ürünleri aşamamış olması şaşırtıcı olmamıştır.
Mamafih bu kategorilerin diğer siyasi partilerde de gündemin ve programların öncelikleri arasında yer aldığını söylemek mümkün değildir. Bu olumsuz tablonun ortaya çıkışında başka sebepler yanında esasen SP’nin dayandığı sosyolojinin ve kültürün başat rol oynadığını kestirmek hiç de zor değildir. Mamafih sebepler bir yana, SP için yapılan bu değerlendirmenin diğer partiler, hatta ülke siyasi kültürünün tamamı için de geçerli olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
- Millî görüşün şehirlileşme problemi
SP kongre salonunun genel manzarası ile diğer siyasi partilerinin kongrelerinin genel manzarası kabaca bile karşılaştırıldığında, SP tabanının “şehirli” kategorisine yerleştirmenin pek kolay olmadığı söylenebilir. Burada SP tabanın şehirlerde yaşamalarının “şehirleşme” ve “şehirlilik” için yeterli olmadığını
[9] söylemeye elbette gerek yoktur. Gerçi köylerin şehirlere taşındığı, gettoların oluştuğu, bireyin cemaatler içinde eridiği bir toplumda şehirliliğin ne kadar mümkün olduğu da sorgulanabilir. Ancak sosyolojik olarak şehirli nitelemesini hak etmek için gerekli olan şehir hayatına, şehir hayatının her alanında katılımın SP tabanında en düşük düzeyde olduğunu – 50 yıldır şu veya bu şekilde bu hareketin içinde gözlemlerde bulunma şansına sahip biri olarak- söylemem yanlış olmayacaktır. O bakımdan SP’nin siyasi bir hareket olduğu kadar tabanının şehirleşme oranını yükseltmek için çaba sarf eden sosyo-kültürel bir hareket başlatmaya da ihtiyacı olduğunu söylemek yerinde olacaktır.
Ülkenin en kronik ve hayati sosyo-politik meselelerinin başında gelen bu iki konuda Karamollaoğlu’nun konuşmasında doğrudan-dolaylı, genel-noktasal olarak herhangi bir değiniye rastlanmaması manidardır. SP camiasında bu iki meselenin “İslam kardeşliği” başlığı altına yerleştirilerek halledilmeye, daha doğrusu geçiştirilmeye çalışıldığı söylenebilir.
Ancak Kürt seçmenin SP’ye karşı takındığı tavır, bu teolojik söylemin SP’yi Kürtler açısından pek de cazibe merkezi yapmaya yetmiş görünmemektedir. Bu da Kürt meselesinde daha özgürlükçü ve eşitlikçi politikaların geliştirilmesine SP camiasının daha fazla kafa yormak durumunda olduğu anlamına gelse gerektir.
Alevi meselesinin de Kürt meselesi gibi “İslam kardeşliği” söylemiyle üstesinden gelinebilecek bir konu olmadığı, yine SP’nin Aleviler için bir cazibe merkezi olmamasından kolayca anlaşılabilecek bir şeydir.
Ayrıca SP camiasının Alevilik meselesinde aşılması gereken bazı teolojik kısıtları ve çekinceleri olduğu da burada hatırlanmalıdır. Nitekim son günlerde gündemde olan cem evlerinin ibadethane sayılıp sayılmamasında SP genel başkanının cem evlerinin ibadethane olarak kabulüne tepkisi
[10] bu muhafazakâr tutumun son bir göstergesiydi.
Alevi meselesinin de Kürt meselesi gibi “İslam kardeşliği” söylemiyle üstesinden gelinebilecek bir konu olmadığı, yine SP’nin Aleviler için bir cazibe merkezi olmamasından kolayca anlaşılabilecek bir şeydir.
Bu noktada SP camiasının teolojik mülahazalarını paranteze alarak, politik bir partiden beklenen özgürlükçü bir tutum geliştirmeye ihtiyacı olduğu ortadadır. Kaldı ki son yıllarda ülkede ve dünyada İslami kesimlerin İslamofobik etiketlemelere maruz kalması, terör ile özdeşleştirilmeleri, önceki on yıllarda ise rejim düşmanlığı, irtica ve yobazlık ile damgalanmaları şeklindeki, dindarları hariçten tanımlama çabalarına sert bir biçimde karşı çıkan dindar çevrelerin, bugün Aleviler’i tanımlama anlamına gelecek adımlar atmaları, bu bağlamda cem evlerinin ibadethane olmadığına onların değil de -Karamollaoğlu dahil- resmi-sivil sünni kesimlerin karar vermeleri açık bir çelişki ve çifte standart anlamına gelmektedir.
O bakımdan SP’nin gerek kendisi gerek Millet ittifakı gerekse ülkenin geleceği açısından etnik, dini, ideolojik vb. bütün kimliklerin kendi kendilerini tanımlama hakkına sahip olduğunu kabul ve itiraf eden özgürlükçü ve eşitlikçi bir vizyona evrilmesi son derece önemlidir. Zira ülkenin içinde bulunduğu kimlik politikaları sarmalından kurtulmanın yolu, başkalarının kimliklerinin bizler tarafından tanımlanmasından vazgeçmekten geçmektedir. Çünkü başkalarını tanımlamaya yönelik her girişim, aslında hegemonik bir bakış açısının ürünüdür. Bu ise eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal uzlaşma ve sözleşme felsefesine taban tabana zıt bir yaklaşımdır.
Kimlik politikalarıyla ülkeyi parçalanmanın eşiğine getiren bir statükoyu değiştirmek isteyen muhalefet bloğunun, yani Millet ittifakının bir bileşeni olarak SP camiasının kendisinin de İslami kimlik üzerinden benzer bir kimlik politikası benimsemesi açık bir çelişki olsa gerektir.
Bu yüzdendir ki iç politikada ayrıştırıcı ve parçalayıcı kimlik politikalarına karşı birleştirici bir politika, yani kimlikler üstü özgürlükçü ve eşitlikçi bir politika izlenmesi şarttır. Kürt ve Alevilik meselesi gibi kimlik sorunlarının çözümü nasıl özgürlükçü ve eşitlikçi politikaları gerekli kılıyorsa, aynı gereklilik dış politika için de geçerlidir.
Zira SP camiasının iç politikada Müslüman ve Sünni, dindar ve muhafazakâr kesimleri hedef kitle olarak kabul eden yaklaşımı, tabii olarak dış politikaya da yansımış görünmektedir. SP camiasının İslam dünyasının ufkunu aşamayan dış politika vizyonunun aslında yaslandıkları İslami öğretiye uygunluğu da tartışmaya açıktır.
Bu öğretinin bütün insanlığa yönelik olduğunu, yani evrenselliğini her vesileyle vurgulamaya özen gösteren Müslümanların, politik faaliyetlerini sadece İslam dünyasıyla sınırlamaları izahı zor bir durumdur. Özellikle gezegeni ve insanlığı tehdit eden gelişmeler ve varoluşsal tehditler göz önüne alındığında, takınılacak tutumların ve atılacak adımların da küresel ölçekte olması gerektiği kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Bu ise ulusal, bölgesel ve küresel ölçekte bütün gezegeni ve insanlığı kapsayan bir vizyonu zorunlu kılmaktadır. Böyle bir vizyonun gerçekleşebilmesinin, ırk, cinsiyet, din, ideoloji, sınıf vb. kimliklerin üstüne çıkıp ötesine geçebilen küresel bir dayanışmaya, bir tür çağdaş erdemliler dayanışmasına, İslam geleneğindeki tabiriyle “Çağdaş Hılfu’l-Fudûl” yaklaşımına bağlı olduğunu ise belirtmeye gerek yoktur.
İşte bu sebepledir ki SP gibi siyasal oluşumların, yine İslami kimliklerinin ve öğretilerinin bir gereği olarak, kendilerini Müslümanlarla sınırlamaksızın yeryüzündeki bütün toplumlarla iş birliği ve dayanışmaya açmaları yerinde olacaktır. Bu açılımı gerçekleştirebilmek için, İslami öğretiye uygun olan amaç ve hedeflere ulaşmanın sadece Müslümanlar tarafından ve Müslümanlar için yerine getirilmesi gereken bir görev olmadığını, bilakis bu amaç ve hedeflere ulaşmak için İslami kimliği de içerecek şekilde farklı kimliklerden erdemlilerin iş birliğinin ve dayanışmasının zorunlu olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir.
Bu bakış açısıyla SP camiasının ulusal, bölgesel ve küresel bir açılım yaparak, doğuda batıda kuzeyde güneyde, Müslüman gayr-ı müslim (Hıristiyan, Musevi, Zerdüşt, Budist, Hindu vd), sağcı-solcu, kadın-erkek, sivil-resmi bütün kişi, kurum ve kuruluşlarla iş birliği ve dayanışma içine girmesi fevkalade isabetli bir adım olacaktır.
Batı; ABD, AB, Avustralya; Dünya Sosyal Forumu, Latin Amerika Ortak Pazarı, Rusya, Çin Hindistan, Afrika toplumlarıyla irtibatlar kurmak, bu ülkelerdeki kişi, kurum ve kuruluşlardan partner olmaya elverişli olanlarla “sivil diplomasi” çerçevesinde iş birliği imkanlarını araştırmak aslında SP camiasının dünya görüşüne pek ters düşmeyen ihmal edilmiş vizyonlardır.
BİR DERKENAR:
DOĞU KONFERANSI’ndan (2003) AKP’ye(2001), SP’ye (2001), YENİ SİYASET GİRİŞİMİ’ne (2006)
[12], HASPARTİ’ye (2010) , ve MİLLET İTTİFAKI’na (2018)
Burada yapılan değerlendirmelerin, ama özellikle dış politikaya ilişkin olanların, SP kadar, ülkedeki diğer partiler için de belli oranlarda geçerli olduğu söylenebilir. Politik düzeyi aşıp, daha derin bir analiz yapacak olursak, burada sunmaya çalıştığımız vizyonun toplumun tamamını ilgilendiren, hatta bölgesel ve küresel ölçekte bütün toplumları ilgilendiren bir vizyon olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Ulusal, bölgesel ve küresel ölçekte hayata geçirilmesi gerektiğini düşündüğümüz bu vizyonun temellerinin Doğu Konferansı Girişimi sürecinde edinilen tecrübe ve birikimler üzerinde yükseldiğini özellikle vurgulamak gerekir. Bu vizyon AKP VE SP’ye iletilmiş, YENİ SİYASET GİRİŞİMİ’nde gündemde olmuş, ardından kurucularından olduğum HASPARTİ için hazırlanan dış politika raporunun da özünü teşkil etmiştir. Müteakiben ülkemizde ve ülke dışında bütün zeminlerde
[13], yazılı, sesli, görüntülü – yerli ve yabancı- bütün medyada ve sosyal medyada sürekli dile getirilmiş, son yıllarda MİLLET İTTİFAKI partilerinin ilgili ve yetkililerine de iletilmeye çalışılmıştır.
Dış politikaya ve küresel politikalara ilişkin bu vizyonun aslında Doğu Konferansı Girişimi’nin birçok üye ve bileşenleri tarafından ülke gündemine şu veya bu ölçüde sürekli taşınmakta olduğunu da eklemek gerekir. Bazıları şu anda çeşitli siyasi partilerde aktif olan bu aktörler aynı vizyonu ülke gündemine taşımayı sürdürmektedirler.
Burada SP özelinde yapılan değerlendirmeler ilk de değildir. Bu vizyon zaman zaman ESAM bünyesinde gerçekleştirilen faaliyetlerde Millî Görüş camiasının önde gelenleriyle paylaşıldığı gibi, yazının başında işaret edilen bir önceki değerlendirme yazısında da bu konulara temas edilmiştir.
Gerçi SP hareketini değişim sosyolojisi açısından tam olarak değerlendirmek için daha kapsamlı ve derinlikli analizlere ihtiyaç olduğu muhakkaktır. Bu analizleri liyakatle yapacak olan sosyal bilimcilerimiz ve siyaset sosyolojisi akademisyenlerimiz fazlasıyla mevcuttur. Bizim burada yapmaya çalıştığımız ise SP 8. Olağan kongresi vesilesiyle gözlemlerimizi, daha önceki gözlem ve intibalarımızla harmanlayarak, SP hareketinde değişim olgusuna dikkat çekmek, ayak seslerini duyduğumuz bu değişimin sağlıklı bir yönde ilerlemesi için katkıda bulunmaktan öte bir şey değildir.
Ayrıca SP hareketini oy potansiyeli itibariyle olmasa bile, ülke siyasetindeki “özgül ağırlığı” itibariyle fevkalade önemsediğimizi de burada eklemek isteriz. İşte SP’yi önemli ve değerli kılan bu “özgül ağırlığa” daha da ağırlık katmak için bu gibi değerlendirmelerin ve yapıcı eleştirilerin daha da artmasına ihtiyaç olduğunu ifade etmek gerekir.
Sözün özü, ilk olarak 13 yıl önce ve şimdi burada yeniden, SP özelinde yapmaya çalıştığımız bu değerlendirmeler, aslında ulusal, bölgesel ve küresel ölçekte uzantıları olan varoluşsal meselelerle de doğrudan ilgilidir.
Böyle olunca bu hususların sadece politikanın ve siyasi partilerin veya gündelik politikaların konusu olmaktan çıkarak, toplumların da gündemine girmesi gerektiği, dahası gündemin ilk sıralarına çıkması, hayati önemi haiz acil konular arasında yer alması gerektiği özellikle vurgulanmayı hak etmektedir. O yüzden bu yazıyı bir parti olarak SP açısından “Politikanın geleceği”ne yönelik değerlendirmeler şeklinde değil tam aksine ulusal, bölgesel ve küresel ölçekte “Geleceğin Politikaları”na ilişkin değerlendirmeler olarak okumak daha doğru olacaktır.
Ülkenin sadece yeni bir CB ve hükümet belirlemek için değil, tam demokrasiye dönüş yolunda bir düzen değişikliği için, dahası ülkenin geleceğini belirlemek için yaklaşan seçimleri beklediği böylesi fevkalade kritik bir dönemde, SP genel başkanı ve yönetiminin sergilediği sağ duyulu tavırlar her türlü takdirin ötesindedir.
Böylesi kritik bir dönemde SP camiasının özgül ağırlığını daha da arttırmasına, ülkenin geleceğinde daha önemli roller üstlenmesine vesile olacak hususlara dair, şahsi gözlem, düşünce, kanaat, değerlendirme ve eleştirilerimizi kamuoyuyla paylaşma imkânı sunan SP genel başkanı Sn. Temel Karamollaoğlu’nun bu nazik daveti için kendisine ve yol arkadaşlarına tekrar teşekkürlerimizi sunar, değişim sürecinde SP’nin yolunun açık olmasını dua ve niyaz ederiz.
---
[1] Mehmet Hayri Kırbaşoğlu,
Milli Görüş Siyaseti: Hamam ve Tas Gerçekten Yenilenecek mi?
( https://www.emekveadalet.org/alinti/fikir-zamani-yazilari-hayri-kirbasoglu/)
[2] Kongre sonrasında yayımlanan Temel Karamollaoğlu’nun konuşmasının tam metni için bkz.: https://www.tv5.com.tr/saadet-lideri-karamollaoglunun-kongre-konusma-metni
[3] Konunun ne kadar tartışmalı olduğunu görmek için bkz.: Nejla Hacıoğlu, Kadının Siyasetteki Yeri- Ayet ve Hadisler Işığında, İlahiyat Kitap (Ankara, 2018).
[4] https://saadet.org.tr/tr/parti-tuzugu
[5] Ankara’da yayımlanan İslami Araştırmalar ve İslamiyat dergilerinin kadın özel sayıları ile Doç. Dr. Nejla Hacıoğlu’nun
“Kadının Siyasetteki Yeri - Ayet ve Hadisler Işığında” adlı kitabı bahsettiğimiz çağdaş araştırmalardan sadece birkaçıdır.
[6] Hatta işin soğukluk boyutunu aşıp düşmanlık boyutuna vardığına dair iddialar MNP’nin kapatılma davasının gerekçesinde “İslam Enstitüleri bütçesine bir kuruş koyarlarken edepsiz yetiştirmek için iki tane bale mektebi kurdukları” şeklinde yer almış ise de (
https://tr.wikisource.org/wiki/Milli_Nizam_Partisi%27nin_kapat%C4%B1lmas%C4%B1na_ili%C5%9Fkin_savc%C4%B1l%C4%B1k_iddianamesi) bugünün SP camiasında buna benzer iddia ve söylemler artık ortadan kalkmış görünmektedir.
[7] “Türkiye’de İslami popüler müzik 1980’lerin ortalarında ortaya çıkmıştır. Geleneksel dini müzik şemalarından farklı olarak İslami popüler müzik Türkiye’deki arabesk, pop, halk, rap vb. gibi popüler müzik kalıplarıyla üretilmiştir. Bununla birlikte Türkiye’de bu müziği tanımlamak için “yeşil pop” terimi kullanılmıştır. Yeşil renk İslam’ı sembolize eden bir renk olarak değerlendirilmiştir. “Yeşil pop” terimi bazı çevreler tarafından onaylanmasa da genel olarak kabul görmüştür (Durgun, 2005; 206). 1980’lerin ortalarına kadar klasik Türk musikini ve tasavvuf musikisini önemseyen birkaç tarikat ve dini çevre dışında, dindarlar müzik dinlemeye çok olumlu bakmamışlardır. Enstrüman kullanımı ve kadın sesinin uygunluğu tartışmalarıyla öne çıkan müzik, dindarlar için sadece Kuran tilaveti ve defin eşliğinde ilahilerden ibaret kalmıştır (Bilgin, 2003; 200-201)”
( Şerafettin Ulusoy, TÜRKİYE’DE İSLAMİ POPÜLER MÜZİĞİN ALGISI ÜZERİNE BİR İNCELEME(2017), s. 32
http://acikerisimarsiv.selcuk.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/123456789/13150/493000.pdf?sequence=1&isAllowed=y, ).
[8] Aşmak bir yana mesela Ummu Kulsum’un “es-Sulasiyyât el-Mukaddese” ve “Hadîsu’r-Rûh” adlı müzikleri, Feyruz’un Lübnan’da birlik beraberlik çağrısı yapan şarkıları, Bob Marley’in Afrika’yı birleşmeye davet eden şarkılarıyla, ülkemizden Zülfi Livaneli’nin “Uzun Boylu Cüceler” adlı müzik eseri gibi ürünlerden ilham alarak, hem içerik hem de müzikalite açısından sanat değeri yüksek müzik ürünlerine maalesef bir ilgi bile söz konusu olmamıştır bu çevrelerde. Bu ise yaslandıkları İslami değerlere ters düşmeden de sanat değeri olan kaliteli müzik yapılabileceği nosyonunun bu çevrelerde mevcut olmadığının bir göstergesi sayılsa gerektir.
[9] “Sadece şehirde yaşamak şehirlilik anlamına gelmez; şehir insan ilişkilerinin, ekonominin, hukukun, meslek ve uzmanlıkların, zihni hayatın en üst seviyede evrensel meydan okumaya tabi kaldığı ve buna mukabil cevap ürettiği yerdir. Bu yüzden şehirler yüksek seviyede haberleşme faaliyetine zemin teşkil ederler. Şehirli olmak, yukarıda anlatılmaya çalışılan meydan okumalara yılgınlık göstermeden cevap üreten, problem çözen kolektif şuurun bir parçası olmak anlamına gelir. Şehir bu açıdan bir bilgi (data) birikimidir; insanların tarih boyunca en yoğun bilgi ürettikleri, tükettikleri ve değiş tokuş ettikleri bir bölge olarak köyden ayrılır.” (http://ahmetturanalkan.com/yazi/cocukluk-hastaligi-koyluluk/)
[10] https://www.birgun.net/haber/karamollaoglu-ndan-bahceli-nin-cemevleri-ibadethanedir-sozlerine-tepki-405981
[11] Bu başlık altında bir bilgi notu 14 yıl önce Celal Talabani’nin Türkiye ziyareti günlerinde meclis başkanı sn. Cemil Çiçek’e iletilmiş olup, içeriği aşağı yukarı bu merkezdeydi. Dolayısıyla o zamanlar iktidara sunulan ancak dikkate pek alınmayan bu değerlendirmeler aslında hem parçası olduğum DOĞU KONFERANSI GİRİŞİMİ tecrübesine ve birikimlerine hem de HASPARTİ için hazırlamış olduğum dış politika raporuna dayanmaktadır.
[12] https://www.yenisafak.com/gundem/yeni-siyaset-girisimi-ilk-toplantisini-yapti-20741; https://www.birgun.net/haber/yeni-siyaset-girisimi-iddiali-giris-yapti-turkiye-nin-ezberini-bozacagiz-30602.
[13] Doğu Konferansı Ankara İlahiyat’ta (http://www.hayrikirbasoglu.net/?p=320)