Strasbourg yazısında değinmiştim ama şimdi Colmar’a ilk gelişimin öyküsünü kısaca anlatabilirim.
Hayranı olduğum Charles Aznavour’u dünya gözüyle dinlemek istediğimde bana en uygun konserinin Colmar’da olduğunu görmüştüm.
O konsere bilet aldım ve Aznavour’u sahnede ilk -ikincisi Verona’da- kez Colmar’da izledim.
Yani ben Colmar’a evvela Aznavour için geldim, “Küçük Venedik” denen bu olağanüstü güzel şehri ikinci plana atmak her babayiğidin harcı değildir ama evelallah, ben atabilenlerdenim.
Konser öncesinde pek çok turistik etkinlik yaptım, Bartoldi Müzesi’ne gittim, sandalla kanallar arasında dolaştım, şarap fuarında biraz dolandım…
Colmar gibi yerlerin bence en ayırt edici özelliği kötü bir şey olmaması.
Şu iyidir, burası daha görülesidir diye anlatıp durduğum şehirler var ama Colmar “inestetik” bir şeyi bünyesine kabul ederse sanki ölecekmiş gibi titizlikle bugüne gelmiş.
Kapalıçarşının etrafında, meydanlarda, ara sokaklarda, piyasa caddelerinde, kanallar arasında…
Nerede olduğunuz fark etmeksizin kendinizi bu yekpare estetiğin içinde buluyor, dahası, burada bir müddet geçirince o estetiğin bir parçası hissediyorsunuz.
Buranın medar-ı iftiharlarından Bartoldi, malum, her şeyden çok Özgürlük Anıtı’nın heykeltıraşı olarak bilinir.
O Bartoldi ki, heykeli yaparken yanında yardımcı olarak Eiffel vardır -Eyfel Kulesi’nin mimarı.
Bartoldi’nin buralılığına ithafen, Colmar’ın girişinde New York’taki Özgürlük Heykeli’nin aynısından var -görmeseniz de çok önemli değil.
Aklıma mıh gibi çakılan bir şey kalmamış müzesinden, yeniden girdim ama hâlâ aynı fikirdeyim, burayı görmek fakat çok da bir şey beklememek gerek.
Sandal da âşıklara ait, benim gibi “çöpsüz üzüm” gidenlere yer vermeseler hakları.
Gene de sağolsunlar olanca âlicenaplıklarıyla, tabii ücreti mukabilinde, benim gibileri de sandala bindirip kanallarda gezdiriyorlar.
Colmar’a ikinci gelişimde de kulağımda Aznavour’un ezgileri var, sanki bir anda, burada, yeniden, zaman durmuşçasına.
Gelgelelim, bu hafıza denen meret o kadar nankör ki eğer gittiğin yerleri yazmaz, çeşitli notlar tutmaz ya da fotoğraflar çekmezsen bir süre sonra siliniyor, hiç gitmemiş gibi oluyorsun.
Konser heyecanından mı bilmem ama benim bu dediklerimi yapmadığım ender yerlerden biri bu Colmar’dı ve bugün yeniden geldiğimde aşina olduğum hiçbir sokak bulamadım karşımda, buraya ilk defa geliyor gibiydim, her şey bana yabancıydı, ben her şeye yabancıydım.
Seyahatlerin en acımasız kısmı da galiba budur: unutmak.
Ama ben Colmar’ı unutmuş olmaktan zerre mutsuz değilim zira bu “Küçük Venedik”i kulağımda Aznavour şarkılarıyla yeniden keşfetmekten pek memnunum.
Aznavour’un meşhur şarkılarından biri “Que c’est triste Venice”tir, yani “Venedik ne kadar hüzünlü”, ama ben “Küçük Venedik”e romancı değil seyyah gözüyle bakmak istiyor ve sadece neşeli, mutlu görüntüleri öne çıkarmak istiyorum.
Colmar, her şeyden önce kanalların etrafında dolaşmak, küçük köprülerde birbirinden güzel fotoğraflar çekmek demektir.
Gene de kimsenin pek umurunda olmayacağını bilsem de, birkaç güzel yerden bahsetmenden duramayacağım.
Bunlardan ilki “Yüzler Sokağı”nda -Rue de Tetes- yer alan “Yüzler Evi” -Maison de Tetes.
Bu hayli işlemeli binaya bazı tüccarların başlarının heykelini yapmışlar, görülesi yapılardan biri.
Karşısında ise yine şehrin önemli isimlerinden biri olan karikatürist Jean-Jacques Waltz’ın müzesi var, buraya girelim.
1873’te Colmar’da doğan Jean-Jacques Waltz, ya da bilinen adıyla “Hansi”, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanları aşağılayan çizimler yaptığı için 1914’te suçlu bulunmuş ama sonra Fransa’ya kaçabilmiş ve orduda ilkin tercüman olarak görev yapmış.
Nazi Almanyası, Hansi’nin Alman karşıtlığı unutmamış olacak ki İkinci Dünya Savaşı’nın ilanıyla birlikte karikatürist bu kez de Güney Fransa’ya kaçmış ama 1941’de Gestapo tarafından yakalanmış ve ölesiye dövülmüş, yara bere içinde ölüme terkedilmiş.
Fakat Hansi’nin vücudu Nazilerin beklediğinden daha dirençli çıkmış ve kapağı bir şekilde tarafsız kalan İsviçre’ye atabilmiş, savaş bitene kadar da orada yaşamış.
1951 yılında Colmar’da vefat etmiş.
Bartoldi Müzesi için söylediğimin benzerini Hansi için de yineleyeceğim çünkü bu ikisi de “görseniz iyi olur ama görmeseniz de hiçbir şey kaybetmezsiniz” kavlinden müzeler.
Colmar’ı hem çok beğendiğimi söylüyorum hem de yazının başından beri görmeseniz de olur deyip duruyorum, bir tenakuz olduğu sanılabilir ama yok, Colmar kendi havasıyla eşsiz güzellikte bir yer.
Evlerin cepheleri, köprüler, çiçekler ve sandallar…
Bu ahenk, dünyanın dört bir yanındaki insanları Colmar’a çekiyor.
Aznavour’un meşhur şarkılarından biri “Que c’est triste Venice”tir, yani “Venedik ne kadar hüzünlü”, ama ben “Küçük Venedik”e romancı değil seyyah gözüyle bakmak istiyor ve sadece neşeli, mutlu görüntüleri öne çıkarmak istiyorum.
ü