Manşet

Selin Sayek Böke: “Kriz Korkusuyla” Değil, Umutla Geleceğe Bakan Bir Ekonomi…

Abone Ol
PolitikYol Dosya bölümümüzde bu hafta 'Türkiye'nin Krizi' başlığını tartışıyoruz. Türkiye'nin Krizi dosyasıyla, AKP ile birlikte, her alanda derin bir krize sürüklenen ülkenin durumunu değerlendireceğiz. Ekonomik alanda yaşadığımız problemleri ve çözümlerini CHP Parti Sözcüsü ve Ekonomiden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Selin Sayek Böke yazdı.  Türkiye ekonomisinin temel yapısal sorunları derinleşerek sürüyor. Hükümet bu sorunları tespit etme yetkinliği ortaya koymadığı ve sorunları görmezden geldiği ve sorun tespit ettiği zaman buna çare olacak reformları yapma iradesini ortaya koymadığı için bu sorunlar derinleşerek Türkiye’nin gerçeği olmaya devam ediyorlar. Umudunu kaybedenler, iş olsa çalışacak olan ama iş aramaya dahi gücü kalmamış olanlar, iş aradığında bulamayan vatandaşlarımız milyonlarla ifade ediliyor. 6 milyon kişinin umut kırıklığını gösteren en somut gösterge ortada; yüzde 18,2 oranında gerçek işsizlik mücadele edilmesi gereken en önemli ekonomik sorun. Vatandaşların çok büyük bir kısmı borçlu. TÜİK’in açıkladığı son veriler Türkiye’de konut hariç kredi borcu ve taksit ödemeleri değerlendirildiğinde vatandaşlarımızın borçluluk oranının yüzde 68’e ulaştığını gösteriyor. Bu rakama konut borcu olanlar da dahil edilirse, borç temelli Türkiye ekonomisi tablosu daha gerçekçi ve ağır bir biçimde karşımıza çıkıyor. Sorunu doğru teşhis edemeyen, çareyi ortaya koyamayan hükümetin kötü politikalarının sonucunda vatandaşlarımızın yüzde 30,2’si maddi yoksunluk yaşıyor; sağlığı için ihtiyaç duyduğu besinleri sofrasına koyamıyor, çocuğunu istediği okula gönderemiyor, kendine özel yaşam alanı olan evindeki mobilyayı yenileyemiyor. Çare bu borçları ötelemek değil, çare herkesin borçlanmadan harcayabileceği, fırsat eşitliği ile yola çıkılan ve gelir yaratan bir ekonomik model. Ekonomik Adaletsizlik Derinleşiyor Adalet duygusunun gittikçe zayıfladığı Türkiye’de, ekonomik adaletsizlik de derinlemesine yaşanıyor. Son resmi verilere göre en yüksek gelire sahip yüzde 20’lik kesimin toplam gelirden aldığı pay artarken, en düşük gelire sahip yüzde 20’lik kesimin toplam gelirden aldığı pay düşüyor. En zengin dilimin payı, en yoksul dilimin aldığı payın 8 katından daha fazla. Adaletsizlik yüzde 5’lik dilimlere bakıldığında daha da açık biçimde karşımıza çıkıyor; en zengin dilimin payı en düşük dilimin payının 22 katı, üstelİk fark son bir yıl içerisinde artmış.. “Borçlanma ile bu yoksulluğun yönetilmesini sağlama stratejisi”, bu iktidarın ekonomik temellerinden birisini oluşturuyor. Bu stratejinin acilen değiştirilmesi gerek. Vatandaşın günlük hayatına işsizlik, gelirsizlik, maddi yoksunluk, gelir adaletsizliği olarak yansıyan Türkiye ekonomisi gerçeğinin makro yansımaları da, orta gelir tuzağı, orta teknoloji tuzağı ve orta beşeri sermaye tuzağı olarak karşımıza çıkıyor. Tüm bu tuzaklar Türkiye’deki üretim yapısının katma değeri düşük bir düzeyde kalmasına sebep oluyor. İthalata bağımlı bu üretim yapısı, gelir yaratmadığı gibi üretim ve dış finansman (borçlanma) ihtiyacını da birbirine sıkıca bağlamış oluyor. Üretimin niteliğini arttıracak bir işgücü arzı da, niteliği artan işgücünün bu niteliklerini üretimde değerlendirecek bir üretim yenilenmesi de ortaya çıkmıyor. Sonuç, makroekonomik kırılganlıklar, cari açık, kalitesiz dış finansman kompozisyonu, düşük yatırımlar ama ondan da daha düşük tasarruflar, hedefinin üzerinde gerçekleşen ve yüksek enflasyon oranı… Türkiye, Ekonomide de Yalnızlaştı Cari açığın GSYİH içindeki payı 2002 yılından önce ortalama yüzde 0,76 iken 2015 yılının sonunda yüzde 4,46’ya yükseldi. Malum cari açık yatırımların tasarruflardan daha yüksek olması anlamına geliyor. Ancak bu durum Türkiye’de yatırımların yüksekliğinden değil, tasarrufların, zaten düşük olan yatırımlardan dahi daha düşük olmasından kaynaklanıyor. Türkiye’de özel sektör yatırımların GSYİH’ya oranı 2011 yılından itibaren sürekli bir düşüş gösteriyor, yüzde 22 düzeyinden belirgin ve sürekli bir düşüşle yüzde 18’e kadar geriledi. Sadece Türk yatırımcılar değil, yabancı yatırımcılar da Türkiye’deki doğrudan yatırımlarını ciddi oranda azalttılar. Hükümetin Siyasi Devamlılığı, Bu Çarpık Ekonomik Düzene Bağlı Hükümet vatandaşın ekonomik sorunlarını da, bu sorunlara yol açan ve Türkiye ekonomisinin makroekonomik kırılganlıklarını arttıran yapısal sorunları da görmezden gelmeyi tercih ediyor. Çünkü bu sorunların çözümü için ortaya konması gereken ekonomik reformlar bu hükümetin siyasi devamlılığının güvencesi olan bugünün çarpık ekonomik düzeninin ortadan kaldırılmasını gerektiriyor. Bu sebeple hükümet bu sorunları tespit etmek ve çözmek yerine sorunları perdeleyecek algı yönetimi ile günü kurtarma refleksine devam ediyor. Bu refleks 23 Eylül 2016 tarihinde uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s tarafından verilen not indirimi kararında da kendini gösterdi. Hükümet, Moody’s tarafından bir not indirimi kararına yol açmış olan sorunları ve bu sorunlara çözümleri tartışmak yerine kararın siyasiliği üzerine değerlendirmeleri ön plana çıkartmayı tercih etti. Kararın niteliğini tartışmak ve bu açıdan haklılığını sorgulamak konusunda hükümetin çekinceli davranmasının sebebi çok açık: Bu kararın temelini oluşturan somut ekonomik sorunların sebebinin kendi yönetim hataları olduğu gerçeği artık çok açık. Hem bunu hem de sorunları çözmek konusunda reform iradesi koymamaktaki ısrarlarını kamuoyundan mümkün olduğunca gizlemek istiyorlar. Hemen Harekete Geçilmezse, Büyümenin Yüzde 2’lere Düşmesi Engellenemez Üzerinde durulması gereken mesele Moody’s kararının ne kadarının siyasi olduğu değil; Moody’s’in bu kararı gerekçelendirdiği ekonomik sorunların ne olduğu konusunda samimi bir değerlendirme yapmak ve konuşmanın ötesinde tespit ettiğimiz sorunlara hızla çare üretmek… Bu yapılmadığı takdirde başka kredi derecelendirme kuruluşlarının da bu kararı takip etmesi ve daha önemlisi Türkiye’nin kendi potansiyelini ortaya koyarak bu kredi derecelendirme kuruluşlarının iki dudağı arasına sıkışmış konumundan kurtulması mümkün olmayacak. Unutulmamalı ki Türkiye ekonomisinin yapısal sorunlarının başında zaten bu tarz kuruluşların iki dudağı arasına sıkıştırılmış olmak geliyor. Kriz korkusuyla yaşayan değil umutla geleceğe bakan bir Türkiye ekonomisinin inşası için atılması gereken ilk adım da bu. Türkiye ekonomisinin geleceği açısından bu kararın kısa vadede finansal piyasalar üzerindeki etkileri üzerinden bir değerlendirme ile sınırlı kalmak doğru olmaz. Bu kararın orta ve uzun vadedeki etkilerine dair yapılacak bir değerlendirme çok daha sağlıklı ve değerli olur. Uluslararası karşılaştırmalar yatırım yapılabilir statüyü kaybeden ülkelerde ortalama 1 puanlık büyüme hızı kaybı olduğuna işaret ediyor. Bu sonuçlar hükümete, “şikayet etmeyi bırakıp, sorumluluklarını yerine getirmesi gerektiğini” hatırlatmalı. Hükümet bir an evvel bütüncül bir reform paketini ve bu yeni kalkınma hamlesinin reformlarını yapma iradesini ortaya koymaz ise 2013’den itibaren yüzde 3,5 oranına takılmış olan Türkiye ekonomisi büyüme hızı yüzde 2’lere engellenemez bir biçimde düşecek. Gerekli Reformlar Yapılsaydı, Yatırım Yapılabilir Bir Ülke Olup Olmadığımız Tartışılıyor Olmazdı Eğer Türkiye’de Hükümet, gereken reformları yapmış olsaydı bugün Türkiye’nin yatırım yapılabilir bir ülke olup olmadığı kimse tarafından tartışılıyor olmazdı. Türkiye’nin yeniden yatırım yapılabilir ülke statüsü kazanması da, uluslararası derecelendirme kuruluşlarının değerlendirmelerine bağımlı ekonomik yapısının da değişmesi mümkün. Yeter ki doğru reformlar ve reform yapma iradesi gösterecek bir iktidar olsun. Birlikte bakalım: Türkiye ekonomisiyle ilgili 2 temel kritik soruna işaret ediliyor. Birincisi, Türkiye’nin yüksek dış finansman ihtiyacını karşılayabilmesi konusunda artan riskler. Diğeri, önceden destekleyici olan kredi temellerinin zayıflamış olması; özellikle büyüme ve kurumsal sağlamlık konularında bu zayıflığın artıyor olması. Bu noktaya gelmeden önce Mayıs 2013’de bu iki sorunlu alanın, Türkiye’de siyasi istikrarın sağlanacağı, hükümetin Türkiye ekonomisinin yapısal sorunlarını çözecek reformları uygulama iradesini göstereceği varsayılarak düzeleceği öngörülmüştü. Not indirimlerinin ertelenmesi de bu gerekçeye dayandırılmıştı. Özellikle dış finansman ihtiyacını azaltıcı reformlara dair olumlu bir beklentinin olduğu vurgulanıyordu. Peki bunlar gerçekleşti mi? Türkiye’nin dış finansman bağımlılığı azaldı mı? Bunu sağlayacak reformlar yapıldı mı? Büyüme performansı bozulmadan devam etti mi? Artık sınırlarına gelindiği bilinen tüketim-temelli büyüme modelinin yerine reformlarla yenisi kondu mu? Bunları sağlayacak kurumsal yapısı gücünü koruyup, hatta daha da güçlendi mi? Siyasi riskleri azaltıcı bir siyaset yapıldı mı? Bu soruların yanıtları, Türkiye’yi kriz korkusuyla yaşayan bir ülke olmaktan çıkacak mı çıkmayacak mı çelişkisinin de anahtarı olacak. Türkiye’nin Dış Finansman Bağımlılığı Sürüyor Tek tek analiz edelim: Türkiye’nin dış finansman bağımlılığı azaldı mı? Hayır. Cari açık düşüyor ama ekonomideki büyüme yavaşladığı ve petrol fiyatları düşmeye devam ettiği için... Cari açık Temmuz 2016 itibariyle 28.9 milyar dolar. Bu yıl 32 milyar dolar olması bekleniyor. IMF’nin 2016 Mart Türkiye raporuna göre Türkiye’nin 174 milyar dolar taze para bulması gerekiyor. Cari açık finansmanını da ekleyince bu ihtiyaç 200 milyar doları buluyor. Öte yandan dış borç stokumuz 2000’lerin başındaki oranları geçti, GSMH’nın yüzde 59,5 oranına ulaştı. Her yıl yüzde 23,6 oranında borç yenilemesi yapmak gerekiyor. Temel risk alanlarından biri de yurtdışı banka kredilerinden, özellikle finansal olmayan şirketlerin uzun vadeli dış borçlarının neredeyse 100 milyar düzeyine ulaşmış olmasından kaynaklanıyor. Bunun vadesinin uzun olması önemli ama yine de kırılganlık ortaya çıkıyor. Bağımlılığı Azaltacak Reformlar Hala Yapılmadı Peki Türkiye’nin dış finansman bağımlılığını azaltacak reformlar yapıldı mı? Hayır. AKP Hükümeti 2013 yılının Haziran ayında ‘’10. Kalkınma Planı’’ yayınladı. Bu kalkınma planı içerisinde bulunan eylem planlarını 1,5 yıl sonra, yani Aralık 2014’te ‘’25 Öncelikli Dönüşüm Programları’’ başlığı altında tekrar önümüze sundu. Bu tarihten bir yıl sonra ise aynı söylemler ‘’64. Hükümet Eylem Planı’’ içerisinde karşımıza çıktı. Şimdi ise bu söylemlerin yatırım ile ilgili olanları ‘’Yeni Yatırım Teşvik Paketi’’ olarak ısıtılıp Temmuz 2016’da tekrar önümüze koyuldu. Hükümet açıkça, yapmıyor konuşuyor. Reform diyor ama ortada reform falan yok. Tüketim Temelli Büyümenin Sonuna Gelindi Büyüme performansı bozulmadan devam etti mi? Artık sınırlarına gelindiği bilinen tüketim-temelli büyüme modelinin yerine reformlarla yenisi kondu mu? Hayır. Türkiye’nin 2010- 2012 yıllarında yıllık ortalama büyüme oranı yüzde 6,7 iken 2013- 2015 döneminde ortalama yıllık büyüme oranı neredeyse yarı yarıya düşerek yüzde 3,7 oldu. Bu oran sonraki dönemde daha da düşük bir seviyeye doğru eğilim gösterdi ve bu düşüş eğilimine yön değiştirtecek reform adımları Hükümet tarafından atılmadı. Son 30 aylık dönemde yıllık ortalama büyüme yüzde 3,3 düzeyine kadar geriledi. Türkiye Potansiyelini Bile Yakalayamıyor Bu büyüme oranları tarihsel olarak da Türkiye’nin büyümesinin altında olduğu gibi Türkiye’nin potansiyel büyüme oranı olan yüzde 5’in de çok altında. Türkiye’nin yıllık büyüme ortalaması 1990-2007 arasında yüzde 5,17 iken, 1923-2011 dönemi için ortalama yüzde 4,9 idi. 2016 yılı, Türkiye’nin 1990-2007 yıllık ortalama büyüme performansının altında kaldığı birbirini takip eden 5’inci yıl olacak. Sorunu Çözmek Yerine, Bürokrasiyi Daha da Zayıflatan Adımlar Atılıyor Peki Türkiye’nin sorunları düzeltecek, gereklilikleri sağlayacak kurumsal yapısı gücünü koruyup, hatta daha da güçlendi mi? Hayır. Başarısız darbe girişiminin yaşandığı 15 Temmuz, aynı zamanda devletin yapısının AKP iktidarı tarafından nasıl çökertildiğinin de ortaya çıktığı tarih oldu. Bu durum ortaya çıktıktan sonra da sorunu çözmek için bir yol haritası ortaya koymak yerine, bürokrasiyi daha da zayıflatan adımlar atılmaya devam ediliyor. Bu bir “temizlik” ve piyasaların hoşuna gidecek şekilde “devletin küçülmesi” olarak paketlense de böyle olmadığı gerçeği ortada. Ekonomideki bağımsız kurul ve kurumlar giderek zayıfladı. Siyasi riskleri azaltıcı bir siyaset yapıldı mı? Hayır. Kutuplaşma çözülmedi. Adına “ruh” denilen bir vitrin süslemesi ile tam tersine kutuplaşma ve korku, iktidar tarafından beslenmeye devam ediyor. Dünya Yönetişim Göstergesi, siyasi riskler ölçüsünde Türkiye’de mutlak bir bozulmaya işaret ediyor. Daha önemlisi, bu siyasi risklerin ortaya çıkarttığı ve neredeyse iktidarın kendi devamlılığı için bir zorunluluk olarak gördüğü kutuplaştırmadan kaynaklı sosyal riskler… Bu risklerin de azaltılmasına dönük adımlar hükümet tarafından atılmıyor. Reçete Belli. Yeter ki Niyet Olsun İşte genel fotoğraf bu. Bunların toplamı, Türkiye’nin güçlü büyüme, bütçe disiplininin korunması, kurumsal sağlamlığın geliştirilmesi ihtiyacının altını çiziyor. Burada kritik soru şu olmalı: Tümü için gereken reform adımları ne olmalı? Defalarca bunu paylaştık. Hükümete çağrı yaptık, olmadı bir kez daha vurguladık, olası tehlikeler konusunda uyardık. Yeniden özetleyelim: Hükümet hemen Ekonomik ve Sosyal Konseyi toplantıya çağırmalı. Bir düzenleme ile anayasal bir yapı olan konseye muhalefet temsilcileri de dahil edilmeli. Liyakat temelli devletin ne kadar önemli olduğunu, son yaşananlarla Türkiye bir kez daha anladı. Bu kapsamda başta bağımsız kurum ve kurullarda olmak üzere tüm kurumlarda hızla liyakat temelli atamalar yapılmalı. 2017 bütçesinin temelini oluşturacak Orta Vadeli Program çalışmalarına muhalefetin de katılımını sağlayacak bir sürecin işletilmesi gerektiğini ifade ettik; olmadı. Sonuç ortada: üzerine inşa edildiği makroekonomik tahminlerin zayıf, bunun sonucunda oluşan öngörülerin gerçeklikten uzak, yol haritası olması gereken politikaların havada asılı kaldığı bir OVP sunuldu. Bunların yanı sıra Kesin Hesap Komisyonu kurulması ve başkanlığına muhalefetten bir ismin getirilmesi önemli. Çok önemli bir nokta Kamu İhale Kanunu'nun etkin ve eşitlikçi bir yapıya kavuşturulması, AB standartlarında yeniden düzenlenmesi gerekliliği. Ayrıca verimli ve etkin bir vergi sisteminin ilk adımları atılmalı. Verginin bir ekonomik silah olarak kullanılmasının engellenmesi yönündeki yasal düzenlemeler hızla uygulamaya geçirilmeli. Atılacak bu 6 adım kolay ve hızlı adımlar. Yeter ki niyet olsun. Ekonomi yönetiminin demokratikleşmesi anlamına gelecek olan bu hızlı adımlar Türkiye’nin çok ihtiyaç duyduğu demokrasinin inşasında da önemli katkılarda bulunacak, kurallı işleyen bir ekonomik düzenin ve samimi mali disiplinin de sağlanmasının yolunu açacaktır. Bu kısa vadeli politikalar bugün bir çıkmaza doğru hızla evrilen hatalara dur diyecektir. Ancak, unutulmamalıdır ki bu adımlar atıldığı takdirde Türkiye ekonomisi kısa vadeli çıkmazından kurtulmuş ancak uzun vadeli potansiyelini halen yakalayamaz konumda kalacaktır. Uzun vadeli potansiyelin yakalanabilmesi için “ekonomi yönetiminin demokratİkleşmesi” politika adımlarını tamamlayıcı olarak eğitim alanında, teknoloji alanında ve ekonominin kurallı ve adil işlemesi için ihtiyaç duyulan hukuk ve kurumsal yapının inşası alanında acil adımlar atılmalıdır. Rasyonel, bilimsel, laik ve fırsat eşitliğine dayanan ve onu besleyen bir eğitim sisteminin vakit kaybetmeden inşa edilmesi bir zorunluluktur. Bunun için Türkiye’nin en önemli stratejik varlığı olan genç nüfusunu ekonomik talebi arttırıcı bir pazar potansiyeli olarak değil, yarınını inşa edecek beşeri sermayesi olarak görecek bir siyasi yaklaşıma ihtiyaç vardır. Siparişe uygun, temelini keyfiyetten alacağı Başbakan tarafından açıklanan bir teşvik sistemine değil, her sektörde o sektörün üretim faaliyetinin katma değerini arttırıcı yeni bir teşvik sistemİne ihtiyaç vardır. Sadece yenilikçi sektörlerde değil geleneksel sektörlerde de yüksek katma değerli üretim yapısına dönüştürücü teşviklerin tasarlanması mümkün ve elzemdir. Teşviklerle beslenen değil güvenle beslenen bir yatırım ortamının temelini sağlayacak olan ise hukukun üstünlüğünün tesis edilmedi ile olacaktır. Ancak o zaman ekonomik karar veren yatırımcılar da üreticiler de tüketiciler de içinde bulundukları güven ortamının desteği ile Türkiye’nin var olan potansiyeline tüketimleri veya üretimleri ile yatırım yapacaklardır. AKP’nin inşa ettiği ahbap-çavuş ilişkilerine dayanan, eğitimi kendi ideolojisinin arka bahçesi olarak gören yaklaşımın tamamen değişmesi anlamına gelen bu reçeteleri AKP’nin yapmasını beklemek gerçekçi değildir. CHP’nin ise önerdiği Yeni Kalkınma Hamlesi bu temeller üzerine inşa edilmiştir. Türkiye bu vasata mahkum değil. Başka bir ekonomi, başka bir gelecek mümkün! Reçete belli. Yeter ki niyet olsun. Bu niyeti hayata geçirecek, sorumluluk sahibi, samimi bir irade olsun. Ama burada Ünlü İtalyan filozof Giordano Bruno’nun daha 1500’lerde söylediği bir sözü de maalesef hatırlamadan geçemiyorum: “Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince, diğerleri de yanlış gider.”