Değişimin durması demek yaşamın durması demek.
Tabii yaşamımız boyunca süregiden olağan ve kendiliğinden değişimler kolay kolay fark edilmez, bilinmez veya önemsenmez bile. Çünkü verili alınır.
Ne zaman bu olağan akışta herhangi bir aksama veya rahatsızlık ortaya çıktığında, öznel değişim gereksinimi de fark edilmeye başlar. İnsan gereksinimini karşılamayan mevcut koşullarının değişmesinin kendi kontrolünde olmadığının farkına vardıkça, bu “bağımlılık hali” ile de yüzleşmeye başlar.
Bununla başa çıkmanın da türlü bireysel/kolektif yolları vardır elbette. Nitekim gücünü aşan durumlarla başa çıkma biçimleri arzu dolu veya tılsımlı düşüncelerden, büyülere, batıl itikatlara, ritüellere, dua etmeye, gereksinim yok saymaya, sorunu inkar etmeye, talep etmeye, dilekçe yazmaya, haklarını savunacak veya arzuladığı değişimi sağlayacak birilerini aramaya, kendinden daha güçlü temsilcileri seçmeye, vs. ye kadar değişir.
Kaldı ki, bir modern ulus-devletin seküler ve temsili demokrasi iddiasında olması, toplumdaki bireylerin bunların bir kısmını veya hepsini birden kullanmadığı anlamına da gelmez. Zaten iktidar/muhalefet partileri arasındaki dengeler de siyasetin bu tercihleri ne şekilde yönettiğine göre şekillenir.
CHP’DE DEĞİŞİM TALEBİHer neyse, lafı soyut konularla daha fazla uzatmadan sadede, somut ve sıcak gündemimize gelelim.
Türkiye’nin çok uzunca zamandır iktidar tarafından iyi yönetilemediğinin gayet farkında olan halk beklentilerini ve değişim arzusunu yukarıdaki türlü biçimlerde dile getirdi.
Hele demokrasinin tanımının seçimlerde halkın oy kullanmasına indirgendiği bu ülkede, sesli sessiz değişim talepkâr halk, geçtiğimiz önemli seçimlerde büyük beklentilerle muhalefetin orkestrasyonunu üstlenmiş olan CHP’den medet umdu.
Fakat CHP, ittifak içindeki kartları ve dışındaki hamleleri ile bu fırsatı kesinlikle iyi kullanamadı. Çünkü öncelikle adındaki Cumhuriyet sözcüğüne ve ‘rejim elden gidiyor, Erdoğan ülkeyi karanlığa sürüklüyor’ sabit fikrine de hala “takık” kalmaktan çıkamadı. Hem de ona bağlı seçmenin gözüne girmeye çalışarak kendine yakın ve kazandıracak potansiyel seçmeni ihmal etti. Hatta, belki de “cepte keklik” gözüyle bakarak sırtını döndü, gözünü muhafazakar kesimin oylarına dikti.
Dolayısıyla kuruluş ilkeleri, 6 oku bugün neyi temsil ederse etsin, ne şekilde güncellenmiş olursa olsun, Halk sözcüğünü unuttu. Bu halkın AKP dahil tüm partilerin tabanlarını “yatay kesen” ortak gereksinimlerini doğru duyup, onlara güçlü çözümler önermek veya güvence vermek şöyle dursun, halkla iletişimsel bağını tamamen koparmayı başardı.
Bu köşede öngörülerimi yazmaktan dilimde tüy bitti. Bazı yazılarımda bolca “muhalefet” sözcüğü, hatta başlıklarında doğrudan CHP ve Kılıçdaroğlu isimleri bile geçti. Elbette sorumluluğu kişilere yüklemek şöyle dursun, Türkiye’de siyasetin kişiselleştirilmesini de hep eleştirdim. Siyaset, liderlik, temsiliyet ve en başta da iktidar-muhalefet-muhalefete muhalefet, katılımcı demokrasi, özgürleşme, gelişme, değişme, vb. kavramlarının yeniden-gözden geçirilmesinin elzemliği üstünde durdum. Halen de öyle.
Bu, elbette bireylere hiç görev ve sorumluluk düşmüyor, kişisel özellikler ve bireysel farklılıklar önemsiz demek değildir. (Kariyerinin önemli bir kısmı bunlarla ilgilenmekle geçmiş birisi için zaten başka türlüsünün olabileceğini düşünmek bile abes.) Fakat tersine, yapısal/sistemik meselelerde birey-kurum ilişkilerinin doğru analiz edilmesi ve tüm paydaşlar arası karşılıklı etkileşimsel iletişiminin iyileştirilmesi, vs. demektir.Bir süredir yine bu sayfalarda ve başka mecralarda CHP’de değişim konusu üzerinde yoğunlaşıyoruz. Özellikle de seçim sonrası sürecin, 14 Mayıs’tan itibaren muhalefet partileri tarafından iyi yönetilemediği konusunda genel ve ortak bir görüş var.
Daha önce başka yazılarda iktidar-muhalefet arasındaki simbiyotik ilişkiden ve muhalefet zayıfladıkça, iktidarı besleyip palazlandıracağından söz etmiştim. Yani bu pozisyonlardaki “lider” koltuklarına ister Erdoğan/Kılıçdaroğlu, ister daha “liyakatli” oldukları düşünülen başka liderler otursun, toplumun demokratikleşmesinin önce siyasetin basmakalıp önyargılarından özgürleşmesi ile olanaklı olabileceğine de değinmiştim. Bu da kolektif imgelemde, söylemde ve eylemde bilinçli, tutarlı, eşzamanlı ve radikal demokratik dönüşümler demektir.Nitekim son iki günde yaşanan olaylar toplumsal beka için artık bunun bir zorunluluk haline geldiğini gösteriyor. Seçimden çok öncesinden beri tüm “faiz-enflasyon” tartışmalarında, koltuğuna sıkı sıkıya yapışmış iktidardan en büyük beklenti, Erdoğan’a güdümlü olmayacak bir TCMB Başkanı ataması idi.
Sonra da bildiğiniz gibi Şimşek ve Erkan’ın görevlendirilmeleri gerçekleşti. Dün Erkan’ın basın toplantısı, sonra da yapılan Başkan yardımcıları atamaları “iyi çalışılımış, yıl sonu faizi gerçekçi öngörülmüş, vs. diye beğenildi. Özetle, ekonomi politikasında kayda değer bir değişme beklenmese de ‘siyasi havada iktidar “iyileşiyor” rüzgarı esiyor’ denildi.
Muhalefet cephesinde ise, “CHP içinde ihanet” diye servis edilen “sızıntı” videosu, Kılıçdaroğlu-Özdağ protokolü ve bu konulardaki “özrü kabahatinden büyük” tarzdaki muhtelif açıklamalar ile salt düş kırıklığı, güvensizlik, vs. değil, Kılıçdaroğlu’na karşı duyulan antipatik tepkiler de arttı. Bunun ne kadar hak edilmiş olup olmadığı ise ayrı mesele. Ve arzu edenler önceki yazılarımda görüşümün izlerini sürebilir.
Fakat tüm bunların üstüne, Akbelen’de yaşanmakta olan, Limak ve devletin el ele yol açtığı facia geldi. Yerel halkın canla başla doğa katliamına karşı direnişi konusuna CHP’nin duyarsızlığı çok dikkat ve tepki çekti. Alana yeterince geç, adeta “davet” veya “toplumsal baskı” üzerine ve “zoraki” intikali, dahası yaşanan ve topluma yansıyan rezalet hepsinin üstüne tuz-biber ekti.
Bugün halkın acısına karşı getirilebilecek hiç bir rasyonalizasyona yer yok. Her halükarda, hem CHP, hem Kılıçdaroğlu markalarının artık adamakıllı yıpranmış olduğu gözler önüne serildi. Lider ve yanındaki milletvekillerinin ortam ne kadar gergin ve “hakikat” her ne olursa olsun, siyasi içgörü ve halkçı demokratik muhakemesinin çok zayıflamış olduğu tescillendi. Seçmenin hem CHP ve muhalefetten, siyasetçilerden, sandıktan ne ölçüde sıtkının sıyrılmış ve soğumuş olduğu da henüz intikal edemedi ne yazık ki.
Üstüne de, İmamoğlu’nun yine bir süredir beklenen ve medyanın “manifesto” diye çığırtkanlığını yaptığı Oksijen’deki yazısı yayımlandı. Elbette bu da Kılıçdaroğlu-İmamoğlu arasındaki “baba-oğul” söylemini ve “bölücü ve rekabetçi fantazileri” yeniden tetikledi.
Bana kalırsa, belki de henüz kendi Ödipal çatışmalarını halledememiş ve İmamoğlu ile özdeşleşen bir takım “gürbüz erkek çocukların” kendi zafer arzularını da kamçıladı. Tabii medyatörlerin ‘artık bir hareket olsun’ beklentilerini ateşledi. Fakat henüz bunları doyurmaktan aciz bulundu.
Çünkü İmamoğlu’nu epeydir dürtmekte oldukları gibi, yeterince “cesur” bulmuyorlar. Kılıçdaroğlu’na karşı açık bayrak açmamakla itham, hatta adeta “provoke” ediyorlar. Değişime dönük ifadelerini “soyut”, “her tarafa çekilebilir”, “kaypak”, vs. diye yorumluyorlar.
Sözü edilen tarih 5 Temmuz’da İmamoğlu nasıl bir “manifesto” ile gelir, “değişim söyleminin içini ne şekilde doldurur” bilemiyorum. Yani İmamoğlu hangi beklentileri doyurur, kimlerin hevesi kursağında kalır, hiç ilgilenmiyorum.
O metne temel oluşturan fikirler, halktan topladığı öneriler ve analizlerin dökümü her ne olursa olsun, naçizane değerlendirmem ana hatlarıyla “temkinli, yapıcı ve umutvar” olduğu yönünde. Çünkü zaten çoğunun kaç zamandır Türkiye’nin gerçek gereksinimleri olduğunu yazmaktaydım. CHP için de birleştirici ve onarıcı okunmasında büyük yarar görüyorum.
TOPLUMSAL İNİSİYATİFDolayısıyla, İmamoğlu’nun halkın sesli/sessiz talebini çok daha doğru okuyabildiğini düşünüyorum. Fakat CHP’yi veya İmamoğlu’nun siyasi kariyerini “dışardan dizayn edenler” ve adeta CHP genel başkanlığına adaylığını koyması için teşvik edenler gibi yorumlamıyorum bu yazısını. Hatta bazı “artık bu yazıdan sonra eli mahkum, parti genel başkanlığına adaylığını ilana mecbur” diyenlerden ayrılıyorum.
Naçizane fikrim sorulacak olsa, pek çok sebeple bunu kesinlikle de önermem. Bence kendisinin renkli siyasetçi kumaşı, CHP’nin parti-içi yenilenme gereksinimi, kendi bakış açımdan daha da önemlisi Türkiye’nin Cumhuriyet’in 100. yılında gelmiş olduğu tablo, kendisinin mutlaka “kurumsal muhalefet”, “partili siyaset”, son derece sığ, konjonktürel ve toplumsal gerçekliklere iyice yabancılaşmış “temsili demokrasi temsilinin” dışında bir siyasi aktör olarak kalmasını salık veriyor. Toplumsal muhalefetin partiler dışı, tabandan ve yerelden gelişecek bir kolektif sinerji ile genişletilmesi gerekiyor. Demokrasinin öğrenilmesi ne iktidara, ne devlete, ne de muhalefete muhalefet etmeksizin öğrenilmesi ve anti-demokrasiye karşı toplumsal seferberlik halini alması şart.Çünkü artık Türkiye için “kurumsal muhalefet” ve “toplumsal muhalefet” salt analitik veya retorik kategoriler olmaktan çıkmıştır.
Bu toplumun muazzam bir birikmiş ve fakat sindirilmiş kolektif enerjisi var. Ancak özellikle bazı kritik alanlarda entelektüel ve düşünsel sermayesi oldukça geri kalmış, toplumsal politika ve pratik becerileri gelişememiş durumda. Farklı temalara odaklı ve çeşitli ölçeklerde tasarlanacak kolektif çalıştaylarla organize edilebilecek ve çoğulcu yerel katılımlarla çoğaltılabilecek eşgüdümlü diyaloglar elzem. Her kesimden ve sektörden bireylerin birbirleri ile tanışmaları, yeniden psikososyokültürel ve yepyeni toplumcu demokratik bağlarının kurulmasına öncülük edilmesi gerekiyor.Bütün bunlar ne CHP, ne de herhangi bir siyasi partinin hele mevcut kabız geleneksel alışkanlıklar ve kısır yasal düzenlemeler çerçevesinde yapabileceği işler. Daha da doğrusu partilere terk edilemeyecek kadar ciddi ve hayati işler.
Toplum, keza ilk yazılarımda değinmiş olduğum “temsili, katmanlı ve doğrudan; yani merkezi-yerel melez demokratik yönetişim modelini” deneyerek ve yaparak öğrenmek zorunda. İşte bu da ancak toplumcu bir toplumsal dönüşüm anlayışı ile olur. Başlıkta işaeret ettiğim gibi partiler dışında bir radikal demokrasi inisiyatifi ile.Böyle bir hareketin İmamoğlu’nu bir sonraki Cumhurbaşkanlığı’na hazırlayabileceği fikri için henüz çok erken. Ortak akıldan geçse bile gereksiz. Ancak oldukça tanıdık bir araçsal akıllı veya entrikacı pragmatist siyaset anlayışının göstergesi tabii.
Öte yandan, şeffaflık da iyidir: Yani Kılıçdaroğlu’na yapıldığı gibi, sonradan haklı/haksız ilkel bir komplo kuramcı yaklaşımla bir “proje” diye itham edilmektense, şimdiden toplumun onamını alabilecek “sonraki başkan adayı” gibi, pozisyona hazırlanması da oldukça uygar, ülkenin kendisini aşabildiği, kendi projesi de neden olmasın?
Fakat, ondan daha önemli bulduğum şu husus: Toplumun kurumsal yapılanmasının ve sistemik ilişkilerinin yeniden-düzenlenmeleriyle, her kim hangi kuruma veya ülkeye başkan olursa olsun demokratik siyasi-toplumsal alt yapısının hazırlanması gerekiyor.
Sonuç olarak ve özetle, demem o dur ki, saçma sapan, son derece ahmakça ve ham didişmelerden çıkmak gerekiyor.
Her vesileyle “Türkiye bunlara layık değil” veya “bu halk bunlara müstahak” vızıltılarını artık kesmek gerekiyor.
Hem siyasetçilerin, hem de bireylerin kendilerini ve birbirlerini “sorumluluk alabilecek yetişkinler” olarak görüp, karşılıklı saygı duymaları gerekiyor. Hiç değilse, İmamoğlu’nun da yazısında dillendirdiği gibi “yeni yaklaşımlar, yeni bir dil, yeni kadrolar, yeni bir örgütlenme, kısaca yeni bir siyaset gerekiyor.”Bunların naçizane kitabımdaki karşılıkları da en azından bu değişimleri, atılabilecek öncelikli adımlar olarak kabullenmek gerektiriyor.
Sonrasını birlikte konuşmak için biraz daha sabırlı olmak gerekiyor.