Siyaset Bilimci Hasan Bülent Kahraman CHP’nin tarihsel köklerinden hareketle CHP’nin kimin ve neyin partisi olduğunu tartışıyor. Kahraman; “CHP’nin tarih içinde kendisini birkaç kere dönüştürmesi CHP’nin doğallıkla dönüşme/yenileşme potansiyelini çekirdeğinde barındırdığı anlamına gelmez. Aksine, CHP’nin 1992 sonrasında bütün koşulları sağlayarak muhafazakârlaştığını bilmek gerekir. Söz konusu tutuculuk CHP’nin dayandığı sınıfların toplumsal dokusuyla ilişkilidir.” diyor

ü

CHP’de genel başkanlığa aday olan kişiler görüşlerini açıkladı. Kılıçdaroğlu’nun karşısında yer alan iki aday, CHP bünyesindeki iki temel yaklaşımın birer temsilcisi durumunda. Adaylardan biri, kendi tarihini de öne çıkararak veya gizleyerek parti içi bürokrasiyi eleştiriyor. Öteki aday ise CHP içinde daima görülen bir tutumu savunuyor ve partinin ‘kurucu değerlerine’ dönmesi gerektiğini söylüyor. İki aday bakımından da ana maksat, CHP’nin bugünkü politik yetersizliğini aşacak şekilde dönüştürülmesi (‘değişim’ deniyor). CHP, yeni bir parti olmak için çalışmıyor. CHP, büyük ölçüde, kendisiyle hesaplaşıyor, ne söylerse söylesin hiçbir aday bu ufuk hattını aşmıyor ve hiçbir aday ciddi bir ideolojik yaklaşımdan söz etmiyor. Bu yazıda değişimin/dönüşümün ancak ideolojik planda olabileceğini, onun da ancak sınıf ilişkileri çerçevesinde gerçekleşebileceğini öne sürerek, CHP’ye bu açıdan bakacak, daha ‘vulger’ bir ifadeyle CHP’nin ‘kimin partisi’ olduğunu irdeleyeceğim ve partinin sınıf tabanının geleceğe dönük anlamını gösteremeye çalışacağım. Dolayısıyla CHP’yi sahiplenen kitlenin o partinin dönüşmesine ne kadar olanak sağlayacağı da yine bu tartışmadan çıkarılabilir.
Türkiye-CHP-Atatürk, haklı ve doğru olarak, ‘kurtuluş’ kavramıyla ve etrafına örülmüş diğer kavramlarla birlikte, böylesi bir muhakeme meydana getiriyor ve bu defa, ‘kurucu’ partiyi ‘kurtarma’ faaliyeti başlıyor. (‘Kurucu’ olmuş diyorum, bu bizzat Atatürk’ün değerlendirmesidir. Atatürk Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetlerini CHP’nin öncülü kabul eder.)

ü

I

CHP’nin siyaset yarışında yenilmesi, geride kalması, başarısız olması CHP tabanı yani seçmeni bakımından sadece bir yenilgi değil. O çevre CHP bir şey kaybedince ülkenin de bir şey kaybettiğini, CHP yenilince ülkenin de yenildiğini düşünüyor. Sadece basit ve çizgisel bir önermeden değil, gerçekten de kendisini ‘kurucu ve kurtarıcı’ bir parti olarak temellendirmiş, çeyrek yüzyıl boyunca (1938-1950 arasının 1923-1938 dönemine nazaran tüm farklılıklarına karşın) siyasal literatürde başlı başına bir kavram olan Tek Parti yapısıyla ülkeyi yönetmiş, bizzat modern devletin ve rejimin kurucusu Atatürk tarafından o maksatla vücuda getirilmiş bir parti için böyle düşünülmesi doğal.

Devlet ve rejim ile CHP arasında kurulan özdeşliklerin, getirdiğimiz toplumsal, siyasal gerekçelerin ötesinde bambaşka bir nedeni daha var: arketipler teorisi. Öyle anlaşılıyor ki, CHP, Türkiye için Jung’un tarifiyle ‘arketipik’ bir partidir, bir tür baba figürüdür ve onun başına gelecek olumsuz şeyleri, toplumun bir bölümü, bir tür kıyamet senaryosu gibi görüyor. Türkiye-CHP-Atatürk, haklı ve doğru olarak, ‘kurtuluş’ kavramıyla ve etrafına örülmüş diğer kavramlarla birlikte, böylesi bir muhakeme meydana getiriyor ve bu defa, ‘kurucu’ partiyi ‘kurtarma’ faaliyeti başlıyor. (‘Kurucu’ olmuş diyorum, bu bizzat Atatürk’ün değerlendirmesidir. Atatürk Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetlerini CHP’nin öncülü kabul eder.) Belki bilimsel ve o ölçüde de rasyonel değil ama toplumdaki bir çevre böyle bir CHP değerlendirmesini içinde saklıyor ve politik eylemi olarak görüyor. Bununla birlikte bir nokta unutuluyor ya da ihmal ediliyor: CHP, ilk günkü parti değil. Bütün partiler gibi CHP de yaşayan bir organizma olarak kendisini birkaç kez değiştirdi. Bunlar toplumu derinden etkileyen, dikkat isteyen değişikliklerdir. Örneğin, 1957’de yayınlanan İlk Hedefler Beyannamesi büyük ölçüde bir redd-i mirastı, CHP’nin tüm Tek Parti dönemini reddedişiydi. Daha sonra iki dönem (1923-1957 arası ve 1957 sonrası) arasında bazı önermelerle kimi bağlar kurulduysa da, ‘CHP nasıl bir dönemde cumhuriyeti getirdiyse şimdi de demokrasiyi getiriyor’ dendiyse de gerçek budur, redd-i mirastır.

1965’te öne çıkarılan Ortanın Solu ise o tarihlerde büyük bir toplumsal ağırlık kazanmış olan sosyalist sola karşı yeni ve daha ılımlı bir önermeydi. O da partinin tutucu kadrolarıyla devingen kadroları arasında hayati savaşlara yol açtı. Parti, geleneksel Kemalist değerlere sahip veya Kemalizmi daha geleneksel bir anlayışla yorumlayan bir grubun ayrılıp 1967’de Güven Partisini kurmasıyla bölündü. Çatışmanın kritik noktasını o güne kadar hiç akla gelmeyen bir fikir meydana getiriyordu: Kemalizm/ Atatürkçülük sol mudur, sola açık mıdır kapalı mıdır?

Ecevit’in sorunu Kemalizme sol içeriğini verirken sosyalizme de o ölçüde karşı olmasıydı. Çabasını Altı Ok’u tartışmayarak fakat anlamını teker teker yeni bir perspektifle bizzat yazarak somutlaştırıyordu.
‘Kapalıdır’ diyenler iki gruptu. Bir, Güven Partisinin başına geçen Turhan Feyzioğlu gibi sağ Kemalistler (muhafazakârlar) bir de Kemalizmle o planda ilişki kurmaktan tamamen uzak duran ve CHP’yi ‘zadegân’ partisi olarak gören, karşısına alan, başını Mehmet Ali Aybar’ın çektiği sosyalist sol, onun o günkü örgütü olan TİP. CHP’de parti içi iktidarı ele geçiren Bülent Ecevit ve çevresi ise, açıkça söyleyeyim, Kemalizmin bir ‘eşraf-mütegallibe’ hareketi olduğunu açık açık yazıyordu. Kanıtı, Ecevit hareketinin en önemli isimlerinden Prof. Turan Güneş’in şimdi kitaplarında yer alan yazılarıdır. Güneş, CHP’nin eşraf partisi olmaktan çıkıp ‘DP’lileşmesi’ gerektiğini savunuyordu. (Bu yazıları Araba Devrilmeden Önce başlıklı kitabındadır. Ayrıca Güneş, 1954 seçimlerinde DP milletvekilidir. Daha sonra 1955’te Hürriyet Partisinin kurucuları arasına girecektir. Bahsettiğim İlk Hedefler Beyannamesi, HP kendisini lağvedip CHP’ye iltihak ettikten sonra, çok büyük ölçüde bu parti kadrolarının liberal görüşleri altında şekillenmiştir. Özünde de doğrudan doğruya liberal demokrasinin temel ilkelerini savunur. Türkiye’de o liberal demokrasi değerleri ‘sol’ olarak görülmüştür, sol sanılmıştır. Elimdeki 14 Nisan 1983 tarihli Milliyet gazetesi kesiğinde Prof. Güneş, ‘bizde sivil toplum ve onun oluşturduğu bir devlet yapısı hiçbir zaman olmamıştır’ diyor. Güneş’in siyasal dönüşümü ve iddialarıyla o dönemdeki CHP’nin birlikte düşünülmesi çok önemlidir ve yeni açılımlar getirecektir.) Ama bir nokta daha var: Bülent Ecevit elbette Atatürk’e büyük ve derin bir saygı besliyor fakat Kemalizmin ve CHP’nin bürokratik ve ‘ekalliyetçi’ yapısıyla asla uyuşmuyordu. Ecevit’in ‘klasik CHP’yi’ yani militer, bürokratik ve politik elitin biçimlendirdiği ‘devlet partisi’ olarak gördüğü ve onu ‘halkın partisi’ yapmak istediği açıktır. HP ve Turan Güneş gibi isimlerle kurduğu ilişki bu görüşlerinden türer. Ecevit’in bu planda Prof. İdris Küçükömer’le, Prof. Mustafa Akdağ’la, Kemal Tahir’le kurduğu ilişki özellikle önemlidir. Aynı dönemde çok etkili olan İsmail Cem’in Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi Osmanlı devlet sistemine övücü şekilde bakan ve Bülent Ecevit’in ilgi alanındaki isimlerden izler taşıyan bir kitaptır.

Benim Tarihsel Blok dediğim ordu-bürokrasi-aydınlardan oluşan blok Ecevit’in hedefiydi ve onların hükümranlığını Kemalizme sol bir içerik kazandırarak aşmaya çabalıyordu. Ecevit’in sorunu Kemalizme sol içeriğini verirken sosyalizme de o ölçüde karşı olmasıydı. Çabasını Altı Ok’u tartışmayarak fakat anlamını teker teker yeni bir perspektifle bizzat yazarak somutlaştırıyordu. Bu bir politik taktikti. Tepkileri daraltıyor ama hedefine doğru ilerliyordu. Hedefi, CHP’yi sosyalist olmayan sol ve kesinlikle yeniden yorumlanması şartıyla Kemalist bir anlayışla, liberal demokrasinin ana ilkelerini bütünleştirmek, bürokratik-militer yaklaşımdan özgürleşmiş, geniş halk yığınlarıyla sol kavramlar aracılığıyla bağ kuran bir hareket başlatmaktı. Yeni CHP’nin geçmişiyle, Tek Parti dönemiyle kesinlikle ilişkisi olmayacaktı.

Ecevit’in ‘zor’ formülünün o günkü mucizevi çözümü demokratik sol ve eşanlamlısıyla sosyal demokrasiydi. (İki nokta: Ecevit 1980 sonrasında sosyal demokrasi kavramını sözcük olarak bile reddedecekti. İki, ‘demokratik sol’ yanlış bir kavramdı, çünkü esasında o tarihlerde tartışmaya açılmış Akdeniz Sosyalizminin ürettiği yaklaşımı yani ‘proleterya diktatoryası’ kavramını reddeden, sosyalizmin özgürlükçülüğünü (demokratik olmasını) savunan görüşün uzantısıydı. O anlayış da gücünü 1959’da Alman Sosyaldemokrat Partisinin ilan ettiği Bad Godesberg Programından alıyordu. Bununla birlikte elimde bir kitap var: demokratik solda temel kavramlar ve sorunlar. İlginç şekilde kitabın başlığı tıpa tıp böyle, hep küçük harfle yazılmış ve bu düzenleme başlı başına bir anlam taşıyor. İkincisi, kitap ‘Bülent Ecevit’in İsmail Cem İpekçi İle 1975 Güzünde Politika Gazetesi İçin Yaptığı Görüşme’ deniyor. O görüşleri öne süren bir politikacının sonunda ‘demokratik sol’ kavramını reddetmesini sağlayan bilinç durumu ve onun Türk siyasetiyle ilişkisi kesinlikle ele alınması gereken başlı başına bir konudur.) 28 Temmuz 1974 günü yapılan Tüzük kurultayında CHP kendisini ‘demokratik sol’ bir parti olarak tanımladı. Devam edelim, CHP, 27 Kasım 1976’da yaptığı Tüzük ve Program Kurultayında tüzüğündeki ilgili maddeyi değiştirmiş, partinin Altı Ok’la temsil edilen ilkelerine yeni ilkeleri eklemiştir. Bunlar, özgürlük, eşitlik, dayanışma, emeğin üstünlüğü, gelişmenin bütünlüğü, halkın kendini yönetmesi’dir. Altı Ok yerinde durmaktadır ama yeni bir metinle ifade edilmiştir. O andan itibaren referans noktası olarak bu yeni ilkelerin alınacağı çırılçıplak bir gerçektir. Doğrudur, CHP solu tarihsel ve liberal değerler etrafında tarif ediyordu ama yine de toprak reformu, ‘toprak işleyenin su kullananın’ sloganı, işçi sendikalarıyla doğrudan ilişkiler CHP’yi yeni bir eşiğe getirmiştir. Parti, 5 Kasım 1978’de Sosyalist Enternasyonal’e üye olur. Evet, hangi Tek Parti CHP’si? (O arada ‘CHP’nin Sosyalist Enternasyonal’e girmesine ne diyorsunuz?’ sorusunu Demirel’in ‘ben milliyetçiyim’ diye cevapladığını anımsatalım.)
1992 sonrasını CHP tutuculuğu diye adlandırmakta beis yoktur. 1992 sonrasında Baykal’ın kurduğu CHP ve Baykal’ın oluşturduğu ideoloji söz konusudur ve gerek parti gerekse ideoloji belirttiğim özellikleri taşımaktadır. Bir kere bu gerçeği çok iyi bellemek gerekir.

ü

II

Bu çabalar, böyle bir tarih, CHP’nin geçmişiyle irtibatlandırılabilir mi? Parti niye daha o gün bile böyle bir eşiğe geldi? İlk sorunun cevabının hayır olduğu açık. İkinci sorunun cevabı da belli: Tek Parti kültüründen ve o dönemin gölgesinden kurtulmak. işte o noktada bugünkü CHP çatışmaları başlıyor. Her şeyden önce bugünkü CHP nedir? Unutulmaması gerektiği için bir noktayı yeniden belirteyim: CHP, 1980’de kapatılmış, 1992’ye kadar kapalı kalmış, 1992’de açılmış, 1995 seçimlerini kıl payı (binde 7 oyla) geçmiş, 1999’da baraj altında kalmıştır. Yani, 1995-1999 arası bir yana CHP 2002’ye kadar parlamentoda yoktur. Dehşet verici bir tarihten söz ettiğimi bilmem anlatabiliyor muyum? Yüz yıllık partinin 22 yılı parlamento dışındadır. Toplumun siyasal değerler sisteminden çıkmıştır. 1992 sonrası parti ise ideolojik olarak çok ilginç bir yerdedir.

1992 sonrası parti CHP’nin 1923-1950 arasındaki dönemini hatırlar ve yeniden canlandırmaya çalışırken partinin 1965-1980 arasındaki dönemini kesinlikle unutmuştur. 1980 sonrasında Türkiye’nin de kurucu bir parçası olduğu neo-liberal, Yeni Sağ politikalarla birlikte CHP de o kulvarda yürümüş, hatta öncülü olan SHP’nin bu anlayışa karşı çıkan tarihini bile anımsamamıştır. (Nasıl anımsasın, Kemal Derviş, Baykal’ın 2002 seçimlerindeki dayanağı ve CHP milletvekili olmuştur.) CHP’nin 1992 sonrasındaki ideolojik tercihlerinin önemli bir bölümü benim modernlik bunalımı dediğim sistem dönüşümü hazırlamıştır. Modernlik, 1990’larda evrensel bir krize girmiş, kriz Türkiye’de de çok etkili şekilde yaşanmıştır. Ulus-devletle, monolitik etnik kurucu unsurla, homojen toplum anlayışıyla bütünleşen siyasal modernleşme, Hegelci ereksel (telolojik) özünü de yitirince bu bunalımdan o ilkeler etrafında kurulmuş CHP’nin etkilenmemesi olanaksızdır. Hemen belirteyim, 1990’ların bunalımı 1970’lerin bunalımından daha ağırdır. Çünkü 1970’lerde hala bir ‘sentez’ imkanı görülüyordu ve Ecevit o çabanın içindeydi. 1990’lardaysa sentez söz konusu değildir, çünkü, parçalı (fragmented) ve çok odaklı, plüralist toplum anlayışı siyasal unsurların önceliklerini somutlaştırmasını dayatmaktadır. CHP krizi her şeye rağmen daha ileri demokratik taleplerde bulunarak aşabilirdi. Oysa parti büyük bir hata yaparak, geçmişle bütünleşmeyi ve geçmişi yüceltmeyi tercih etmiştir. Bilhassa mekân, kimlik, aidiyet politikaları üstünden gelişen, siyasal öznenin devletten ve hakim ideolojiden bağımsız şekilde kendisini tanımlama ihtiyacı (ki, modernleşmenin paradoksal hedefleri arasındadır) yerleşik toplum yapısı ve hakim unsurlar üstünde bir korku doğurunca geçmişe sığınmak anlaşılabilir bir ihtiyaçtır ama siyasal tarih o yönde tepki verenlerin değil, sistemi ileriye doğru itenlerin kalıcı olduğunu göstermiştir. 1992 sonrasını CHP tutuculuğu diye adlandırmakta beis yoktur. 1992 sonrasında Baykal’ın kurduğu CHP ve Baykal’ın oluşturduğu ideoloji söz konusudur ve gerek parti gerekse ideoloji belirttiğim özellikleri taşımaktadır. Bir kere bu gerçeği çok iyi bellemek gerekir.  
CHP tarihinin seçmeci okunuşu o partiye sürekli olarak dönüşebileceğini düşündürüyor. Dönüşmek esasında bir sürekliliğe değil bir kopuşa tekabül eder. Orada da şaşırtıcı bir şey var: CHP, dönüşümden söz ederken kopuştan mı yoksa süreklilikten mi bahsettiğini bir türlü belirleyemiyor.
  III Ele aldığım tarih ve saptamalar Türk siyasal yaşamının tamı tamına çocukluk hastalığı diyeceğimiz sorunlarını, daha doğrusu yanılsamalarını/illüzyonlarını doğuruyor. O yanılsamaların başında CHP tarihinin bir bölümünün silinmesi, unutulması fakat bir bölümünün hatırlanması geliyor. Hafıza çalışmalarında buna seçmeci hafıza (selective memory) deniyor. Toplumsal bellek, ortak bellek bakımından çok önemli bir olgudur seçmeci bellek. Tersinden düşünürsek, bir hafızanın bazı şeyleri özellikle unutmasını, dokunulmazlaştırılmasını sağlayan tutumu da olabilir ki, ona da seçmeci unutma/silme (selective omission) deniyor. Anlaşılan CHP tarihinin erken dönemiyle ilgili yanı seçmeci hatırlamayla sürekli olarak gündemde tutuluyor, solla ilişkili yanı ise seçmeci unutmayla siliniyor. Böylece sürekli olarak geriye dönüşlerle, göndermelerle (referanslar) ilerleyen daha doğrusu ilerlemeyen ya da ilerlemeyi geriye dönmek şeklinde tanımlayan bir anlayış söz konusu oluyor. Bu bakımdan CHP’yle ilgili bütün bu tarihi bir tür palimpsest olarak kaydetmek gerekir. Palimpsest eskil Yunan’da ve diğer kültürlerde yeterli yazı malzemesi olmadığı için kullanılan bir kâğıdın ya da başka bir yüzeyin üstündekilerin kazınıp, silinip, onların yerine yeni şeylerin yazılması ama o arada eski metni anımsatan bölümlerin, cümlelerin, sözcüklerin de orada kalması, görünmesi ve okunmasıdır. Evet, CHP tarihinin güncel bilinçteki izdüşümü budur. CHP tarihinin seçmeci okunuşu o partiye sürekli olarak dönüşebileceğini düşündürüyor. Dönüşmek esasında bir sürekliliğe değil bir kopuşa tekabül eder. Orada da şaşırtıcı bir şey var: CHP, dönüşümden söz ederken kopuştan mı yoksa süreklilikten mi bahsettiğini bir türlü belirleyemiyor. Ortaya, tanımsız, öznesiz, merkezsiz bir dönüşüm hayaleti çıkıyor. Geometride stereogrametri diye bir kavram vardır. İki boyutlu görüntülerle göz yanılsaması yaratıp, izleyenin derinlik yanılgısına düşmesi. CHP tarihinin seçmeci okuması ister istemez böyle sonuçlar doğuruyor. CHP’nin ‘evrilebileceği’ önerilirken o evrime bir yörünge tayin edilmiyor. Oysa çözülmesi gereken ciddi bir sorun var, ona da ikinci bir aporia (çıkmaz) demek mümkün: CHP’nin evrimi 1977/78 öncesine hatta 1965 öncesine dönmekle mi sağlanacak? Soru görmezden gelinemez. Çünkü, 1992 sonrası CHP’nin ideolojik olarak nerede durduğu bellidir. Şimdi o yeri biraz açalım.  
Ulusalcı Kemalizm, CHP’nin kendisini salt laiklik üstünden tanımlamasını öneriyor. 1990’lardan başlayarak bugüne değin toplumsal örgütlenme modeline damgasını vurmuş olan çoğulcu toplum modeli ve poliarşik bir demokrasi anlayışını mesela LGBTI bağlamında olumlarken, Kürtler ve Müslümanlar karşısında daha dışlayıcı bir tutum takınıyor.
  IV 1990’lardan itibaren Türkiye’de oluşan, katman katman gelişen bir yeni düşünce akımı doğdu: Ulusalcılık. Bu kesim büyük ölçüde1967’de kurulan Güven Partisinin anlayışını savunuyor. Ondan ayrıldığı tek bir nokta var. Solun bazı kavramlarına, özellikle de anti-emperyalizme zaman zaman veya sıklıkla göndermede bulunuyor. Bu yanıyla benim, daha önceki makalelerimde ele aldığım Kemalizmlere yeni bir Kemalizm ekliyor. Bugüne kadar 1930’larda belirmiş Kurucu Kemalizm, 1960 darbesinden sonra oluşmuş Sol Kemalizm, 1970 darbesinden sonra çıkmış Sağ Kemalizm, 1980’lerde biçimlendirilmiş Bürokratik Kemalizm, 1990’larda şekillenmiş Laikçi Kemalizm’den sonra 2000’lerde Ulusalcı Kemalizm zikredilebilir. Ulusalcı Kemalizm diğerleriyle elbette bazı ortak paydalara sahiptir ama onlardan ayrılan yönleri de var. Yine de özellikle 1990’ların Laikçi Kemalizmi üstünden geliştiği bir gerçektir. Ulusalcı Kemalizm, CHP’nin kendisini salt laiklik üstünden tanımlamasını öneriyor. 1990’lardan başlayarak bugüne değin toplumsal örgütlenme modeline damgasını vurmuş olan çoğulcu toplum modeli ve poliarşik bir demokrasi anlayışını mesela LGBTI bağlamında olumlarken, Kürtler ve Müslümanlar karşısında daha dışlayıcı bir tutum takınıyor. Daha türdeş bir toplum yapısını gözeterek Kemalizmi, Atatürk ilkelerini, değerlerini o türdeşliği sağlayacak bir üst-söylem (meta-narrative) olarak görüyor. CHP’nin de bu anlayışı ‘kurucu ayarlar’ olarak çekirdeğinde barındırdığını ve partinin yüzünü oraya dönmesinin zorunlu olduğunu savunuyor.

2002 sonrasında parlamentoya giren ve ‘ana muhalefet partisi’ olan CHP’nin ideolojik yapısı ağırlıklı olarak budur. Böyle bir ideolojinin dayandığı sınıfsal yapıdan da söz etmek gerekir. Hiçbir ideoloji taşıyıcı sınıfı olmaksızın ayakta duramaz. Tersine, ideolojiler sınıfların hayatta kalmak için geliştirdiği, Marx’a göre, ‘eksik bir dünya bilgisidir’. Ele aldığımız bu çevrenin Batıcı, laik, iyi eğitimli, üst-orta gelirli sınıflar tarafından temsil edildiğini daha 1990’larda yapılan araştırmalardan biliyoruz. O tarihlerde ayakta olan SHP ve hemen ertesinde açılan CHP bütünüyle bu sınıfların sosyal, ama her sosyal krizde olduğu gibi var oluş kriziyle iç içe geçmişti. Kriz bugün de devam ediyor. Üst orta sınıfların, alttan gelen sınıfların baskısıyla Türkiye’de kriz yaşadığını ve o krizlerin 1950, 1960, 1971 ve 1980 bunalımlarına yol açtığını da daha önce kitaplarımda irdelemiştim. Eski sınıflar yeni sınıfları kapsadıkça, yeni sınıflar sistemle uyuştukça kriz diner, bir süre sonra iktisadi çıkar kökenli sorunlarla yeni bir kriz dönemine girilir.

1980-1995 arasında SHP üstünden devam eden ilişki o tarihten itibaren kırılmış, CHP yeniden avukat, eczacı, doktor gibi serbest meslek erbabının partisi olmuştur. (CHP’nin kökenlerini oluşturan İttihad ve Teraki de özellikle İstanbul dışında bu çevreye dayanmıştır.)
 1990’lardan itibaren toplum kökenli krizler (özellikle kimlik kökenli) muhtemelen ekonomi kökenli krizleri bir nebze bile olsa öncelediği için, üst orta sınıfların küreselleşme sonrasında meydana gelen akışkanlıklarla (flux) sarsılan iktidarı, o çevrenin partisi olan CHP’nin, çok yanlış bir biçimde siyaseti kimlik/kültür temelli bir anlayışa yaslamasıyla sonuçlandı. Emekçilerin, az gelirli sınıfların değil üst orta gelirli sınıfların kültürel tedirginliklerini yatıştırma maksadıyla düzenlenen politikalar, CHP’nin kitlelerden kopması ve içine kapanması anlamına geliyordu. Aynı şekilde bu politikalar CHP’nin bir oyuna gelmesine de işaret ediyor. AKP, kimlik kökenli politikalarını katılım, merkezsiz kent, talep etme cesareti, paylaşım gibi siyasal modernleşmenin unsurlarıyla bütünleştirirken ve vurgularken CHP’nin ona karşı sadece laiklik ve ‘yaşam tarzı’ üstünden kurduğu siyasal söylem, dar bir çevre dışında politik düzeyde karşılıksız kalmıştır.

Açıklıkla görüldüğü gibi 1990’larda başlayan CHP dönüşümü ileriye değil geriye dönüşlüdür. Bu dönüşümün bugün toplumda karşılık bulmaması nedeniyle CHP bir kere daha ‘dönüştürülmek’ isteniyor. Dönüşüm kitlelerin talebiyle bütünleştiği ve o yönde geliştiği zaman anlamlıdır. Oysa bugünkü dönüşüm arayışları tamamen parti içi bürokrasinin bir tür iç hesaplaşması ve iç iktidar talebine dönüktür. Eğer bu arayış gücünü CHP’nin tarihsel büyük dönüşümlerinden alıyorsa o da yanlış bir değerlendirmedir. Çünkü o dönemlerde CHP toplumsal taleplerin sözcüsü konumundaydı. CHP 1970’lerde, devlet partisi olduğu dönemlerde tabanında yer alan mütegallibenin, eşrafın, kentli burjuvazinin tercihi olmaktan çıkıp emekçi yığınların partisi olmaya çalışmıştır. CHP ile geleneksel taşıyıcı sınıflarının ilişkisi 1927’den sonra kurulmuştur. 1970’lerde kopan ilişki, 1980’lerdeki tedirginlikten sonra 1990’larda yenilenmiş ama 2000’lerde pekişmiştir.

1980-1995 arasında SHP üstünden devam eden ilişki o tarihten itibaren kırılmış, CHP yeniden avukat, eczacı, doktor gibi serbest meslek erbabının partisi olmuştur. (CHP’nin kökenlerini oluşturan İttihad ve Teraki de özellikle İstanbul dışında bu çevreye dayanmıştır.) 1990’larda toplumsal odağın kayması neticesinde SHP-CHP’nin kısmen belediye kaynaklarının rantını kullanan bir taban kazandığı da gerçektir. Bu zemine oturan İSKİ skandalı gibi problemlere rağmen bunlar daha ziyade marjinal çevrelerdir. Partinin omurgasını yukarıda tarif ettiğim kesim hazırlar.

Türkiye’de bir Kulturkampf gerçekliği yoktur denemez. Son otuz yılın siyasete laiklik bakımından ciddi tartışmalar getirdiği muhakkaktır fakat Türkiye’de laiklikle karşı-laiklik ilişkisinin bir Kulturkampf’tan söz etmeye izin verecek düzeyde olduğu da pek mümkün görünmüyor.
  V Bugün ve dün CHP’yi bilinen kentlerde destekleyen çevrenin kent burjuvazisi, beyaz yakalılar, yerleşik kentli çevreler dışında başka bir tanımı henüz bulunmuyor. Adını koyarak söylemek gerekirse kentli burjuvazinin geliştirdiği politik strateji, Thomas Mann’ın Buddenbrooklar romanında ele alınan aristokratik burjuvazinin temel tepkimelerinden farklı değildir. Kentli burjuvazi, sınıf çıkarlarını gerektiğinde iktidarla ilişki kurarak da konsolide eder fakat, siyasal zeminde tepkilerini kültürel değerler üstünden tanımlar. O tartışma bizi zaman zaman çeşitli yazarların yazılarına sıçrayan Kulturkampf (kültür savaşları) kavramına getiriyor. ‘Yaşam tarzına müdahale’ şeklinde ifade edilen tepki Kulturkampf’ın kendisidir. Bu terimler tarihsel birikimleri ve arka planları bilinmeden kullanılmamalı. Dünyada patoloji biliminin kurucusu kabul edilen Rudolf Virchow tarafından icat edilen Kulturkampf terimi 1872-76 arasında Prusya’da (unutmayalım, Almanya’nın en büyük eyaletiydi) Bismarck’la, yani devletle (Rechtsstaat) Katolik Kilisesi arasındaki çekişmeye verilen addı ve özünü devletin kilise üstündeki kontrolünü hazırlamak oluşturuyordu. Sonunda din işleri ve en önemlisi din eğitimi federal devlete bırakılıyordu. Sert çekirdekli laikliğin kalesi olan Fransa’da aynı sürecin yine 1880’lerde meşhur Ferry Kanunlarıyla geliştiğini ve din-devlet ayrışmasının, eğitimin laikliğinin 1905’te gerçekleştirildiğinin altını çizelim. Türkiye’de bir Kulturkampf gerçekliği yoktur denemez. Son otuz yılın siyasete laiklik bakımından ciddi tartışmalar getirdiği muhakkaktır fakat Türkiye’de laiklikle karşı-laiklik ilişkisinin bir Kulturkampf’tan söz etmeye izin verecek düzeyde olduğu da pek mümkün görünmüyor. Kuşkusuz laikliği sarsacak yaklaşımlar var, hiç kuşkusuz var ama, toplum ve devlet henüz bu planda ayrışmış değil. Türkiye’de yaşanan durum daha ziyade Amerikalı sosyolog James Davison Hunter’ın Culture Wars: The Strrugle to Define America başlıklı, 1991 tarihli kitabında öne sürdüğü görüşlerle iç içe geçiyor. Hunter, Amerika’nın bazı ‘yakıcı tuş’lara (‘hot buttons’) sahip olduğunu belirtiyordu. Bunlar, başta kilise-devlet ayrışması, kürtaj, silahlanma, eşcinsellik, sivil/demokratik haklar (Amerikan jargonunda bu terim siyahların eşitlik hakları demektir), kamusal alan-özel alan ayrışması, mahremiyetin korunması konularıydı. Kitabında çatışma hatlarını aile, eğitim, basın ve sanat, hukuk ve seçim sistemi başlıkları altında çözümlüyordu.

ü

Türkiye modern siyasete geçtiği 1908’den beri sermaye hareketlerini doğal ve kaçınılmaz şekilde, dünyanın her yerinde olduğu gibi, siyasetin belkemiği yapmıştır. 1908 sonrasındaki büyük siyasi yer kaymaları tastamam sınıf hareketleridir.

ü

Daha önce başka akademiklerle birlikte Foucault ve Habermas hakkında yazıp, onların kültür kuramlarını ele alan, tabii ki, Amerika’da muhafazakârlığın kurucu metni kabul edilen Closing of the American Mind yazarı Allan Bloom’un (Nobel ödüllü romancı Saul Bellow’un yapıtı Ravelstein’ın kahramanı yakın arkadaşı Bloom’dur) çizgisine eklenen, ama ondan daha liberal olan Davison bu konuların her birisinin toplumu böldüğünü, ayrıştırdığını belirtiyordu. Ayrıca söz konusu kavramların doğurduğu bölünmenin, zıtlaşmanın zamanlar içinde geliştiğini ve bir türlü onarılmadığını, aksine derinleştiğini öne sürüyor, kanıtlıyor, durumu kültür savaşları diye tanımlıyordu. (Sonra, 2006’da, Is There a Culture War? A Dialogue on Values and American Public Life başlıklı bir kitap daha yazdı ve yine ‘var’ dedi.)

Türkiye’deki durumun tüm sosyolojik ve politik planlarda Amerika’ya, örnek aldığımız Fransa’yla mukayese edilemeyecek kadar çok benzediğini defalarca söylemişimdir. Kültür savaşları konusunda da aynı simetriler içindeyiz. Bir de Türkiye’ye son otuz yılda damgasını vuran kentleşmeyi düşünürsek, sadece İstanbul’a son 20 yılda 10 milyon iç göç, 3 milyon dış göç geldiğini hatırlarsak ve Türkiye’nin artık bir göç ‘destinasyonu’ olduğunu kabul edersek sınıf ilişkilerinin dinamiklerini kültür savaşlarının parametresi yapmaktaki zorunluluk daha iyi anlaşılır. Ama bir Kultukampf anlamında değil. Çok farklı planlara sıçramış çelişkiler, zıtlaşmalar anlamında.

Kültür savaşı sınıf çatışmasını getirmez. Hiç getirmemiştir. Kültür çatışmaları sınıf zıtlaşmalarının uzantısı ve yansımasıdır. Türkiye’de de hayati sorun budur, sınıflar el ve yer değiştiriyor, sermaye farklı kesimlere yöneliyor. Çok vurgulanan ‘ranta’ yani spekülasyona dayalı ‘inşaat ekonomisi’ basit bir konu değildir, ciddi şekilde planlanmış bir hamledir, bir sermaye transferi ve mevcut ideolojiyi koruyup sürdürecek sınıfları kurma çabasıdır. Türkiye modern siyasete geçtiği 1908’den beri sermaye hareketlerini doğal ve kaçınılmaz şekilde, dünyanın her yerinde olduğu gibi, siyasetin belkemiği yapmıştır. 1908 sonrasındaki büyük siyasi yer kaymaları tastamam sınıf hareketleridir.

Günümüz dünyasının çok ciddi bir meselesi var: demokrasi veya demokratikleşme. CHP, bu açıdan çok hırpalanmış Türkiye’de çok önemli bir bileşen olabilir. Fakat demokrasi talebinin, mevcut iktidar yapısıyla yani basit siyasal iktidarla değil, tüm sosyal ve ekonomik bileşenleriyle birlikte çok ciddi bir çatışma öngördüğünü belirtelim.
  VI CHP’ye dönersek o da bu çatışmanın taraflarından, burçlarından, uçbeylerinden biridir. Kentli üst orta gelir grubunu kültürel değerleriyle birlikte savunmaktadır. Mevcut CHP’de sol, sosyalist, sosyal demokrat bir çekirdek, profilini çizdiğim tarihsellik bağlamında vardır ama artık o çerçeveyi CHP için ‘mitolojik/arkaik’ bir daire olarak düşünmek gerekir. Bugünkü CHP solun doğal bileşenleriyle ve kavramlarıyla irtibatlı bir parti değildir. Aksine, sola direnecek çevreleri içinde barındırmaktadır. Asker-bürokrat kesimler folklorik denecek bir yaklaşımla, bazı akademikler ise romantik bir anlayışla CHP’ye yöneliyor ve mevcut koşullar çok ciddi bir soruna tekabül ediyor: kültürel/sosyal değerler üstünden üretilmiş bir politika (CHP’ye hızla sağla bütünleşme olanağını kazandırırken) partinin toplumdaki dinamik unsurlarla iç içe geçmesini, onların taşıyıcı lokomotif olmasını engelliyor. Genellikle gençler denen ve maalesef sınıfsal zemini olmayan o çok değerli faktör de içinde olmak üzere, büyük ve dinamik toplum elemanlarıyla bütünleşmeyen bir partinin ilerici ya da değişken değil, muhafazakâr ve durağan olduğunu kaydetmek gerekir. De facto ve applicata bir gerçekten söz ediyoruz, gökyüzündeki yıldızlara bakacak durumda değiliz.

Şöyle bir sonuca ulaşıyoruz. CHP’nin tarih içinde kendisini birkaç kere dönüştürmesi CHP’nin doğallıkla dönüşme/yenileşme potansiyelini çekirdeğinde barındırdığı anlamına gelmez. Aksine, CHP’nin 1992 sonrasında bütün koşulları sağlayarak muhafazakârlaştığını bilmek gerekir. Söz konusu tutuculuk CHP’nin dayandığı sınıfların toplumsal dokusuyla ilişkilidir. Maalesef CHP 1990 sonrasında gerek kültürel gerekse sosyal alanda görülen açılımlarla kendisini bütünleştirememiştir. Toplumun yeni dinamik unsurlarıyla iç içe geçememiştir. Bugünkü dönüşümün o tutuculuktan kurtulmak, arınmak doğrultusunda olması şarttır. Öyledir ama CHP’nin o yönde bir adım atması pek mümkün görünmüyor. Lider karizması üstünden ya da bürokrasi üstünden partinin yenilenmesi o sonucu sağlamaya yetmez. Yenilenme öncelikle ve kesinkes reel sol ideolojinin ve onun taşıyıcı unsurlarının partiye aktarılmasıyla sağlanabilir. Bugünkü dünyada solun anlamını yeniden yorumlamak bu cümlenin öznesidir.

Günümüz dünyasının çok ciddi bir meselesi var: demokrasi veya demokratikleşme. CHP, bu açıdan çok hırpalanmış Türkiye’de çok önemli bir bileşen olabilir. Fakat demokrasi talebinin, mevcut iktidar yapısıyla yani basit siyasal iktidarla değil, tüm sosyal ve ekonomik bileşenleriyle birlikte çok ciddi bir çatışma öngördüğünü belirtelim. Liberal demokratik kuramın esasını oluşturan mülkiyete, mülkiyet muhafazasına dayalı demokrasi anlayışı elbette bugün de geçerlidir, hem de çok geçerlidir. Fakat gerçek demokrasi talebi, liberal doktrinin bittiği noktada başlar. CHP’nin o yönde akıl yürütmesi gerekir. ama öyle anlaşılıyor ki, bugün sahip olduğu sınıf bileşimi CHP’nin kendi dışına çıkmasını, daha öteye uzanmasını engelleyecektir. Ne yapalım ki, politik ilişkilerde sosyoloji gerçeğin ta kendisidir.

Fizikte ısı kuramının temel kuralı bellidir. Bir cisim ısınmadan önce soğur. İçindeki kritik ısıyı attıktan sonra ısınmaya başlar. Evet, önce soğumak, soğumak aynı zamanda çekmek, daralmak, küçülmek demektir. 1965-1973 arası hatırlanırsa şu söylediğimin anlamı da o ölçüde kavranabilir.